Ekolojik Krizden Nasıl Bir Çıkış?

 “Öyle görülüyor ki, insan, doğayı egemenliği altına alırken, aynı hızla öteki insanların ya da kendi aşağılıklığının kölesi haline geliyor. Bilimin saf ışığının bile, cehaletin karanlık zemininden başka bir şeyi aydınlatamadığı görülüyor. Bütün keşiflerimiz ve ilerlememiz, maddi güçleri entelektüel bir yaşamla doldurmak ve insan yaşamını maddi bir güçle aptallaştırmaktan başka sonuç vermiyor.” Karl Marx

“Bilim ve teknolojinin uzun vadede tüm sorunlarımızı çözeceğini söylemek büyücülüğe inanmaktan çok daha kötüdür.” István Mészáros

Bugünlerde ekolojik kriz ve onun en öne çıkan görünümü olan iklim felaketi (yaygın deyişle iklim değişimi/krizi) üzerine konuşmadan kapitalizmin krizinden konuşmak imkansızdır. Bugünkü ekolojik kriz, gelecekte değil şu an etkilediği nüfus ve coğrafi genişlik itibariyle, insanlığın karşılaştığı en büyük sorundur.[1] Krizin çapı, bildiğimiz anlamda dünyanın ve canlı yaşamının kaderini etkileyecek düzeydedir. Bilimsel çalışmalar, krizin etkilerini sınırlamak bir yana, insanın ve daha sayısız türün varoluş koşullarının sürdürülebilmesi için hemen harekete geçmekten başka bir yol olmadığını ortaya koyuyor.[2] Krizin reddinin artık mümkün olmadığı özellikle son 20 yılda, kriz karşısında, bir uçta “felaketçi”[3] bir görüş açısı, diğer uçta ise bugünü değil geleceği ilgilendiren bir sorun olarak çözümün de yol üstünde kapitalizmin gelişim seyri içinde bulunacağı yolunda iki eğilim oluşmuştu. Her iki eğilim ve bunların varyasyonları, insanları eyleme geçirmede bugüne kadar fazla etkin olmamıştı. Bir de üstüne, ilk görüş “köklü değişikliklere zaman yok, dünyayı kurtarmak kapitalizmi yıkmaktan daha önemlidir” diyerek, gerçek çözümlerin tartışılmasını engellerken, ikinci görüş de zaten bu felaketçi aciliyetin önerdiği reformları, denenmiş veya denenmemiş tüm teknolojik çözümleri kabulleniyor. Piyasa güdümlü bilimin gemlediği bu tartışmaların dünya çapında toplumsal mücadele gündemine girmesi ise bugün milyonlarca insanın felaketin etkilerini doğrudan yaşayarak harekete geçmesi ve yol arayışlarıyla gelişiyor.[4] Ancak krizden çıkış yolları konusunda hala bir kafa karışıklığı yaşanıyor.

İşte bu yazıda, krizin çözümüne dair dünyada süregiden mevcut tartışmaları ele alacağız. Öncelikle ekolojik krizin kapitalizmin emperyalist küreselleşme çağındaki anlamı üzerinde durarak, sunulan çözüm önerilerinin aslında bu çağın özelliklerini içinde barındırdığını vurgulayacağız. Daha sonra ekolojik krizden çıkış için önerilen yaygın fikirlerin eksiklerini ve çelişkilerini açığa çıkarmaya çalışacağız. Peki bu çelişkileri fark edenlerin önerdiği alternatif ne? Dünyanın devrimcileri, komünistleri ne yapıyor bu sırada? Yazının son kısmında da buna değineceğiz.

Emperyalist Küreselleşmenin Ekolojik Krizi

Esasında ekolojik kriz olgusu kapitalizmin doğuşuyla ortaya çıkar. İnsanın doğayla ilişkisinde yaşanan değişim, Marx’ın ifade ettiği metabolik yarılmayla[5] birlikte, doğada sadece insanların değil ekosistemlerdeki yaşamsal döngülerin de kendini telafi edemeyecek düzeylerde tahribatına, yani ekolojik krizlere neden oldu. Bu krizler tek tek sınırlı coğrafyalarda veya daha geniş, hatta küresel çapta da gelişti. Kapitalizmin birikim krizi eşiklerinden geçerek ilerlediğimizde, her eşiğe eşlik eden bu ekolojik krizleri de görebilir, günümüzde yaşanan krizin çapını ve dönemsel özelliklerini anlayabilir ve bugünün müdahale olanaklarını, politik mücadele biçimlerini, yol arayışlarını daha bütünlüklü bir perspektifle inceleyebiliriz.

19. yüzyılda kapitalizmin henüz ayrı ayrı iç pazarlarda gelişme olanağı bulduğu dönemde, doğal kaynakların talan edildiği sömürge bölgeler ile üretimin ağırlıkla yapıldığı sömürgeci ülkelerdeki ekolojik tahribat farklı görünümlerdeydi ve daha çok tekil özellikler gösteriyordu. Kapitalizmin kendi tarihselliği içinde ilk büyük ekolojik kriz, bu anlamda birinci emperyalist paylaşım savaşından 1929 ekonomik bunalımına kadar olan dönemde yaşanmıştır. İkincisi ise ikinci emperyalist paylaşım savaşı ve nükleer silahın kullanımı ile ortaya çıkmıştır. Bu iki savaş döneminde de milyonlarca insan ölmüş, kentler yıkılmış, doğa tahribatı, kaynak kullanımı daha önce görülmedik düzeyde yaşanmıştır. 1970’lerde ise üçüncüsü, “refah devleti”nin krizi olarak belirmiştir. Bu süreçte soğuk savaşın ideolojik tahakküm mücadelesi içinde, bir yandan “tüketim toplumu”nun gelişimi, bir yandan da yeni-sömürgeleştirme süreci bilimsel ve teknolojik atılımla birleşerek, emek ve doğa sınırsızca köleleştirilmiştir.[6] Şu an içinde bulunduğumuz varoluşsal ekolojik kriz işte bu tarihsel sürecin devamıdır.

Bu şekilde bir tarihsel bağlam kurmak, ekolojik krizin kesikli ilerlemesi anlamında değil, doğanın tahribatındaki eşiklerin kapitalizmin aşamalarıyla denk düştüğünü gösterme ve bu dönemlerdeki kitle hareketlerinin mücadele başlıklarını ve hakim ideolojik tutumu anlama açısından bir değer taşır. Nitekim ‘70’lerde çıkan hareketler nükleer savaş tehdidine karşı barışı savunan, biyomerkezci anlayışlar geliştiren, sömürgecilik karşıtı söylemler taşıyan hareketlerdi. Emperyalist küreselleşmeyle birlikte kapitalizmin dünya fabrikası, doğanın ve emeğin artık kendini dünya çapında yeniden üretemez düzeydeki sömürüsünü ortaya çıkardı.[7] Milyonlarca insan yaşadığı yerleri ekonomik ve ekolojik sebeplerle terk etmek zorunda kalırken, dünya hızla büyüyen kentlerle ve kent çeperlerinde yaşayan yığınlarla, kırın büyük ölçüde tasfiyesine sahne oldu. Bütünleşmiş tek bir pazara dönüşen dünyada kapitalizmin varoluşsal krizi, ekolojik tehdidiyle canlılığın varoluşsal krizini üretti. Önceki dönemin sömürgecilik karşıtı, barış yanlısı veya nükleer karşıtı ekolojik hareketlerinden ayrışan, antroposenin[8] kabul gördüğü bir uygarlık-insanlık savunusu hareketleri gelişti.

İmkansızlığın Ötesinde: Krizden Çıkışı Anlamak

İnsanlık bu çapta bir krizle ilk kez karşılaşıyor. Emperyalist paylaşım savaşlarının yarattığı yıkımlara benzer yıkımlar, insan kaybı, doğanın ve kentlerin yok oluşu anlamında bugün[9] dahi yaşanıyor. Sahra Altı Afrikası, Güney ve Güneydoğu Asya ülkeleri, çoktan aşırı iklim olayları nedeniyle barbarlık derecesinde insani felaketler ve özellikle yağmur ormanlarının yoğun kaybıyla birlikte ekosistem kayıplarını yaşıyor. İlk anda etkilenen yerler kapitalist anlamda geri kalmış ülkeler ve mali-ekonomik sömürgeler. Krize karşı çoktan mücadeleye girişenler ve toplumsal hareketler yaratanlar da oradalar. Ne var ki, emperyalist kapitalist sisteme etkileri nesnel olarak sınırlı ve hayatta kalmak gibi bir öncelik her zaman önlerinde. Krizin sebepleri ve çözümü üzerine kafa yoranlar ise büyük oranda emperyalist merkezlerdekiler. Burada ise aciliyetin ve dünyasal bir çözüm gerekliliğinin dayattığı sıkışmışlık halinde, özellikle bu tartışmaların akademik alanla sınırlı kalması nedeniyle, ekolojik mücadele yürütenler bu en kırılgan yerlerdeki mücadelelerin elinden tutmada yetersiz kaldılar.

Bu eksiklik kapitalist düzenin devamlılığı için kritik önemdedir. Bu sayede dünyanın kurtarıcısı rolünü oynamak için ancak kapitalizmin devamlılığına razı olmak gerektiği algısı oluşturulur. Uzun erimli bir antikapitalist proje önerenler dahi, şu anki politik güç ilişkilerine bakıp durumu değiştirmenin imkansızlığına kani olarak, sermayenin kabul edeceği sınırları biraz daha ileri itme üzerine yoğunlaştılar. Sonuçta iklim değişikliğine, atık sorununa, enerji dönüşümünün biçimine vb. dair önerilen teknolojik çözümler (technofix) yeni bir ekomodernist kimlikle geliştiler.[10]

Jacobin[11] gibi solda olduğunu iddia eden popüler yayınlarda bugüne kadar krizden çıkış için ortaya konulan tüm teknolojik çözüm önerileri sosyalist bilimciler tarafından yanlışlanmış durumda. Önerilen bu “çılgın projeler” sadece bilimsel olarak sorunu çözememekle kalmıyor, sorunun bilimsel yetmezlikle ilgili olduğu gibi bir algıyla, burjuvazinin “iyi niyetli” kesimlerinin bunun için kendini feda edebileceği imajını veriyor. Üstüne bir de, politik mücadelenin daha başından önünü alıyor, en ileri sloganını “daha iyi bir kapitalizm” ile sınırlandırıyor.

Teknolojik çözüm önerilerinin genel ve en kolay fark edilebilecek eksikliği, kendi üretim süreçlerinin ekolojik maliyetini göz ardı etmeleri. Yani çok basit şekilde, termodinamiğin 2. yasası olan kapalı bir sistemde, ki bu bizim durumumuzda dünya oluyor, entropi (düzensizlik seviyesi) artışını göz ardı etmeleri. Kabaca söylersek, daha fazla şey daha az şey kullanılarak üretilemez. Erke dönergecinin[12] sonsuz enerji kaynağı olarak ekolojik krize çare diye önerilmesi gibi absürt bir yanı var bunların birçoğunun. Diğer bir özellikleriyse, kapitalizmin vahşi üretim modelinden daha “çevreci” görünseler de, planlamalarının düzenin aynı tas aynı hamam işlemesi kabulüyle yapılması. Ekomodernistler bu anlamda, zenginlerin devletlerinin sınırlarına duvar örmesi[13] barbarlığını sindiremeyen sinsi ama önerileri itibariyle de naif yalancılardır. Teknolojiyi tek bir yönüyle ele alırlar ve sermayenin hareket yasalarını göz ardı ederek, toplumsal üretim ilişkilerinden bağımsız, sınıfsal açıdan nötr bir teknoloji ve bilim tanımı yaparlar. Emperyalistler arası çelişkiler[14] veya güncel başkaca önemli politik çatışkılar yokmuş gibi, ekolojik krizin kendiliğinden mücadelenin merkezinde olacağını varsayarlar.

Öne Çıkan “Yeşil” Öneriler

  1. yüzyılın ortasında emperyalist paylaşım savaşı sonrasında dünya nüfusu çok hızlı bir artış gösterdi. Bu durum, nüfus artışına bağlı olarak hiçbir zaman gıdanın yetersizliği sorunu olmasa da, gıdaya erişimin daha fazla piyasa kontrolüne geçmesiyle sermayeye yeni bir yatırım alanı açılmasını sağladı. Tarım tekelleri dünyayı besleyecek yeni bitki çeşitleriyle bir “yeşil devrim”in müjdesini veriyorlardı. Bu “yeşil devrim”, yoğun azotlu gübre, zirai ilaç ve hibrit tohum[15] kullanımını öngören, dolayısıyla da üretimin hızına, yani tamamen kapitalist büyümenin ihtiyaçlarına göre şekillenen tarımda kapitalistleşmenin teknolojik hamlesiydi[16]. Marx’ın metabolik yarılma teorisi “yeşil devrimle” birlikte iyice gün yüzüne çıkmıştı. Toprağın kendini yenileyecek koşullar bulamaması, yoğun kimyasal müdahalelerle, tek tipleşen ürünlerle ve ekosistemleri bozan yeni tarım arazileriyle telafi ediliyordu.

‘70’lerin sonunda büyük petrol tankeri kazaları, ozon tabakasındaki deliğin büyümesi, doğal kaynakların tükenmeye yüz tutmasının dillendirilmesiyle birlikte ekolojik kriz belirginleştiğinde, kamuoyunda bu yönde gelişen duyarlılık hızla yeni bir yeşil dalga kapitalizmin damarları içinde kendine yer buldu. Bu “yeşil kapitalizm”de, doğaya en çok zararı veren dev tekeller doğa koruma vakıflarını fonluyor, ağaç dikiyor, nesli tükenmekte olan pandaları kurtarıyordu. ‘90’lar bu konuda “çevre dostu” ürünlerin tavan yaptığı bir altın çağa sahne oldu. “Yeşil kapitalizm” size tuvalet kağıdından tasarruflu ampullere, A+ tipi beyaz eşyadan hibrit arabalara ve arabaların yerine değil ama onların yanında artan bisikletlere değin bütün bir set “yeşil” metaları sunuyordu. Sermaye bir kez daha yüksek teknolojili ürünlerle krize bir çözüm getiriyor ve kendine ekolojik bir pazar açıyordu.[17]

İdeolojik açıdan derin etkiler yaratan tüm bu sahtekarlıklara rağmen, ekolojik krizle birlikte gelişen bir ekoloji hareketi de vardı. Krizin çözülmek bir yana derinleştiği ortaya çıktıkça, her türden “yeşil” önerilerin üstüne bir de, daha sistematik görünen ama özünde kapitalizmi ehlileştirmeyi öneren, ehven-i şer Al Gore tarzı “yeşil ekonomiciler” ortaya çıkmıştı. “Yeşil ekonomi”nin, “yeşil kapitalizm”den farkı, aslında tıkanmakta olan kapitalist ekonomiye yapısal çözüm önerileri getirerek, birikim modelinde ekolojik dönüşümün sağlayacağı bir değişim yapmaktı. Bunu yaparken de ekolojik krizi çözeceğini iddia etmekti. Türkiye’nin uzun yıllar imzalamadığı 1997’deki Kyoto Protokolü’nün özü buna dayanıyordu.

“Yeşil aklama” denilen tüm bu kampanyalar, projeler, planlar hızla suya düştü. Ne kapitalizmin bunları uygulamaya mecali ve niyeti vardı, ne de ekolojik krizin görünümleri yerinde saydı. Bugün ise krizin küresel ölçekte çözümler olmadan aşılamayacağı IPCC raporlarıyla ortaya konuldukça, özellikle iklim değişimi konusunda daha öncekilerden çok daha fantastik fikirler teknolojik çözümler olarak önerilmeye devam ediyor. Sermaye, ekolojik krizi çözme değil yönetme hususunda, mevcut toplumsal hiyerarşilerde ve mülkiyet ilişkilerinde köklü bir değişiklik yaratmayacak piyasa temelli teknokratik çözümlere bel bağlıyor.

Jeomühendislik veya iklim mühendisliği olarak adlandırılan gezegensel projelerden okyanusların ve karaların karbon tutma kapasitelerini artırmaya yönelik teknolojilere, atmosferden doğrudan karbon çekilmesinden yeni nesil nükleer enerji santrallerine, temiz kömürden dikey tarıma kadar bir dizi teknolojik çözüm önerileri gündemde[18]. Bu önerilerin her birinin finansmanını sağlamaya gönüllü ve çoğu da fosil yakıt sanayisiyle ilişkili sermaye grupları[19] mevcuttur ve bunlar herhangi bir enerji dönüşümünü öngörmeden mevcut enerji altyapısına ek olarak bu projelere kaynak ayırmaktadırlar. Tüm bu öneriler özellikle demokratik karar alma süreçlerinden uzak tutulurken, sonuçları toplumda adaletsiz şekilde hissedilir. Birçoğunun askeri sanayiyle bağlantılı gelişmesi de silah olarak kullanılma ihtimalini barındırmaktadır. Kısacası bu tür sıra dışı projelere karşısındaki şüphecilik bilime duyulan bir şüphe değildir, aksine bu şüphenin kendisi bilimseldir. Robot teknolojilerinin gelişimiyle adeta bir fetişe dönüşen bu tarz fütüristik fikirler burjuva ideolojik propagandanın bir parçasıdır.

Önerilen Teknoloji

Eksikliği

Okyanuslara kireç pompalayarak kalsiyum karbonat (kireç taşı) oluşmasını sağlamak ve böylece dibe çöken karbonun yerine okyanusların karbon depolama kapasitesini artırmak.

Bunun için gerekli kireci okyanuslara taşımak için şu an tüm dünyadaki tüm gemi filosu kadar yeni geminin inşa edilmesi gerekir.

Özel ağaç türleriyle karbonu hapsedip yerin derinliklerine gömmek.

Biyoyakıt örneğinde olduğu gibi çok büyük alanların bu projeye ayrılmasını ve bu alanlardaki ekosistemlerin ve yerli yaşamların bozulmasını gerektirir.

Biyokütleyi oksijensiz ortamda yakarak biyokömür veya temiz kömür denen yakıtı elde etmek.

En kirli enerji olan kömüre alternatif bir kömür daha üretmek için biyokütle enerjisini ikincil enerjiye çevirmek verimsizliğiyle kendi üretimini bile telafi etmekten uzaktır.

Biyoyakıt[20]

İddia edilenin aksine, üretim aşamasında harcanan su, toprak ve kimyasaldan tüketimi için harcanan taşıma enerjisi ve yanması sonucu çıkan karbona kadar karbon salınımı açısından nötr değildir.

Biyoyakıt yakarak elde edilen enerjiyle atmosferdeki karbondioksiti kayaçlar içinde depolayarak derin jeolojik tabakalarda hapsetmek. (BECCS[21])

Karbondioksiti atmosferden çekmek için 900 °C sıcaklığa erişmek ve kireç taşı formuna sokmak için sodyum hidroksit kullanmak gerekir. Bunun için de binlerce kimyasal işlem kulesi inşa etmek gerekir ki, bu olsa bile küresel emisyonun çok azını ancak geri çekebilir. Şu ana kadar denizaltılarda kullanılan karbon saklama teknolojisi, daha büyük çaplı uygulamalar için hem uygun değil, hem de çok fazla enerji gerektirir. Deprem gibi durumlarda ne olacağı ise meçhuldür.

Güneş Işın Yönetimi (SRM)[22] veya “bulut tohumlama” teknolojleri. Atmosferin üst tabakasına sülfür dioksit spreyi yapılarak güneş ışınlarının geri yansıtılması.

Yağmur rejimlerini değiştirecektir. Kimi coğrafyalarda kuraklık, diğerlerinde aşırı yağış oluşur. Ülkeler arası kötü amaçlı kullanıma açıktır. “Durma şoku” ile oluşacak sera etkisinin, yansıttığı güneş ışınından daha fazla atmosferi ısıtma ihtimali vardır.

Yeni nesil nükleer enerji santralleri.

Nükleer güç işletme, bakım ve söküm aşamalarının hepsi için istikrarlı bir yönetim gerektirir. Kurulumu ve sökümü ile birlikte 70-80 yıllık bir ömrü olan santrallerin kontrolü, bu nedenle teknik değil politik bir konudur. Teknik yanı olan, atıkların depolanması (en az 10 bin yıl), insan kaynaklı hatalar karşısında radyasyon sızıntısı önlemleri ve elektrik şebekesiyle uyumlu hale getirilmesi için gereken altyapı çalışmalarıdır. Kurulduğu alanda yarattığı ekolojik tahribat ise karşı çıkmak için en önemli ve yeterli dayanaktır.

Dikey tarım. Tarımda alan kullanımını artırmak için yeni mimarilerle binalarda tarım yaparak, karbon depolama ve gıda üretiminde toprağın tahribatını azaltma.

Dikey tarım için toprak yerine kullanılacak kimyasal girdisinin ekolojik maliyeti, aynı ekolojik ve mevsimsel sınırlara bağlı olarak, esasında karbon salınımı konusunda hiçbir katkı sunmamaktadır. İnşaatların ekolojik maliyeti ve toplam depolanabilecek karbon açısından saçmadır.

Tablodan ayrı değerlendirmeye değer “yeşil enerji” ise en yaygın kabul gören teknolojik çözümdür. Enerji şirketleri şu an tüm fosil yakıtı bırakıp rüzgar, hidro, güneş ve jeotermal enerjiye geçiş yapsa bile mevcut kaynaklar, verimlilik seviyesi, üretim ve uygulama kapasitesiyle yüzde 100 yenilenebilir enerjiye geçiş 43 yıl kadar bir zaman alacaktır.[23] Bugünkü enerji üretiminin yüzde 85’ini oluşturan fosil yaktılar için oluşturulmuş dev altyapının dönüştürülmesi ve yenilenebilir enerjiyle uyumlu hale getirilmesinin kendisi, yenilenebilir enerjiyle üretilenden daha fazla enerji gerektirir, yani fosil yakıt kullanmaya ihtiyaç vardır. Bu, karbon salınımı hedeflerini tutturmak için yenilenebilir enerjiye geçişin yanında, toplam enerji kullanımımızı da azaltmak zorunda olduğumuz anlamına gelir. Andreas Malm’e göre, kaynakları ve şebekeyi kolektifleşirmemiz yetmez, onun her bir aşamasını söküp yerine farklı bir yapı inşa etmeliyiz.

Karbon Fiyatlandırma Ve Hansen'in Çıkış Stratejisi

“Yeşil ekonomi”nin getirdiği yeniliklerden birisi olan karbon üst sınırı ve karbon ticareti[24] yüzyılın başında çok yoğun şekilde tartışıldı. Zaman içinde, bu yöntemin yenilenebilir enerjiye geçiş için bir itki yaratmadığı gibi, karbon ticaretinin spekülatif piyasalarda yeni bir türev aracı olarak yerini aldığı görüldü. Fiyatını piyasanın belirlediği bir kirletme hakkı, yeteri kadar parası olana dünyayı yok etme hakkı vermek demektir. Karbon ticareti fikri, krize çözüm olma anlamında çökmesinden sonra, içeriği değiştirilerek bugüne kadar gündemde tutulmaya devam etti. Karbonu fiyatlandırarak bir karbon vergisi koyma bunun bir biçimi. Buna göre, örneğin Kanada, Paris Anlaşması taahhütlerinden biri olarak, salınan bir ton karbon için 20 dolar vergi alacak, bu vergi 2022’ye kadar ton başına 50 dolara çıkarılacak ve bu gelirin yüzde 90’ı yeniden kamu harcamaları için kullanılacak. Oysa Avustralya’da 1970’lerden beri petrole yüksek vergi uygulanmasına rağmen, toplu taşımaya veya temiz enerjilere bir geçiş söz konusu olmadı. Fosil yakıtın artan maliyeti, bir alternatif üretilmediği koşullarda, tüketiciye fiyat artışı olarak yansımakla kaldı. Daha karlı olmadığı durumda sermaye kendiliğinden eyleme girişmedi.

Burada karbon salınımını düzenleyecek hiçbir hamle olmadığına dikkat çekmek gerekir. Karbon salınımı düzenlenmiyor, sermayeye mevcut üretimi azalt denmiyor, rastgele hesaplamalarla bir fiyat belirleniyor.[25] Bu fiyat ise karbon salınımının toplumsal maliyetini, iklim değişimindeki geri besleme mekanizmalarını ve dahası ülkeler arasındaki kirletme düzeyleri farkından doğan adaletsizliği göz ardı ediyor. Daha kötüsü, iklim hareketinin biriken enerjisini de soğurarak sistem içi sınırlara çekiyor. Buna rağmen, ekoloji hareketi içinde karbon vergisinin iklim eylemi için somut bir talep olması itibariyle temel oluşturduğunu savunanlar mevcut. Bu temelin üzerinde, karbon salınımını doğrudan düzenleyecek yasal değişiklikler ve fosilden çıkma yönlü devlet yatırımlarıyla ilerlenebileceğini düşünüyorlar. Politik olarak gücünün yettiği gerçekçi hedefler belirleyerek adım adım ilerlemek, bu görüşü savunanların hareket tarzı. Ancak bu küçük adımlar için zaman yok, büyük kopuşlara, uzun adımlara, sıçramalara ihtiyacımız var.

James Hansen, karbon fiyatlandırma biçimlerine yeni bir öneri getirerek tartışmayı ilerleten, ekoloji mücadelesinde sözü geçen bir bilim insanı. Hansen, karbona uygulanacak verginin, doğrudan hiçbir devlet müdahalesi olmadan, başta yoksulların olmak üzere tüm yurttaşların banka hesaplarına yatırılmasını öneriyor. Solun adaletsiz vergilere karşı mücadele geleneğine dayanarak bunu sahiplenmesini istiyor. Karbon vergisi zaten çok karbon salınımını yapanı daha çok cezalandıracak, yoksullar bu vergiden zarar görmeyecek, ama bu yeniden dağıtımla toplumsal adaleti görece sağlayarak ekolojik kriz için bir adım atılmış olacak. J.B. Foster ise bu konuda, “Hansen’in çıkış stratejisi tüm güçlü yanlarına rağmen yetersizdir. Zayıflığı, bugünün tekelci mali sermayesinin iktidar yapısının ortaya çıkardığı toplumsal-sistemsel çelişkileri yeterince işleyememesidir. Mevcut koşullarda ihtiyaç duyulan, toplumun yeniden inşasıdır... etkili bir çıkış stratejisi demokratik kitlesel bir seferberlikle daha geniş bir toplumsal dönüşüme dayanmalıdır” diyor. Bütününe bakıldığında Hansen'in çıkış stratejisi, tüketimi ve karbon salınımını azaltma mekanizmalarını içermiyor, sorunu insanların bireysel tercihine ve çözümü yine pazarın insafına bırakıyor, devrimci bir hattı aklına dahi getirmiyor. Karbon fiyatlandırma tartışmasına destek verilip verilmeyeceği açısından sosyalistlerin tutumu, Hansen gibi en radikal biçimler önerilse dahi, piyasa tarafından eğilip bükülmeden nasıl uygulatılabileceğine bağlı olmalıdır. Bu garanti altına alınmadan, sermaye bu adımın da kolayca etrafından dolanacaktır.

Yeşil Yeni Anlaşma

BM, 2008 ekonomik krizi sonrasında yayınladığı, işçilerin yaşam standartlarının büyük tehdit altında olduğuna dair raporunda, dünya ekonomisinin devlet destekli bir itkiye ihtiyaç duyduğunu ve bu itkinin küresel bir Yeşil Yeni Anlaşma’yla (YYA) sağlanabileceğini söylüyordu. Bu rapor sonrasında, AB ülkelerindeki Yeşil partiler hızla böyle bir çerçeve plan geliştirdiler. Ancak bunu, 2015 Paris Anlaşması da dahil olmak üzere hiçbir yerde tamamen görücüye çıkarmadılar. Ellerindeki politik malzeme bu kadardı. Güncel tartışmadaki YYA ise bu değil. Amerika Demokratik Sosyalistleri (DSA) ekososyalist çalışma grubundan senator Edward Markey ve temsilciler meclisinden Alexandria Ocasio-Cortez’in 28 Şubat 2019'da kaleme aldıkları YYA[26] önergesi ise sistem içi çözüm önerilerinin en radikallerinden biri olarak öne çıkıyor ve esasen ABD için önerilen bir çözüm önerisi olsa da tüm dünyada benzer örneklerine rastlanıyor. ABD’de ortaya çıkmasından önce, son yıllarda yerlilerin Standing Rock direnişi, Keystone boru hattına karşı halkın direnişi, iklim hareketinin giderek kitleselleşmesi, son iki seçimde Yeşiller Partisi’nden Jill Stein’in kampanyasının öncekilerden çok daha fazla ses getirmesi ve yine 2016 seçimlerinde Ilhan Omar, Rashida Tlaib, Ayanna Pressley gibi farklı kesimlerden kadınların temsilciler meclisine girerek ekoloji mücadelesine destek oluşları, bu manifestonun toplumsal temelini hazırlarken, onun taleplerinin[27] beklenenden daha radikal olmasının da itici gücü oldu. DSA ekososyalist çalışma grubu bildirgesinde şöyle diyor:

İklim krizi ve eşitsizlik krizini birlikte çözmeliyiz. Kemer sıkma tarzındaki iklim önlemleri, yakıt vergisi karşısında sarı yeleklilerin protestosunda olduğu gibi toplumsal bir tepki üretecektir. Fosil yakıtlardan kar eden şirketler uzun zamandır işçileri temiz enerjinin istihdamı öldüreceği iddiasıyla çevrecilere karşı kışkırttılar. Ancak yaşam kalitesi iklim felaketiyle derin bir tehdit altında olan işçi sınıfı ve yoksul insanların durumu adil bir dönüşümle büyük oranda iyileşecektir... Yeşil Yeni Anlaşma sömürücü kapitalizmden demokratik ekolojik bir sosyalizme dönüşümü başlatabilir.”

“Radikal bir YYA tek bir yasa ve önergeyle olmayacaktır. Ancak çalışan insanların ve toplumsal hareketlerin tabandan gelişen mücadeleleriyle ortaya çıkabilir... Bu yönlendirici ilkeler DSA’nın YYA kampanyasında sadece bir başlangıç, son nokta değil... Politikacıları sadece bir seçim sloganı olarak alıp kullanacakları sulandırılmış bir YYA’yı kabul etmeyeceğimiz konusunda uyarmak zorundayız. Ya bu koalisyonumuzla birlikte radikal bir YYA için savaşırlar ya da geleceğimizi umursamayan, ekokıyımcıların işbirlikçileri olarak ifşa olurlar. Bizim rolümüz, sadece hayatta kalmak için değil, insani gelişimi önümüzdeki on yıllarda garanti altına alacak kadar güçlü militan bir işçi sınıfı hareketinin inşa edilmesine katkı sunmaktır.”

YYA önergesi, bu büyük çaplı ekonomik altyapı dönüşümünün uzun vadeli ve kaliteli istihdam sağlayacağını, işçilerin aile geçindirme ücreti alacağını, örgütlenme, sendikalaşma ve toplusözleşme haklarının garanti altına alınacağını vurgulayarak, öncelikle işsizlik ve yoksulluk kıskacındaki işçi sınıfına sesleniyor. Sadece yeni keynesyen bir model olmanın ötesine ise önerdiği demokratik karar alma süreçleri ve toplumsal adalet vurgusuyla geçebiliyor. Ancak ona yönelik eleştirilerin başında, fosil yakıtların azaltılması konusunda bağlayıcı sözler söylememesi ve yenilenebilir enerjiye geçişin kendiliğinden böyle bir sonucu olacağını ima etmesi geliyor.[28] Kapitalizmin arz temelli geliştirdiği ihtiyaç olmayan “ihtiyaç” ürünlerin üretilmeye devam etmesinin yeni bir “yeşil kapitalizm” ile sonuçlanma tehlikesini barındırıyor. Yine “yeşil istihdam” yaratacak kapsamlı bir devlet yatırımını kitlesel baskıyla sağlayabilme düşüncesi mevcut sınıfsal ilişkilerin hafife alındığını gösteriyor. Dünyada yeni bir faşizm dalgasının yükseldiği koşullarda, kapitalist devletler temsil ettikleri tekelci sınıfın açık terörist diktatörlüğünü uygulamaktan çekinmeyeceklerdir. Eğer “yeşil istihdam” karlı değilse, en iyi ihtimalle, onun ara yollarını bulmaya yöneleceklerdir, ki bunu bir rıza üretme aracı gördükleri için yapacaklardır, ki yine bunun için bile çok büyük bedeller ödenecek mücadeleler yürütülmelidir. Yani ekoloji hareketinin hedefi olan devlete bir adım attırmak için kuracağı baskı mekanizmaları antifaşist mücadelenin tüm gereklerini de sahiplenmek durumundadır.

Toplamda YYA teknolojik çözümlerin tekil önerilerini bir dönüşüm programı ve planına bağlayarak uygulama metoduna işaret ediyor. Ancak YYA’nın koyduğu çıta, insanlık için dar ufuklu bir çıtadır. Bildirgesinde ifade ettiği gibi, ona bir ilk adım değil, yalnızca başlangıç noktası olarak bakılabilir. Ocasio-Cortez ve Bernie Sanders'ın popülerlikleri YYA'ya bir şekilde mesafeli durabilecek Amerikalıları adım atmaya itebilir ve fakat bu ikilinin Demokrat Partili olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Özellikle İsrail'i kınamaktan kaçınan, Venezuela'yı işgal tehditlerine ses çıkarmayan tutumları onların politik sınırlarına dair ipuçları veriyor. ABD kongresinde konuyu tartışmaya açabilmeleri başarılı bir adım olsa da, sokak ayağı olmayan ve Demokrat Parti'nin düzeniçiliğini teşhir etmeyen bir YYA hareketi daima zaman kaybı olacaktır.

Sosyalizm Ya Da Barbarlık

Hem toplumsal yaşamı ekoloji duyarlı bir sosyalist yeniden planlama açısından hem de tüm ekosistemi rehabilite etmek için toplumsallaştırılmış bir teknoloji, sermayeyi kurtarma pahasına doğanın ve emeğin acil ve varoluşsal ihtiyaçlarını yok sayan çılgın projeler toplamı olmayacaktır. Aksine, tüm sermaye ilişkilerini yapısöküme uğratacak, ekosistemle uyumlu, toplumsal ihtiyaç temelli olmaktan gayrı bir güdüsü olmayan, toplumsal ölçekte uygulanabilir bütünlüklü bilimsel yaklaşımın parçası olacaktır. Bu nedenle sosyalistlerin, insanlara kapitalizmden daha iyi bir yaşam vadederek sosyalizmi kurabilecekleri düşüncesini bugünün koşullarında yeniden ele almaları ve maddi toplumsal ihtiyaçları ekolojik bağlamda ortaya koymaları, bu teknolojilerle ilişkilenişleri açısından belirleyici olacaktır.[29]

Trump ve Bolsonaro gibi azılı doğa düşmanları seçilerek başa gelmeselerdi, yani Paris Anlaşması uygulansa veya IPCC’nin karbon salınımı azaltımında öngördüğü teknolojiler kullanılmaya başlasaydı, ekolojik krizin çözülmesine doğru adım attık diyebilir miydik? Tartışılması gereken, ilk adım değil, adımların sürekliliği, hızı ve nihai hedefidir. Trump’ı devirmenin[30] ekolojik krizden çıkış için atılacak en iyi adım olacağına şüphe yoktur; bu nedenle kadınların, siyahların, gençlerin, işçilerin, öğretmenlerin vd. mücadelesinin ekoloji mücadelesinin dolaylı parçası olduğu açıktır. Benzin zammına karşı başlayan Sarı Yelekliler hareketi[31] son dönemde ekolojik krizin emek mücadelesiyle bağını ortaya koyan en yalın örnektir belki de. Burada, doğanın ve emeğin sömürüsünün sadece artıdeğer düzleminde kalmadığını, kendi varoluşlarının kontrolünü sağlayacak mekanizmalardan yoksun bırakıldıklarını da görmeliyiz. Doğanın ve emeğin kendini yeniden üretememesi, kendi gelişiminin kontrolünü kaybetmesi sorunudur bu. Tıpkı bu örneklerde olduğu gibi, Karadeniz’de “yeşil yol”a karşı yapılan eylemlerde “devlet kimdir, devlet benim” diyen Havva ananın kendiliğinden bilincini[32] devrimci bir stratejiye bağlamak zorundayız. Kapitalizm Havva analara zaten bir gelecek vadetmiyordu, ancak artık onlara bir yaşam alanı da bırakmıyor. Bu yerel mücadelelere ve örneğin dünyada “Yok Oluş İsyancıları” gibi hareketlere katılanlar, bu nedenle kapitalizme karşı mücadele etmekte bir tereddüt yaşamıyorlar. Daha büyük bir sorunla, doğrudan yaşam hakkı için mücadele ettikleri bilincinin gelişimiyle, kendiliğinden bilinçlerinde öne çıkan politik aidiyetlerden uzak durma isteği, krizin çok boyutluluğu ve sistemin esneklik alanını kaybetmesi sonucu hükmünü yitiriyor. Yani hızla radikalleşiyorlar. Bugün egemenler kapitalizmin kaosuna neofaşizmle kendi kaotik yanıtlarını veriyorsa, yeni bir antifaşist mücadelenin yükselişi doğrudan antikapitalist karakterli emek ve ekoloji hareketleriyle iç içe olacaktır.

Ekolojik kriz işçi sınıfı ve ezilenlerin bir sorunudur. Konulardan bir konu, mücadelelerden bir mücadele değildir veya toplumsal hareketlerin[33] hareketi de değildir. Ekoloji mücadelesi özü itibariyle emek mücadelesidir ve iklim adaleti, ekoloji adaleti gibi kavramlar bu noktada bağlayıcı bir rol oynar. Kuracağımız dünyanın maddi temelleri şu an atılıyor, istesek de istemesek de; yıkıma karşı hayatta kalmaya çalışmaktan başka bir gayemiz olmayabilir, ki olağan akışta en olası senaryonun bu olduğu göz önünde bulundurulursa, bu hayatta kalma çabası içinde yeni toplumu bulup çıkartacak adımlar atmalıyız. Bu nedenle toplumsal adalet ekoloji mücadelesinde temel bir dayanaktır, vicdani bir talep değil, krizden gerçekten çıkış için olmazsa olmazdır; çünkü bu çapta bir çözüm, krizi yaratanların ortadan kaldırılmasını, yani eşitsizliğin kaynağının ortadan kaldırılmasını şart koşmaktadır. Kapitalizmi durdurmalıyız, yaptırmamayı[34] stratejimizin bir parçası yapmalıyız.

Havva ananın eyleminin kısa bir dönemin eylemi olmadığını anlamamız ve sürekliliğini görmemiz, bu mücadeledeki konumlanışımızın doğrultusunu bunun etrafında örmemiz gerekmektedir. Ekolojik tahribata ve krize karşı mücadele, Gezi gibi ortada çok önemli bir örneği de olan şekilde, faşizmin kuşatmasını kırmanın ana halkalarından olacaktır. Hareketin gücü ve sınırları ölçüsünde kazanımlar ileri taşınabilir[35], taşınmasını zorlamak devrimcilerin görevidir. Öncülüğü sosyalistler yapmazsa, “makul” Yeşil Yeni Anlaşmacıların yerli muadilleri yapacaktır. Ekoloji duyarlı sosyalist planlama, elbette 20. yüzyılın sosyalizm deneylerinden doğru dersleri çıkarmış olarak yola koyulacaktır. Bu anlamda sosyalist merkezi planlamaya karşı 20. yüzyılın kimi sınırlılıkları ve yanlışlıkları üzerinden yöneltilen eleştirinin teknolojik çözümlerin tek yol olduğu önermesinin haklı olmadığı teşhir edilmelidir. 21. yüzyılın gelişen kitle hareketlerinin bu bakımdan ilerici özellikleri sahiplenilmeli ve ekolojik bir sosyalizm propagandası bu zemin üzerinde yükselmelidir.

Greta, önerdiği çözümlerin naif olduğunu kabul ediyor, ama kitlelerle buluşmak için akademik tartışma dilini mücadele diline dönüştürmeyi de başarıyor. Milyonlarca çocuk kendilerine borçlu bir nesil görüyor karşılarında. Umutsuz olmak için zamanımız yok, bir doğal afet seferberliği ile hareket etmekten başka çaremiz de yok; doğa bizi buna zorluyor, zorlayacak. Greta’yı ikinci defa analım: “paniklemenizi istiyorum”. Aksi, kapıdaki yok oluşu elimizle içeri davet olacaktır.

Dipnotlar

[1] Bu iddiayı kanıtlamak için bilimsel raporlar öne sürülebilir, ama politik bağlamda bu yine de yetersizdir. Şunu eklemeli: Ekolojik kriz günceldir (bugünün krizi), ciddidir (küresel çapta yıkım) ve acildir (geri dönülemez noktaya çok yakınız).

[2] (http://www.ipcc.ch/report/sr15/) Birleşmiş Milletler’e bağlı Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli (IPCC) 2018 Özel Raporu’na göre, sıcaklıklardaki artışta 19. yy ortasına göre ortalamada 1 °C’yi çoktan aştık, 1,5 °C ile sınırlamak içinse en iyi ihtimalle sadece 12 yılımız var. Rapora göre, çok yüksek ihtimalle 1,5 °C 2030-2052 yılı arasında aşılacak, yani bugünden yapılacak hamlelerin niteliği o tarihlerdeki durumu belirleyecek. 1,5 °C insan yaşamı için önemli bir sınır, bugün bildiğimiz dünyanın belirli alanlarında artık yaşamın olmayacağı, diğer yerleri için de çok radikal değişikliklerin olacağı bir sınır. Paris Anlaşması'nda geçen 2 °C hedefiyse bu sınırın üstüne çıkma ihtimalinin ne hızla gerçekleşeceğiyle ilgili. Bu iki değer arasını hızla geçersek, geri dönüşün olması çok mümkün değil. Yani 1,5 °C’yi aşsak bile 2'ye kadar yavaşlayarak gelmek zorundayız, çünkü sonrası bilimsel tahminlerin ötesinde bir cehennem.

[3] Michael Truscello, Catastrophism and Its Critics: On the New Genre of Environmentalist Do-cumentary Film, Interrogating the Anthropocene, Ed. Jan Jagodzinski, Springer, 2018, pp. 257-275.

[4] 16 yaşındaki İsveçli Greta Thunberg’in başlattığı iklim için okul grevi bugün dünya çapında bir kitle hareketi. İngiltere’de başlayan Yok Oluş İsyancıları (Extinction Rebellion) da benzerleriyle dünyanın farklı yerlerinde karşılığını bulmakta. Extinction Rebellion hareketi birkaç aylık seferberlik ile Mayıs ayında İngiltere parlamentosunun iklim acil durumu ilan etmesini sağlamayı başardı.

[5] John Bellamy Foster, Brett Clark, The Robbery of Nature, Capitalism and the Metabolic Rift, Monthly Review, Vol. 70, No. 3, July-August 2018.

[6] Fevzi Özlüer, Bütün Mümkünlerin Kıyısındayız: Ekososyalist Bir Kır Kent Hareketine Doğru, Şubat 2013.

[7] Sema Duru Boran, Emperyalist Küreselleşme Evresi, Marksist Teori, Sayı 16, Temmuz-Ağustos 2015.

[8] Antroposen, dünyanın jeolojik çağlarının doğal akışından çıkılarak iki buzul çağı arasındaki tüm insan uygarlığının geliştiği Holosen’in yerini alan yeni jeolojik çağın adı. Bir konsensus olmasa da, bilim insanlarının büyük çoğunluğu 1945’te atom bombasının kullanılması ile başlayan dönemi Antroposen’in başlangıcı kabul ediyor. Bu çağda dünyanın coğrafi değişimleri insan faaliyeti tarafından belirleniyor ve verilere göre 6. büyük türlerin kitlesel yok oluşu başlamış durumda.

[9] En son Mart ayında Mozambik, Zimbabve ve Malavi’yi vuran kasırgada binin üzerinde insan öldü, yüz binlerce insan evsiz kaldı. Bangladeşli bilimcilerin araştırmalarına göre, önümüzdeki 30-40 yılda 30 milyon Bangladeşli her şeylerini kaybedecek. Güney Asya’daki 1,7 milyar insanın tamamı iklim değişiminin etkisi altında.

[10] İsveçli Svante Arrhenius 1896'da karbondioksit ile sıcaklık arasında bağ kuran ilk bilim insanıydı. 1912'de Popular Mechanics dergisinde, dünyada 2 milyar ton kömürün yakıldığı ve 7 milyar ton karbondioksit salındığı ve bunun sera etkisine yol açtığı belirtilmişti. Yine 1932'de Guardian'da çıkan haberde, buzulların erimesiyle deniz seviyelerinin yükselmesinden bahsediliyordu. (Önder Algedik, 23. İklim Zirvesi: 121 Yıllık Dejavu, Gazete Duvar, Kasım 2017.) 1960'larda Arrhenius'un ilkeleri kullanılarak ilk küresel ısınma hesaplamaları yapıldı. 1977'de ABD'li bilim insanları somut olarak sera gazlarının iklim değişimine yol açtığını bilimsel şekilde kanıtladıklarını açıkladı. O günden bu yana, başta Exxon olmak üzere tüm fosil yakıt devleri de bu konuda araştırma yapmakta ve etkilerini bilmekteydiler. 1988'de NASA uzmanı James Hansen, yüzde 99 kesinlikle iklim değişiminin insan kaynaklı olduğunu ve küresel bir iklim felaketine doğru gittiğimizi söylemişti.

[11] Jacobin dergisi kendini “Amerikan solunun politika, ekonomi ve kültür üzerine sosyalist perspektifler öneren lider sesi” olarak tanıtıyor. Derginin 2018 yaz sayısı, “Dünya, Rüzgar ve Ateş” alt başlığıyla, “technofix” derlemesi bir ekomodernizm özel sayısıydı.

[12] Erke Araştırmaları ve Mühendislik Şirketi tarafından 2006 yılında patenti alınan, sonsuz enerji ürettiği iddia edilen makine.

[13] “Egemen söylem, ekolojik krizin kendisini giderek esasen bir güvenlik meselesi olarak araçsallaştırmakta. Ekolojik krizin olası sonuçlarının masaya yatırıldığı ‘güvenlik’ odaklı senaryolarda iklim krizinin kontrolden çıktığı, okyanus seviyelerinin yükselmesi ve aşırı hava olaylarının ‘normalleşmesi’ nedeniyle milyonlarca insanın göç yollarına düştüğü, insanlığın su, gıda ve en temel insani ihtiyaçlarını karşılamak için bitimsiz bir çatışmaya sürüklendiği karanlık bir dünya...” Stefo Benlisoy, Bir Çıkış Stratejisi Hala Mümkün Mü?, Saha Dergisi, Sayı 5, Yurttaşlık Derneği, Ocak 2019.

[14] ABD, Çin, Hindistan, Rusya ve başlıca AB ülkelerinin hepsinin birden büyük bir dönüşümü olmadan, belki de zaten 2 °C’lik sınırın aşılmama ihtimali yok. Fosil yakıtlar yeraltında kalmalı derken, Prens Bin Salman’ı buna ikna edecek bir güç olduğuna inanan var mı?

[15] Carmelo Ruiz-Marrero, An Agrarian Progressive: Henry A. Wallace, Synthesis/Regeneration: A Magazine of Green Social Thought, 59: 9-13. Hibrit tohum sayesinde ABD’de 1950-80 arasında mısır ihracatı 20 kat arttı.

[16] Genetik bilimci Richard Lewontin’e göre, 10 bin yıllık doğal polenleme konusunda bilinçli bir şekilde hiçbir çalışma yapılmadı. Bu tarımsal üretimde doğanın hızına uymanızı gerektiren bir yöntem olurdu.

[17] Daniel Tanuro, Green Capitalism: Why It Can’t Work, Palgrave Macmillan, 2018.

[18] Özellikle iklim mühendisliği yöntemleri Negatif Salınım Teknolojileri (NET), Karbon Dioksit Çekme (CDR) ve Sera Gazı Çekme (GGR) teknolojileri, Solar Işın Yönetimi (SRM), Biyoenerji ile Karbon Yakalama ve Saklama (BECCS) gibi bir dizi farklı gruba ayrılıyor.

[19] ABD’deki Silikon Vadisi şirketleri Pentagon ile ortak projeler geliştirmektedir. Yine Bill Gates ve Elon Musk gibi zenginler bu projelere sermaye aktarmaktadır.

[20] BM'nin raporuna göre, 2014'ten bu yana Brezilya, Endonezya ve Malezya'da İngiltere'nin 5 katı büyüklüğünde tropikal orman et, biyoyakıt, soya ve palmiye yağı üretimi için yok edildi.

[21] BECCS teknolojileri en çok kaynak aktarılan teknolojik çözümdür. IPCC’nin hesaplamalarında atmosferdeki karbonun azaltılmasında kullanılmasını öngördüğü başlıca teknolojidir.

[22] İlk olarak 1965’te ABD Bilimsel Danışma Komitesi tarafından önerildi. 9 yıl sonra SSCB’de Mikhail Budyko tarafından da önerilmiştir.

[23] Robert Gross, Imperial College London.

[24] Karbon ticareti esasen bir karbon salınımı üst sınırı belirleme ve bir karbon piyasası oluşturmadır (cap-and-trade). Buna göre, her sanayi belirli bir düzeyde kirletme (karbon salınımı yapma) hakkına sahip olarak başlar. Eğer üretim kapasitesini artırarak daha fazla salınım yapar hale gelirse, diğer şirketlerden ek kirletme hakkı satın alabilecektir. Ayrıca yenilenebilir enerjiye geçerek kendi kirletme hakkını başkasına satabilecektir. Bunun bir biçimi olan REDD (Ormansızlaştırma ve Orman Kaybından Kaynaklı Emisyon) belki de karbon ticaretinin en hastalıklı yöntemiydi. REDD, orman alanlarında yaşayan yerlileri yerlerinden etmeyi şart koşarken, zengin ülkelerin diğer ülkelerden ormanları kesmemeleri karşılığında kirletme haklarını satın alabilmelerini sağlıyordu. Tüm karbon ticareti uygulamaları tekellerin etrafından dolaşabileceği yasal boşluklar sunuyor, fosil yakıt kullanımını azaltmıyordu.

[25] Tanuro’ya göre, fosil ve yenilenebilir kaynaklar arasındaki maliyet farkına bakınca, ton başına 600 dolar bile yeterli olmayacak. Ki bu eğer doğrudan tüketiciye yansıtılacaksa, sermaye tarafından kabul edilecektir. Maliyetlerin bu şekilde içerilmesi ekolojik olarak yetersiz, toplumsal olarak sürdürülemezdir.

[26] 2021’den itibaren uygulamaya konulması gereken kapsamlı bir plan olan bu önergenin amacı, planı hayata geçirmek için gereken yasal değişikleri talep eden bir kitle hareketi oluşturmak. 2020’deki ABD başkanlık seçimlerinde DSA grubunun adayı Bernie Sanders’ın ana seçim kampanyasını bu oluşturacak.

[27] YYA’nın taleplerinin başlıkları şöyle: 2030’a kadar ekonominin tamamen karbondan arındırılması. Ana enerji sistemleri ve kaynakları üzerinde demokratik kontrol. Adil bir dönüşüm için işçi sınıfının merkeze alınması. Temel ihtiyaçların meta olmaktan çıkarılması. Kar için değil, insanlar ve gezegene hizmet edecek yerel toplulukların yeniden inşası. Demilitarizasyon, sömürgesizleştirme, enternasyonal dayanışma ve işbirliği içinde bir geleceğin teşviki. Kaynakların en çok kirletenlerden alınıp yeniden dağıtılması.

[28] John Bellamy Foster, dev fosil yakıt tekellerinin ve fosil temelli sanayide trilyonlarca dolarlık yatırımı olan sermayenin karbondan çıkışa nasıl ikna edileceğini sorguluyor.

[29] Daha iyi yaşamın kaynağı nedir, kriterleri nedir? Herkesin arabası olması mı, akıllı telefonu olması mı, 24 saat aydınlatılmış sokaklar mı? Sosyalistler toplumsal ihtiyaçlar sınırsızdır diyemez; zamanla birlikte toplumsal ihtiyaçlar değişir, farklılaşır, ama hiçbir zaman sınırsız değildir, buradaki sınırı bilinçli insan faaliyeti belirler. Üretim ilişkilerini doğaya uyumlu olacak şekilde düzenlemiş ve demokratik merkezi bir planlamayla toplumsal ihtiyaçlarını toplumun ve doğanın sürdürülebilirliği üzerinden belirlemiş bir insan faaliyeti. Kapitalizmin güdülediği ihtiyaçlara, derin ekolojistlerin marksizme haksız şekilde yönelttikleri üretimci-ilerlemeci eleştirilerini haklı çıkarır cevaplar sunmamalıyız.

[30] Kapitalizmin varoluşsal krizinde hegemonyalarını korumak için ABD’li dünya tekellerinin sarılmak zorunda kaldıkları Trump’ın ekolojik anlamda dünyaya vereceği zarar elbette daha çok olacaktır, ancak selefi Obama’dan öyle fazla farkı da yoktur. Obama neoliberal piyasa koşulları aracılığıyla hegemonyayı devam ettirmek isterken, dünyadaki en büyük karbon salınımını yapan devasa askeri sanayisini geliştirmeyi sürdürdü; bir yandan yenilenebilir enerji piyasasını (ekolojik saiklerle değil, kar amacıyla) genişletirken, bir yandan da kaya gazı ve katran kumlarının kullanımına onay verdi. “Tam teknolojik gelişmeler günü kurtaracaktı ki, Trump geldi ve işleri bozdu” tamamen geçersiz bir önermedir.

[31] Önder Algedik, Sarı Yeleklilerin Meselesi İklim Meselesi, Gazete Duvar, Aralık 2018.

[32] Aykut Çoban, Ekoloji Mücadelesinde Strateji Tartışması: “Yine dene yine yenil” nereye kadar?, birartibir.org, Temmuz 2018.

[33] Andreas Malm, Revolutionary Strategy in a Warming World, climateandcapitalism.com, 2017. Hareketlerin hareketi bu konuda bir kapı açsa da, somut bir eylem planı çıkarmadaki eksikliği nedeniyle başarısız olacaktır.

[34] Sinan Eden, İklim Krizi ve Yaptırmamak, Doruk Yayınları, 2015.

[35] Revolutionary Studies and Left Americana ekibi, ekolojik hareketlerin içsel (bilinç ve radikallik düzeyi, hareket içindeki ulusal kimlik gibi ayrım noktaları) ve dışsal (toplumun sosyoekonomik gelişmişliği) koşullarla belirlendiğini ve bu koşullar nedeniyle sosyalistlerin taktik ve stratejilerinin belli olmadığını, ancak hareketler içinde bu koşulların değişimiyle geliştirileceğini iddia ediyor. Şöyle katkı sunabiliriz: Sonuçta esas ayrışma, yapılacaklar konusunda değil, bunlara nasıl gidileceğiyle ilgili. Devrimci bir çizgi, devrimci bir politik mücadele ve örgütlenme oluşturmadan, bu en radikal taleplerin salt kitlesellikle başarılabileceğini düşünmüyoruz. Ama kitleselliğin de bu hareketin en kritik ve en güçlü yanı olacağını düşünüyoruz.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi