Kapitalizm Tükendi / Sosyalizm: Yeniden, Daha Güçlü

2007 Ağustosu’nda konut kredi piyasasında bunalım olarak baş gösteren, 2008 Ocak ayında ikinci bir patlamayla yeni bir evreye ulaşan ABD merkezli mali kriz, Eylül 2008’ten itibaren dünyayı saran bir ekonomik krize doğru evrildi. Görüldü ki; uzun bir sürece yayılan bunalım sınırlı bir para sermaye, borsa krizi değil, burjuva üretimin bütün çelişkilerinin kolektif olarak patlak verdiği dünya pazarı bunalımı(1), bir başka deyişle dipteki çelişkilerin su yüzüne çıktığı kapitalizmin genel bunalımıdır.

Son 30 yıldır sistemin üzerine inşa edildiği temel kurumsal yapılar ve politikalar infilak etti. Kapitalizmin asırlık finans kurumlan peş peşe battı. Piyasanın hiçbir gücün müdahalesine gerek olmadan kendi kendini dengeleyeceğine dair yüksek perdeden zikredilen zırvalar bir anda unutuldu; kapitalistlerin ortak yönetim kurulu devlet aman-aman yardıma çağrıldı. ABD Hükümeti son 5 yıldır Irak işgali için sarf ettiği harcamadan daha büyük bir miktarı “kurtarma paketi” adı altında kongreden ite kaka geçirerek kapitalistlerin emrine sundu. Onu İngiltere, Almanya, Belçika, Hollanda, İzlanda ve diğerleri takip etti. ABD’den sonra AB ülkelerinde de mevduata verilen güvence sınırı yükseltildi. Toplumu soyarak zenginleşenler bir kez daha ellerindeki devleti kullanarak bunalımın yükünü toplumun sırtına yıktılar; “kârlar özel zararlar toplumsal” kuralı burjuva üretim tarzının varlık biçimi olarak bir kez daha işledi.

İkiz Kuleler büyük bir gürültüyle yerle bir olduğunda, uçakların çarpmasıyla oluşan yüksek ısının binayı ayakta tutan çelik iskeleti zayıflattığı, bunun sonucu olarak katlarının üst üste yıkılmasıyla gökdelenlerin “katlı etki” denen bir biçimde çöktüğü açıklanmıştı. Eylül’de yaşanan kriz de bu çöküşü andırıyor. ABD dünya ekonomisinin ikiz kuleleridir. Finans tekelleri de kapitalist emperyalizm piramidinin en tepe noktalarını işgal etmektedirler. Şu sıra finans tekellerinden başlayarak katlar üst üste çökmektedir. Aynı benzetmeyi ABD ve dünya ekonomisi ilişkisine uygulayabiliriz. En üstte ABD ve en gelişmişlerinden başlayarak diğer ülkeler onun altında sıralanmaktadır. Dünya pazarı hiç olmadığı kadar bütünleştiği için ABD’nin çökmesi halinde diğerlerinin onun ağırlığını taşımaları mümkün değildi.

Yaşanagelen ekonomik depremi salt bir ‘‘mali kriz”, dar anlamda bir para-sermaye krizi olarak tanımlamak sadece eksik değil aynı zamanda yanlıştır. Krizin finans sektörünü vurması ona kısıtlı bir “mali” tanımı vermeye yeterli kanıt oluşturamaz. Krizin tetiği mali sektörde çekilmiştir ve bunun başka türlü olma olasılığı yoktur. “Para bunalımları -gerçek bunalımlardan bağımsız(2)(a) ya da bunların yoğunlaşmış şekli olarak(b)- kaçınılmazdır”. Kredinin kapitalist üretimde egemen olmasından bu yana bütün bunalımlar ilk anda bir para bunalımı olarak baş gösterirler. Sermayenin aşın üretimi ilk başta kendini ödemelerdeki tıkanıklıkta göstermektedir. Önce ödemeler zinciri kopar, yükümlülükler yerine getirilemez, güven sarsılır vb. sonuç: Gerçek bunalım.

Eylül krizini gerçek bunalımlardan bağımsız sınırlı bir “mali kriz” olarak niteleyenler, sanki bütün sorun, birkaç finans kumarbazının, para madrabazının, borsa simsarının gözü dönmüş para hırsından kaynaklanıyormuş gibi göstermektedirler. Onlara göre bu çılgınlığa çeki düzen verildiğinde sorun da aşılmış olacaktır. “Neoliberalizmin bunalımı” tanımı için de benzeri vurgular yapılabilir, zira “neoliberalizm krizi” ile değil düpedüz emperyalist küreselleşme krizi ile karşı karşıyayız. İflas eden neoliberalizm politikaları değil burjuva üretim tarzıdır. Kapitalizmin damarları tıkanmıştır. Onun artıdeğer sömürü mekanizmaları ağır hasarlıdır. “Mali kriz” ve “neoliberalizmin bunalımı” tanımlamaları tekelci kapitalizme, emperyalist küreselleşmeye doğrudan hücumu engellemeyi amaçlanan ideolojik barikatlardır. Bu aynı zamanda 'aman, krizin daha fazla derinleşmesini engelleyelim, toplum fatura neyse ödesin aksi takdirde herkes altında kalır, aynı zamanda faşizm gelir, var olanı korumaya fit olalım” çağrısının maddi zemini oluşturmaktadır. Yine aynı doğrultuda ölü sosyal demokrat politikalarla emekçileri aldatma peşinde olanlardan da söz edilebilir.

Krizin henüz bütün yönleriyle yıkıcı etkisini tam göstermemesi, yani henüz bütün sektörleri tam olarak girdabına almamış olması, ya da henüz dünyayı altüst edecek bir şiddete erişmemiş olması, gerçeği zerrece değiştirmez. ABD’de önceki yüz milyarlarca dolarlık müdahale paketleri yetmediği için yürürlüğe konan 850 milyar dolarlık kurtarma paketi, kabul edilişi sırasındaki bütün tantanaya rağmen ancak sınırlı bir etki yarattı. Bu paket, krizin ağırlığı karşısında ancak düşmenin hızını yavaşlatabilirdi, nitekim öyle oldu. Yere çakılmak ise mukadderat. Bugünlerde Wall Street civarındaki meyhaneler ve kiliselerin her zamankinden çok daha fazla dolup taşması bu kaçınılmaz yazgının ifadesi olsa gerek.(5)

Elbette bunalıma bir müdahale biçimi olarak piyasaya para sürmek paniği hafifletebilir. Ama bu ancak bunalımın sınırlı bir para bunalımı olması, ya da parayı sürenin kredisi sarsılmadığı müddetçe gerçekleşebilir. Eylül krizine böyle bir müdahalenin işe yaramayacağı 2007 Ağustos ve 2008 Ocak’taki krizlere bu yönde yapılan müdahalelerin işe yaramamasından belliydi. Yaramadı, çünkü ne kriz sınırlı bir para bunalımıdır ne de ortada kim senin kimseye güveni kalmıştır. Araba durmuştur ama sebebi benzinin bitmesi değil motorun teklemesidir.(c)

Burjuva İdeolojisinin İflası

ABD’de ve Avrupa’nın birçok ülkesinde batık şirketlerin devlet tarafından kurtarılması ya da krize yönelik devlet müdahalesinden yola çıkılarak bu devletçi girişimlerin “sosyalist” olarak nitelenmesine ne demeli?! En liberalinden en muhafazakârına birçok burjuva aydın, hatta Anglikan Kilisesi bile Marks’ın haklı çıktığına dair fikir beyan ettiler. “Marks haklı çıktı” başlığıyla hiç olmadığı kadar çok makale yayınlandı, demeçler verildi. Ne oldu, şeytan imana mı geldi?!

Şeytanı bilemeyiz ama burjuva üretim tarzının geleceğine dair umutların dumura uğradığı açık. Bir de gerçekler öyle kör kör parmağım gözüne ki, hiç kimse görmezden gelemez. Kapitalizm tel tel dökülüyor, tükeniyor, hal böyle olunca çare arayışı, yeni sisteme dair tanımlamalar her yanı sarıyor. Tanımı yapanlarının burjuva olması, yalan yanlış şeyler söylemiş olmaları gerçeğin asıl yönünü teşkil etmez. Çünkü aslolan, artık kapitalizmle eski biçimde yürünemeyeceğinin yüksek sesle itiraf edilmek zorunda kalınmasıdır.(d) Ekonomik kriz yalnızca kapitalist şirketleri değil burjuva ideolojisini de iflasa sürüklemektedir. Eşyanın tabiatına uygun bir gelişmedir bu; kendisini var eden toplumsal maddi temellerle birlikte düşünüş sistemi, ideolojik kalıplar da alt üst olur; yıkıntılar yeni fikirlerin filiz vermesine zemin oluşturur.

Gel gör ki; bu kez burjuva düşünürler “yeni şeyler” söylemek yerine “eski hikâyeler”den dem vurmaya başladılar. Yıllar önce davul zurnayla gömdükleri “sosyalizm”i şimdilerde matem marşıyla diriltip, kapitalist düzenin yıkımını engelleyecek destek kalası olarak kullanmak istiyorlar. Onların “sosyalizm” diye tarif ettikleri şeyin sosyalizmle uzaktan yakından ilişkisinin olmadığını biliyoruz elbette! Ama bugüne değin küçümsemeyle, hatta tiksintiyle ağızlarına aldıkları ve olur olmaz da tükürme isteği hissettikleri bu kavramı dillerine dolamaları tesadüf olmasa gerek. Söyleyene değil söyletene bak!

Üretiminin toplumsal niteliği öyle bir noktaya ulaşmıştır ki; üretim araçları üzerindeki burjuva özel mülkiyet, üretici güçlerin gelişmesinin önüne bugüne kadar hiç olmadığı düzeyde öylesine büyük bir engel olarak dikilmiştir ki; yalnızca tıkanan değil, düpedüz çürüyen burjuva üretim tarzının damarlarını “bırakınız yapsınlar”la işlevsel kılma olanağı öylesine ortadan kalkmıştır ki, akla toplum adına kolektif müdahaleden başka bir şey gelmemektedir. Bu burjuva ideolojik tükenişin acı bir itirafıdır. Kapitalist üretim ilişkileri temeli üzerinde “devlet sosyalizmine dair burjuva gevezeliklerin altında yatan gerçek neden budur.

Devlet Tekelci Kapitalizmi Diriltilebilir Mi?

1929-1930 büyük ekonomik buhranı da kapitalist ekonomiyi yerle bir etmişti. Ekim 24’de New York borsası çökmüş, bir yıl sonra kriz Avrupa’yı sarmış, 1931 Mayıs-Haziran’ında Avusturya ve Alman bankaları havlu atmış, Eylül’de de İngiltere bunalımın girdabına takılmıştı. Finans sektöründe tetiklenen kriz her yeri sarmış, muazzam üretim düşüşleri ve ticaret daralması ile ekonomiyi felç etmişti. Kapitalist dünya krizle boğuşurken, SSCB aynı dönemde tarihte görülmedik bir ekonomik büyüme yaşıyordu. Toplumsal mülkiyete dayalı planlı ekonomi büyük zaferler kazanıyordu. 1933’te ABD’de Roosevelt’in seçimi kazanmasıyla New Deal(e) politikasına geçildi. Ekonomi piyasaya terk edilmeyecek, kapitalist temel üzerinde planlı ekonomi uygulanacaktı. İlk iş olarak bankalar kapatıldı ve sadece “sağlıklı” olanların yeniden açılışına izin verildi. Ardından devlet eliyle hidrolik santraller inşa edildi, sanayi tesisleri kuruldu. Sulama tesislerinin yapılması, nehir yataklarının düzeltilmesi vb. çalışmalara girişildi. Üretim kısıtlamalarına karar vermek ve fiyat kararlaştırmaya dair devlete yetki veren yasalar çıkarıldı. Bu, önceki dönemde kapitalizme dair söylenen her şeyin kapitalizm içinde reddi anlamına geliyordu. Ekonomik çöküntü ve sosyalizmin başarıları burjuva dünyayı yeni arayışlara itmişti.

Kapitalist buhranın keskinleştirdiği çelişkiler ve SSCB’nin büyük başarıları 2. Paylaşım Savaşının ana gerekçelerini oluşturdu. Savaş sonrasında sosyalizm ideolojik-politik etkisi kadar, coğrafi sınırlarını da genişletmişti. Diğerlerine kıyasla ABD savaştan çok az yara alarak çıkmış, savaş sonrası kapitalist dünyanın efendisi haline gelmişti. Kapitalist dünyanın ayağa kaldırılması ve sosyalist gelişmenin sınırlandırılması ve bu yoldan giderek yıkıma itilmesi emperyalizmin başlıca hedefiydi. Ekonomiye devlet müdahalesi olmadan “ayağa kaldırma”nın, bir an önce gerçekleşmesinin olanağı yoktu. ABD’den akan sermaye, bu devlete dayalı ekonomik inşa için önemli bir finans kaynağıydı. Bu “devletçilik” kaçınılmazdı zira bireysel kapitalistlerin devletin üstlendiği işlevi üstlenecek, savaş yıkımını onaracak kadar sermaye birikimleri yoktu. Aynı zamanda SSCB’ye duyulan derin sempatiyi zayıflatmak için de alt yapı hizmetlerinin geliştirilmesi kadar, emekçilerin yaşam düzeyini yükseltmeye yol açacak önlemlerin de bir an önce alınması gerekiyordu.

Burjuva ekonomi 1974’te bir kez daha derin bir kırılma yaşadı. Buna karşın “refah yılları” kapitalist tekelleşmenin çok daha yoğunlaşmasına neden olmuştu. Kapitalist krizi aşmanın yolu devletin üretim-ticaret-finans alanlarından peyderpey çekilerek buraları özel işletmelere devretmesi olarak görüldü; elbette uluslararası ticarete getirilen kısıtlamaların aşılması ve emekçilerin kazanmalarının gasp edilmesi de aynı politikanın unsurlarıydı.

Bugünkü burjuva devletlerin krize müdahalesi, 1930’lar ABD’sine ya da 1960’lar Avrupa’sına bir geri dönüş olarak değerlendirilebilir mi? Hayır, bu olanaksız. Her şeyden önce kapitalist gelişmenin kaldıracı olabilecek bir burjuva dünya liderliğinden hali hazırda söz edilemez. ABD’nin durumu ortada ve onun geçmişteki rolünü oynayacak yeni bir oyuncu da henüz ortada yok. İkincisi -ki sorunun esasını teşkil eder-, devlet önceki dönemde üretim araçlarının merkezileştirilmesinin hızlandırılması için bir manivela görevi görmüştü; bugün sorun üretim araçlarının merkezileşmesinin görece düşük düzeyde olması değil ki. Gelişmiş kapitalist ülkelerde küçük üretimin hemen hiçbir öneminden söz edilemeyeceği gibi, dünya tekelleri haline gelmiş devasa kapitalist birlikler, dünya üzerindeki birçok devletten daha çok üretim ve ticaret yapmaktadır. Bismarck dönemi Almanyası’nda uygulanan devlet kapitalizmi, gecikmiş Alman kapitalizmine hız katarak onu diğer gelişmiş ülkelerle rekabet eder duruma getirdi; 2. savaş sonrası Avrupa’da ise devlet kapitalizmi SSCB’ye karşı Avrupa’nın hızla toparlanmasına hizmet etti.

Sorun artık, ne yaygın küçük üretim, ne de sermayenin merkezileşme düzeyindeki yetersizliktir. Bir başka deyişle, daha büyük işlere girişmek için sermaye birikiminin yetersizliği sorunu yoktur. Tam aksine, sermayenin aşırı birikiminden söz edilebilir. Sorun, sermayenin genişletilmiş yeniden üretim mekanizmalarının tıkanan damarlarının artık kapitalist yoldan açılması imkânlarının tükenmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenledir ki; şirketlerin devlet mülkiyetine geçmesi, durumda özsel hiçbir değişiklik yaratmaz.(f) Genişletilmiş yeniden üretim mekanizmalarındaki tıkanıklığı gidermenin yegâne yolu üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermektir. Üretici güçlerin gelişmesi için muazzam bir birikim vardır ama bu birikim burjuva amaçlara hizmet etmediği müddetçe bütünüyle kullanılmamaktadır. Sorun üretici güçlerin yetersizliği değil, onların sermaye tarafından gemlenmesidir.

Emperyalist küreselleşmeye ön gelen ve “bilimsel teknolojik devrim” denilen üretimde teknik yenilenme süreci, kapitalizmi şaha kaldırmak bir yana, sanayi üretiminin büyüme oranlarındaki düşmeyi dahi durdurmamıştır. Aksine, sanayideki bu teknik gelişmeler, kâr oranlarını daha aşağıya çektiği gibi, buna bağlı olarak büyüme oranlarındaki düşüşü de hızlandırmıştır.

Kapitalist ekonomilerin yıllık küresel büyüme hızı ortalaması:

60'larda: %3.5

70'lerde: %2.4

80'lerde: %1.4

90'larda: %1.1 olarak gerçekleşmiştir.

Aynı dönemde Fortune dergisinin sınıflandırmasıyla dünyanın en büyük 500 şirketinin (Fortune 500) kâr oranları şu şekildedir:

1960-69: 7.15

1980-90: 5.30

1990-99: 2.29

2000-02: 1.32

Kâr oranlarındaki bu düşüş eğilimiyle ekonomik büyümedeki düşüş oranları kuşkusuz birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır; zira kapitalizm kâr için üretim demektir. (6)

Spekülasyon kapitalizmin ruhudur

“Yatırım” bankaları olarak adlandırılan; gerçekte tek işi değerli kâğıt spekülasyonu olan bankaların tamamı çökünce, bir dönemin kapandığı ilan edildi. Bu mümkün mü?

“Faiz getiren sermaye ve kredi sistemindeki gelişmeyle birlikte bütün sermaye kendisini çiftleştirmiş ve bazen de üçleştirmiş gibi görünür” der Marks.(7) Burada “bütün sermaye” vurgusuna dikkat edilmelidir. Bugün faiz getiren sermayenin ve kredi sistemindeki gelişmenin hangi boyuta ulaştığını tartışmak bile gereksiz. Marks’ın “çiftleştirilmiş ya da üçleştirilmiş gibi görünür” diye tanımladığı durum verdikleri 2 ya da 3 dolarlık kredi karşılığında bankada gerçekte yalnızca 1 dolar emniyet karşılığı olması anlamına geliyordu.

“Bear Sterns geçen yıl çöktüğünde l’e 26 kaldıraç oranı kullanıyordu. Hedgie Carly Capital havaya uçtuğunda l’e 32 oranına sahipti. Fennie and Freddie nihayet ABD Hazinesi tarafından devralındığında ise bu kafadarlar l’e 80 oranında kaldıraca sahipti, yani kredi olarak verdikleri her 80 dolar için 1 dolarlık sermaye emniyet karşılıkları vardı.”(8)

Hayali sermaye, yani aynı sermayenin birden çok kez varmış gibi görünmesi, faiz getiren sermaye ve kredi sisteminin ortaya çıkmasından bu yana vardır.(g) Yine de l’e 20-30, hatta l’e 80 türeve ulaşması emperyalist küreselleşmesin ürünüdür. Hayali sermayenin bu kadarı salt piyasa kontrolünün zayıflığı ile izah edilemez. Kapitalistler yatırdıkları sermayeyi hangi yoldan olursa olsun, en çabuk ve en çok genişletme eğilimi içindedirler. Bu nedenledir ki “değerli kağıt spekülasyonu” salt spekülatör (yatırım) bankalarının işi değildir. Kolay ve hızlı yoldan para kazanma söz konusu olduğunda hiçbir kapitalist böyle bir olanaktan kendini yoksun bırakmazdı. En büyük mevduat bankalarından en büyük sanayi tekellerine kadar kapitalist şirketler, bu spekülasyon köpüğünden “faaliyet dışı kazançlar” adı altında sermaye güçleri oranında beslendiler. Öyle ki; bu biçimde elde ettikleri gelir kimi zaman “esas faaliyet kârları”nın üzerinde görünüyordu. Değerli kağıt spekülasyonu kapitalizmin bütün hücrelerine sinmeseydi spekülasyon köpüğü bu düzeye ulaşabilir miydi? Bu piyasa 10 yılda yüzde 825 büyüyerek 610 trilyonluk, bir başka deyişle dünya GSMH’sinin 10 katı büyüklüğünde bir köpük oluşturdu. Türevin türevinin türevi... Kâğıtları sigortalama kâğıtları piyasası bile 58 trilyona dayanarak dünya GSMH’sını yakalamıştı.

Peki, bu kadar büyük şişkinlik neden oluştu? Miktarından değil değer büyüklüğünden bahsettiğimiz müddetçe paranın kaynağı artıdeğerdir. Gerçekleştiği, yani paraya dönüştüğü oranda artı değer kütlesinin büyümesi, kredinin genişlemesine yol açar.(h) Para çoğalır. Artıdeğer kanalları tıkandığında da para fazlası görülür.(ı) Ama bu durumda artık “çok”luktan değil “fazlalık”tan bahsedilebilir. Bunun nedeni paranın yatırıma dönememesi ve aşırı birikmiş sermaye haline gelmesidir. Her iki durum da kendi başına bugünkü durumu izah etmeye yetmez. Çünkü artıdeğer kanatlan ekonomik-politik-ideolojik şiddet araçları ile burjuvazi tarafından olabildiğince açılmıştır. Buna karşın sermaye “çok”luğu değil “fazlalığı” ortaya çıkmıştır. Vahşi sömürüden elde edilen kâr, genişletilmiş üretime dönmesi halinde eskisinden daha az kâr getirmekte; bundan dolayı da sermaye, üretime akmak yerine çok daha yüksek kârlar elde edebileceği spekülasyona hücum etmiştir.

Birikmiş fazla sermayeye hükmeden kapitalistlerin hücum ettiği her piyasada köpükler yarattığı, bu köpükler patladığında milyonlarca emekçinin ve küçük sermaye sahiplerinin birikiminin bu yoldan büyük sermayeye eklendiğini tespit etmek zor değil. ABD’de banka borçlarını ödeyemediği için evlerini kaybeden sayısız insanı anımsamak yeter. Tarım ve hammadde fiyatlarında yaratılan spekülasyonun(i) alım güçleri zaten düşük olan dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca emekçiyi bir anda açlıkla karşı karşıya getirdiği, yakın dönemin tanıklıkları arasındadır.

Bazıları spekülatif sermaye üzerindeki kontrolü sıkılaştırarak sorunların üstesinden gelinebileceğini ileri sürüyor. Ne büyük bir yanılgı! Sorunun kaynağı sermayeye dayalı üretimin kendisidir. “Fazla” parayı nasıl gemleyebilirsiniz ki. Bu para mutlaka bir yerlere akacak. Onu kontrol altına almak suretiyle genişletilmiş yeniden üretime yönlendiremezsiniz, çünkü o alanda yeterince genişleme yeteneği göstermediği için “fazlalık” haline gelmiştir. Onu derdi “çok” olması değil, “fazlalık” olmasıdır.

Emeğin Üretkenliği Yerine Yoğunluğu

Bir yandan kronik sermaye fazlalığı görülüyor, ama diğer yandan bu fazlalığı daha da artıran ya da sürekli kılan genişletilmiş yeniden üretim genişleme oranı azalarak da olsa devam ediyor. Peki, nasıl oluyor bu?

Kapitalist üretimin geldiği bugünkü aşamada üretim artışı, emeğin üretkenliğinin yükseltilmesinden çok emeğin yoğunlaştırılmasından kaynaklanıyor. Bu demektir ki; emeğin üretkenliğinde önemli bir artış olmaksızın, belirli bir süre içinde emeğin harcanmasında artış gerçekleştirilmiştir. “Verimlilik” yükselişinin asıl kaynağı budur. Emeğin yoğunluğundaki artışla birlikte, tıpkı emeğin üretkenliğindeki artış gibi aynı süre içinde eskisinden daha çok ürün üretilmiş olur. Fark şuradadır: Emeğin üretkenliği arttığında belli bir değer daha büyük bir ürün kitlesine dağılır, böylece ürünün değeri azalır; emeğin yoğunluğu yükseltildiğinde ise aynı değerde daha fazla ürün elde edilmiş olur, ürün başına değer azalmaz.(13) Emeğin yoğunluğunu artırmak suretiyle kapitalist aynı ücreti ödeyerek ama işçiyi eskisinden daha çok çalıştırarak çok ürün üretilmesini sağlar. Kapitalistin emeğin üretkenliği yerine yoğunluğunu artırmaya yönelmesi, emeğin üretkenliğini artırma, yeni daha seri üretim yapan makinelere, teknolojiye yatırım yapması halinde eskisi kadar kâr elde edemeyeceğini bilmesinden kaynaklanır. Bu nedenle o, bilimi-teknolojiyi üretime daha çok uygulayacağına, işçiyi daha yoğun çalıştırmaya yönelir. Emeğin üretkenliğinin artması halinde meta bollaşır ve ucuzlar, meta başına artıdeğer azalır ama meta kitlesi eskisinden çok daha yüksek olduğu için toplam artıdeğer kitlesi artar. Kimin makinesi aynı süre içinde daha çok çıktı üretme yeteneğinde ise o kapitalist herkesten daha çok kâr elde eder, emeğin üretkenliğini en çok artıran, yani bilimi teknolojiye diğerlerinden daha yoğun uygulayan kapitalist artı kârları cebe indirir. Bu durumda üretim teknolojisini geliştirmek rekabetin başlıca konusu olur. Emeğin yoğunluğunu artırma çabasında ise rekabet aynı süre içinde işçiyi daha çok çalıştırmaya odaklanır. Bunun yanı sıra işgününü uzatmak, ücretleri düşürmek artı değeri yükseltmenin başlıca metotları haline gelir. Kapitalizmin son 20-30 yıldır temel eğilimi bu yöndedir. Bu onun tarihsel tükenmişliğinin en açık göstergesidir. Sömürü olağanüstü boyutta ama elde edilen kârlar genişletilmiş yeniden üretime yeterince akmayınca mutlak sermaye fazlası, sadece bunalımlarda görülen bir olgu olmaktan çıkarak kronik bir nitelik alıyor. Ve elbette kronik işsizlik gibi süreğen ve yaygın yoksulluk da manzarayı tamamlıyor, hem de ekonomik göstergeler en iyi durumdayken. Sonuç: Üretime dönmeyen bu sermaye sınır tanımazcasına spekülasyona koşuyor.

Teknolojik İlerlemeye Ne Demeli?

Elbette teknolojik gelişme var ama bu sermayenin birikim düzeyine oranla çok yavaştır. Sermaye teknolojiyi geliştirme enerjisinden, ya da ateşinden giderek daha çok yoksun kalmaktadır. Çünkü teknolojik gelişmeyi hızlandırması halinde kâr oranındaki düşüşü, kâr kitlesini artırarak telafi etme olanağından yoksundur. Yine de günlük yaşamında değişikliğe neden olan teknik ilerlemeye bakarak bir teknolojik devrim yaşandığını düşünen olabilir. Bu bir yanılsamadır. Evet, teknik gelişme olduğundan kuşku duyulamaz ama bu gelişme her şeyden önce dengesizdir. Biraz dikkatli bakıldığında görülecektir ki, teknolojik ilerleme ulaşım ve iletişim alanında yoğunlaşmaktadır. Daha tam ifadeyle: Üretim alanında emeğin yoğunluğunun, dolaşım alanında emeğin üretkenliğinin öne çıktığından söz edilebilir. Fabrikada emeğin yoğunlaştırılması ile elde edilen üretim artışının en uzak pazarlara, en hızla ulaşmanın sağlanması için teknolojik atılım kaçınılmazdır. Meta dolaşımındaki hızlanma, ticaretin yoğunlaşması ve elbette ticari işlemler, borsa giriş-çıkışları ve başkaca sermaye akımlarının da hız kazanmasını zorunlu kılar.

“Haftanın yedi günü çalışıyorduk ve yılda sadece üç boş günümüz vardı. Her gece saat 10’a kadar mesai yapıyorduk... Yorulsanız ve boynunuzu esnetmek ya da çevreye bakmak isterseniz yapamazsınız. Etrafınıza bakmanıza bile izin vermezler.”(14) Bir Çinli işçinin dilinden işte emeğin yoğunluğu! 2007 Eylül itibariyle Çin’de ortalama ücret 188 dolardı (1390 yuan). Yılda 130 bin Çinli işçi, iş kazalarında hayatını kaybediyordu. İşte vahşi kapitalizm! 1990-2000 yılları arasında Çin’e yılda ortalama 30 milyar dolar sabit sermaye yatırımı yapılırken 2005 yılında bu rakam 72 milyar dolara çıkmıştı.(15) İşte ucuz işgücüne hücum!

Eskiden gemiler 5-6 bin civarında konteynır taşıyabiliyorken artık 10 binlik kapasiteye çıkmaya başladılar. Airbus hem daha düşük yakıt harcayan hem de normalden daha fazla yolcu taşıyan ve koltuk başına maliyeti yüzde 15 düşüren A.380 modelini yarattı.(16) İşte teknolojik devrim! Tuzla tersaneleri çarpıcı bir örnektir. En ilkel şartlarda en modem gemiler böyle üretiliyor.

Bilgisayar ve komünikasyon teknolojisindeki gelişim bütün göz alıcılığına karşın tıkanıklık içindedir. “Teknoloji balonu”nun 2001’de ABD’de nasıl patladığı hafızalardaki yerini koruyor hala. Bilgisayar teknolojisi üretime yeterince uygulanmadığı ya da sermaye bu yönde yatırıma yönelmediği için gelişememe sancısı ile kıvranıp duruyor. Bunun finans krizi ile bir ilgisi yok. “Finans krizinden daha önce teknoloji devlerinin adeta ‘inovasyon’ (yeni fikir) krizine girdiğini belirtiyor” uzmanlar. Peki neden? “Teknoloji firmaları gelecek projelerinden daha çok parasal anlamda kısa vadeli, geri dönüşü daha hızlı yatırımlara ağırlık” verdikleri için.(17)

Demek ki bir “teknoloji devrimi”nden değil bir teknoloji krizinden söz edilmelidir. Krizin nedeni tekniğin geriliği değil; teknolojinin yeterince kâr getirmediği için emeğin üretkenliğini artırmaya, bir başka deyişle makine üreten makineye uygulanmamasındandır.

Teknolojinin üretime uygulanması yerine emeğin yoğunluğunun artırılması, işgününün uzatılması, ucuz işgünü vb. daha büyük, kompleks fabrikalarda üretim yapmak yerine, tam tersine üretimin daha geri bölgelere kaydırılması ve daha küçük birimlerde yürütülmesine yol açmıştır. Üretimin daha küçük birimlere yönelmesi, buralarda daha yoğun teknolojinin uygulanmasından değil, örgütlülükten yoksun küçük birimlerde emeğin yoğunluğunu artırmanın daha çok olanaklı olmasındandır.

Fason üretim, taşeronlaştırma vb. alabildiğince yaygınlaşmasının nedeni budur.

Kriz halinde değilken dahi sermaye üretkenliğinin bu yapısal tükenişi onun kendini var ediş temelinin yine kendisi tarafından nasıl torpillendiğini gösterir. Dünya GSMH artışı en üst düzeyindeyken bile, işsizliğin -bırakalım düşmeyi- yükselmeye devam etmesi; dünya üretimi artarken mutlak yoksullaşmanın görülmesi; bir uçta zenginlik akıl almaz boyutlara ulaşır ve daha az kişinin elinde toplanırken, diğer uçta açlığın ve sefaletin pençesinde, herhangi bir güvenceden yoksun emekçi kitlelerin durmaksızın artması; en iyi durumdaki işçiler dahil olmak üzere bütün işçilerin geleceğe güvenlerini yitirmesi, sermayenin kendisiyle birlikte işçi sınıfı ve bütün emekçi tabakaları fiziksel, ruhsal, kültürel, bir bütün olarak insanal tükenişe nasıl sürüklendiğini göstermektedir.

Kriz yokken görülen bu olguların kriz anında emekçiler için nasıl bir felaket göstergesi haline geleceğini anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Krizin atlatılması ve sanayi üretim devresinin yeniden yükseliş evresine girmesi de işçi sınıfına gönenç getirmeyecektir. Bunun kanıtı kriz öncesinde burjuva üretim en iyi durumdayken emekçilerin içine sürüklendiği sefalettir. Her yerin Çinleştirilmesi, her işçinin sefilleştirilmesi, fiziki ve ahlaki yozlaşmanın derinleştirilmesi... Kapitalizmin “gönenç” döneminde de emekçileri bekleyen bundan başka bir gelecek yoktur.

Tek yol, tek çıkış bilimin teknolojiye uygulanması, emeğin üretkenliğinin artırılması, bu yolla refahın yükseltilmesi, daha kısa işgünü ile işsizliğin sonlandırılmasıdır. Ne var ki, artıdeğer üretimine dayalı sermayenin üretim biçimi altında bunu başarmak olanaksızdır. İnsanlığın önünde üretim araçlarını toplumsallaştırmaktan başka bir seçenek bulunmuyor. Bu, sosyalizm demektir.

Emperyalist Küreselleşme Krizi

ABD’den başlayarak dünyanın dört bir yanını saran kriz şu ya da bu burjuva ekonomi politikasının değil, emperyalist küreselleşmenin krizidir. Uluslararası tekellerin içinden bir kısmı devasa dünya tekellerine dönüşmüş; SSCB’nin yıkılması, Çin’in kapitalist yoldan dünya pazarına bağlanmasıyla daha önce bölünmüş olan dünya pazarı bu yeni durumda, bölünmeden önceki zamandan daha üst düzeyde bütünleşmiş; sermayenin dünyanın her yanma serbestçe dolaşımının önündeki engeller kaldırılmış; yeni sömürgeler yeniden yapılandırılarak emperyalizmin mali-ekonomik sömürgelerine dönüştürülmüş; sürece uyum sağlamayı reddedenler işgal edilerek sömürgeleştirilmiştir.

İrak sömürgeleştirmeye dair tipik bir örnektir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra İngiliz sömürgesi haline gelen Irak, 1958’de bağımsızlığına kavuşmuştur. 1925’ten itibaren ayrıcalıklarla donatılmış olarak Irak’ta faaliyet gösteren Exxon Mobil (ABD), Shell (Hollanda), Total (Fransa) ve BP (İngiltere) petrol tekelleri 1972’deki millileştirme ile ülkeden bütünüyle kovulmuştu.

2005’teki Irak işgalinden sonra, 2007 yazında ülkenin en büyük petrol yataklarının işletme hakkının ihalesiz, sözleşmesiz daha önce kovulan bu aynı şirketlere devredilmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Böylece bu şirketler kontratlarının yüzde 75’ini elinde tutacaktı.(18) Bu 30 yıllık üretim anlaşması, petrolün emperyalist tekellerce ele geçirilmesinden başka bir anlama gelmiyordu. Kovulan tekeller işgalle geri dönmüştü.

İktisadi ilhakla birlikte siyasi ilhakın da hukuki çerçevesi oluşturulmalıydı, başka türlü ayrıcalıkların sürdürülmesi teminat altına alınamazdı. Önerilen “stratejik çerçeve” anlaşması 50’den fazla ABD üssü bulundurulmasını; Irak hava sahasının işgalci güçlerin denetiminde kalmasını;

ABD askerlerine askeri operasyon ve gerektiğinde kişileri hapsetme izni verilmesini;

ABD askerleri ve özel güvenlik firmaları için dokunulmazlık hakkı tanınmasını içeriyordu. 1. Dünya Savaşından sonra işgalci İngiltere sözde bağımsızlığa hazırlık gerekçesiyle benzeri bir anlaşmayı o dönemdeki kukla hükümete dayatmıştı, yine de ABD’nin bugün dayattığı sömürge anlaşması İngilizlerinkinin de çok daha ötesine gidiyor.

Sömürgecilik her zaman böyle kaba biçimlerde ortaya çıkmıyor. Tipik olan mali-ekonomik sömürgeleşmedir. Sermaye ihracı görülmedik boyutta yaygınlaştı ve yoğunlaştı. Finans kapital dünyanın her yanına elini kolunu sallayarak girişinin önündeki çitleri yok etti. Geri kapitalist ülkelerin yeni sömürgeci temelde oluşmuş ulusal ekonomilerinin altındaki halıyı çekip aldı.

“Gelişmekte olan ülkeler”e dönük sermaye akımlarının 1980’den bu yana ulaştığı düzey incelendiğinde sermaye ihracının gösterdiği gelişme ve farklılaşma, buna bağlı olarak da emperyalist küreselleşme sömürgeciliğinin ne anlama geldiği kolaylıkla görülür. 1980’de “gelişmekte olan ülkeler”e dönük sermaye hareketleri bu ülke GSYİH’lerinin yüzde 35,6 düzeyinde iken bu oran 2006’da yüzde 66,l’e ulaşmıştır. Belki bundan daha önemlisi sermaye ihracının aldığı biçimlerdir. 1980’de Portföy (değerli kağıt) yatırımlarının bu ülke GSYİH’lerinin içindeki payı yalnızca binde 4’ken, 2006’da bu oran yüzde 13.4 olmuştur. Keza Doğrudan Yabancı Yatırım (DYY) oranı 1980’de yüzde 5.1’den 2006’da yüzde 23.7’e yükselmiştir. 1980’de “borç” biçimindeki sermaye akımı yüzde 30.1 ve 2006’da yüzde 29.0 olarak esasen oransal yerini korumuştur. Buna karşı portföy ve DYY’larla kıyaslandığında onların ikisinin toplamından düşüktür. Sermaye ihracında “borç”un yanı sıra ve ondan daha çok DYY ve portföy yatırımları öne geçmiştir.

Ekonomik-mali sömürgecilikten ne kastettiğimiz, bir yönüyle aşağıdaki tablodan kolayca anlaşılacaktır.

‘Yükselen’ ve ‘gelişmekte olan’ ülkelere sermaye akımı (% GSYİH)(19)

 

DYY

Portföy

Diğer borç

Toplam

1980

5.1

0.4

30.1

35.6

1985

6.7

0.3

43.8

50.8

1990

8.2

0.9

41.2

50.2

1995

11.7

4.0

38.6

54.3

2000

19.6

5.2

31.6

64.4

2006

23.7

13.4

29.0

66.1

Kaynak: IMF WEO, Nisan 2008

Emperyalist sermaye, yalnızca “diğer borç”larla dolaylı sömürü değil DYY yatırımları ile üretim ve ticaret üzerinde doğrudan söz hakkı edinmiş, portföy yatırımları ile borsayı yönlendiren güç haline gelmiştir. 2000’den 2006’ya portföy yatırımlarındaki sıçrama sermayenin nasıl bir kan emici asalak olarak bu alanda hücuma geçtiğini göstermektedir. DYY’lar da geri kapitalist ülkelerin ucuz işgücü platformları olarak değerlendirilmesinden ileri gelmektedir. Bu vahşi sömürü mekanizmaları, tekelerin ve onların işbirlikçilerinin kasalarını şişirirken küçük üreticilerin hızla mülksüzleşmelerine ve işçilerin daha da yoksullaşmasına yol açmıştır. Ama bu yeni tipte bağımlılıkla daha sıkı iç içe geçiş, buna karşın gelişmiş ülkelerle geri ülkeler arasındaki eşitsizliğin büyümesine neden olmuştur. Yoksullaşanlar yalnız bağımlı ülke emekçileri değildir. Ucuz işgücüne hücum, gelişmiş ülkelerdeki ücretlerin düşmesine ve işsizliğin çoğalmasına neden olan unsurlardan biridir. Emperyalist sömürüden elde edilen kazançlar emperyalist ülke emekçilerinin refah düzeyini görece yükseltmek bir yana, tam tersine refah düzeyinin düşmesinin başlıca nedenlerinden birisidir. Bu yeni durumda geri ve gelişmiş ülke zenginleri, zenginliklerine zenginlik katarken dünyanın bütün işçileri yoksullaşmaktadır. Bunlar krizin daha yaygın ve şiddetli geçmesinin de maddi zeminini oluşturmaktadır.

Krizle birlikte hem hammadde kaynaklan üzerinde sömürgeci hakimiyetin iştahı daha kabaracak, hem de ekonomik-mali sömürgecilik daha da derinleşecektir. Aynı zamanda bu emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin şiddetleneceği anlamına gelir. Krizle birlikte sermayenin geri ülkelerden kaçacağına dair beklentiler boşunadır. Borsadan geçici çıkışlar, her yerde olduğu gibi kimi iflaslar genel olarak bir sermaye büzüşmesine yol açacaktır. Ne var ki buradan emperyalist tekellerin etkinliğinin azalacağı sonucu çıkarılamaz. Tam aksine emperyalist tekellerle işbirlikçi tekeller arasında daha sıkı bir bütünleşme sağlanacak, “yıkılmış” daha küçük şirketler ucuz yoldan kapatılacak, emperyalist tekeller kriz öncesinden çok daha “yerleşik” hale gelecektir.

Sermaye Ulusal Sınırlara Geri Çekilebilir Mi?

Krizle birlikte sermayenin ulusal sınırlara geri çekilebileceğine, “ekonomik milliyetçiliğe” döneceğine dair fikirler ileri sürülüyor. (Örneğin, Sungur Savran, Birgün, 20.09.08) Böyle bir tartışma emperyalist küreselleşmeyi kavramamaktan öte anakronik bir içerik taşımaktadır. Her şeyden önce bilinir ki; kapitalizmin her gerçek krizi her zaman daha üst düzeyde bir merkezileşmeyle sonuçlanmıştır. Bugünkü krizin ertesinde de daha gelişkin bir merkezileşme görülecektir. Daha krizin ilk anında bile bunun işaretleri ortaya çıkmaktaydı. ABD’de birileri batarken birileri de batanları ucuza kapatmakla meşgul. Örneğin J.P. Morgan bataklardan Bear Stearns’i midesine indirdikten sonra devlet tarafından el konulan, ülkenin en büyük mevduat bankası Washington Mutual’ın varlıklarını en düşük fiyattan satın aldı. Daha Haziran ayında 1.78 trilyonluk varlığa sahipken, yalnızca iki ay sonra, Eylül’de 2.04 trilyonluk varlıkla Citigroup’un ardından ikinci büyük mevduat bankası haline geldi. Krizle birlikte en büyük tekellerin de sarsılacağı, yıkılacağı, küçüleceği ihtimal dahilindedir. Ama eşitsiz gelişme krizde de görülür, kriz herkese eşit vurmaz. Ayakta kalmayı başaranlar diğerlerini yutar. Nasıl olur da hem sermayenin merkezileşmesi artacak, ama hem de bu sermaye ulusal sınırlarına çekilecektir?! O devasa sermaye, ne ulusal sınırlar içinde sömürecek kadar işçi bulabilir, ne de piyasayı genişletmek için mülksüzleştireceği küçük üretici ve orta kapitalist. O artık yalnızca ülkesinde daha az kâr ettiği ve yurt dışında daha yüksek kârlar elde etme olanağı olduğu için değil, o devasa birikmiş sermayeyi kendi ülkesinde genişletme olanağı kalmadığı için başka yatırım alanları aramaktadır. Başka türlü yaşama olanağı kalmamıştır.

ABD’li Lehman Brothers batınca Almanya’daki binlerce aile perişan oldu. L. Brothers’dan kâğıt alan 40 bin yatırımcının parası bankanın batmasıyla buhar oldu. Dünyanın dört bir yanında bu biçimde birikimleri buharlaşan yüzbinlerce yatırımcı olduğu biliniyor. ABD devletinin devletleştirdiği sigorta şirketi AIG, Çin’de faaliyet gösteren en büyük şirketlerden biridir. Dünya pazarları öylesine birbiriyle iç içe geçmiştir ki kriz, dünyanın bir bölümü “devrim zoru”yla emperyalist zincirden kopmadıkça, daha üst düzeyde bir bütünleşme dışında bir sonuç yaratmayacaktır. Japon Mitsubishi, batan bir ABD bankasını iç etti. Belçika Fortis’i bir Fransız bankası kaptı. (Ki bu Fortis, yaklaşan krizde avlanmak üzere Türkiye’den bir banka da satın almıştı, ama bu sefer ava giden avlandı!) Rus bankerler İzlanda bankalarını haraç mezat satın almak için pazarlığa girişti.

Bunlar kriz henüz ortalığı tam dağıtmadan görülenler, ortalık bütünüyle toz dumana karıştığında batmakta olan “ulusal” şirketlerin parası olan başka “ulusal” şirketlerin kapısında nasıl sefil bir dilenciye dönüşeceklerini hep birlikte göreceğiz. Sermaye devletsiz yapamaz ama dünyasallaşmadan da duramaz. İşte onu yıkıma sürükleyen, kendi gelişmesinin önüne sınırlar diken başlıca çelişkilerden biri budur. Ulusal devletlere bölünmüş dünya ile sermayenin küreselleşme zorunluluğu arasındaki çelişki gerçekte emeğin toplumsallaşması ile üretim araçlarının özel-bireysel mülkiyeti arasındaki çelişkiden kaynaklanır ya da onun farklı formdaki bir görünümüdür.

Ulusal Pazar-Dünya Pazarı

Asya ülkeleri için ihracatın ve ABD pazarının önemi(20)

Ülke

İhracatın ekonomi içindeki payı

ABD’ye ihracatın toplam ihracat içindeki payı

Japonya

%13

%23

Çin

%38

%21

Hong Kong

%168

%15

G.Kore

%37

%13

Tayvan

%70

%15

Singapur

%137

%10

Tayland

%65

%15

Malezya

%121

%19

Endonezya

%39

%12

Filipinler

%39

%18

Diğerleri bir yana yalnızca Çin’i ele alarak da tablodan görüneni kavrayabiliriz. İhracatın Çin ekonomisi içindeki payı yüzde 38 ve ABD pazarı Çin’in toplam ihracatının yüzde 21’ini emiyor. ABD’deki krizin diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi Çin’de de nasıl bir depreme yol açacağını anlamak için tabloya göz atmak yeterli olacaktır. ABD’de başlayan kriz İngiltere’den Japonya’ya bütün dünyayı sarmış durumda. Üretim sektörlerinde krizin etkileri görülmeye başlandı bile. Kriz bu yönde daha da derinleştiğinde Çin ekonomisinin üçte birden fazlasını oluşturan ihracatı ne yapacak? Kime satacak o mallan? Kendi ülkesinde ucuz işgücüne dayalı üretim yapıldığı için “fazlalık” haline gelen malları iç pazarda eritme olanağından yoksundur. Dünyanın 4. büyük ekonomisi haline gelen Çin’deki güçlü bir sarsıntı hammadde ve petrol fiyatlarında keskin bir düşüşe neden olmayacak mı? Ya Çin’de muazzam miktarda doğrudan yatırım yapan uluslararası tekeller, bu yatırımlarını sırtlayıp nereye götürecekler? ABD ve AB’de zaten pazar daralmışken nereye gidecekler? Tekrar etme pahasına belirtmeliyiz ki; kriz bütün şirketleri vuracak, ama bu eşitsiz olacaktır. Ayakta kalmayı başaranlar diğerlerini yutacak ve eskisinden daha büyük sermayeye hükmeder hale geleceklerdir. Bundan dolayıdır ki; dünya tekellerinin kriz sonrasında bugün olduğundan daha çok dünya çapında ve dünyaya yayılmış biçimde sermaye ihracı ve meta üretimi yapmak dışında bir varlık şansları yoktur. Sermaye her halükarda daha üst düzeyde merkezileşecektir. Ama tekelci rekabet ve rekabetin başarısı için gerekli olan tekelci devlet bu merkezileşmenin yine ayak bağı olarak sermayenin kendi kendine zorunlu olarak diktiği engeller olmaya devam edecektir. Bölgesel bloklaşma, emperyalist hinterlandların daha belirgin biçimde oluşması, çelişkileri zayıflatmak yerine daha da keskinleştirecektir.

Meseleyi bir de ABD yönünden ele alalım.

Doların ani ve sert düşüşler yaşaması halinde bunun kapitalist dünyayı nasıl karıştıracağı yukarıdaki tablodan kolaylıkla çıkarılabilir. ABD tahvillerine yüksek güvenle yatırım yapan bu ülkelerin bir anda nasıl büyük servet kayıplarına uğrayacakları açık. O nedenle krizin derinleşmesini engellemek için ortak çareler arıyorlar. Ama krizin engellenemeyeceği anlaşıldığında seyreyle gümbürtüyü! Herkes saç saça baş başa girecek. Herkes boğulmamak için bir başkasının cehennemin dibini boylamasına aldırmaksızın tepesine binecek, sırf biraz daha nefes almak için bir başkasını boğmakta bir an olsun tereddüt etmeyecektir.

Tablo aynı zamanda dünyada yüzmilyonlarca insan işsizlik ve yokluk içinde kıvranırken, nasıl bir aşırı sermaye fazlalığının oluştuğunu, asalaklığın, sermaye çürümesinin hangi düzeye ulaştığını da gözler önüne seriyor.

Uzun vadeli ABD tahvillerine yatırım yapan ülkelerin portföyleri (milyar dolar) (21)

Ülke

2000

2002

2003

2004

2005

2006

Japonya

286

411

514

736

814

827

Çin

91

165

250

320

485

678

İngiltere

212

160

177

223

283

324

Lüksemburg+Ceyman

120

219

307

432

525

600

Petrol ihracatçısı Ortadoğu ülkeleri

29

39

26

34

54

92

2000-2006 yılları arasında dünya ortalamasının altında bir büyüme gerçekleştiren Japonya’nın aynı yıllarda ABD tahvillerine yatırdığı sermayeyi 4 kat artırması yeterli bir göstergedir. Sermaye üretime dönmek yerine, ABD tahvillerinde miskin miskin yatıyor. Çin’de ucuz işgücü yağması ile elde edilen yüz milyarlarca dolar, emekçilerin yaşamını iyileştirmek, emeğin üretkenliğini artırmak yerine uzun vadeli ABD tahvillerinde bekletiliyor.

ABD tahvilleri çok kârlı olduğu için değil, güvenli olduğu için tercih ediliyor. Çünkü o tahvillere yatırılan “fazla sermaye”dir. Çünkü o üretime yatırıldığında kendini daha az güvende hissedecektir. Diyelim ki kriz doların canına okudu, dolar “güvenli liman” özelliğini yitirdi. Bu sorunun esasını zerrece değiştirmez, “fazla sermaye” kendisine yeni bir “güvenli liman” arayacaktır. Sorun, vahşi kapitalist sömürüyle elde edilen paraların bir bölümünün “fazlalık” haline gelmesi, ama bu “fazlalık”ın değerini düşük bir faizle de olsa koruyacak bir yatırım aracı bulunması zorunluluğundan kaynaklanmıyor mu?

Yeni Bir Dünya İçin Eksik Olan Ne?

Kapitalizm büyük bir krize yuvarlanmaktadır ama onu yıkacak toplumsal ve siyasal güçler oluşmamıştır, ya da ona alternatif toplumsal sistem tarihe gömüldü ve yenisi de doğmadı diyenler, hiç de az değil.

Bu görüşü ileri sürenler ikiye ayrılıyor. Birinci grupta kapitalizmi temel çelişkileri ile kavramaktan uzak olanlar bulunuyor, ikinci grupta ise bilinçli çarpıtıcılar.

Diğer sömürücü düzenlerden farklı olarak kapitalizmde geleceğin egemen üretim ilişkileri eskinin yanı sıra ortaya çıkarak zamanla serpilip gelişerek egemenliğini ilan etmez. Yeni bizatihi kapitalist üretim ilişkilerinin içinde şekillenir ve yeni ancak sermaye egemenliği yıkılınca boy gösterir. Kölecilik varken feodalizm ortaya çıktı. Kapitalizm feodalizmin bağrında doğdu ama ona rağmen, ondan farklı bir üretim tarzı olarak gelişti ve feodal darlık gelişimini engelleyince onu yıkıma uğrattı. Sosyalizm ise kapitalizmin yanı sıra çıkmaz, onun içinde oluşur ve doğumu ancak onun ölümü ile mümkün olur. İşte bu nedenle “alternatif’ ortada yok demek bilimsellikten uzak bir görüştür.

Sosyalizmin varlığı;

a-Üretim araçlarının sermaye eliyle mümkün olduğunca merkezileştirilmesinde,

b-Aynı sürecin bir başka görünümü olarak emeğin mümkün olduğu kadar toplumsallaştırılmasında,

c-Bu her ikisinin de küresel çapta gelişme eğilimini zorlamasında kendim ortaya koyar.

Sermayeye dayalı üretim ilişkilerinde bugün;

1-Sermaye kâr oranlarının düşmesini emeğin üretkenliğini artırarak, kâr kütlesini büyütme yoluyla telafi etme yeteneğini, aşırı merkezileşmesi nedeniyle yitirdiği, bu nedenle daha üst düzeyde bir merkezileşmenin ona yeni bir itilim sağlayamayacağı bir noktaya erişmiştir.

2-Üretim ve ticaretin küresel çapta organize edilebileceği bir düzeye ulaşılmasına karşın tekelci rekabet ve devletlere bölünmüş dünya bu organizasyonun baş engeli olarak dikilmekte, bu da küresel organizasyon yerine küresel anarşiye yol açmaktadır.

3-Küresel çapta oluşan sermaye fazlası ve anarşik üretim, sermaye tarafından mülksüzleştirilmiş milyonların ve üretime dönmeyen sermayenin işsiz ve işlevsiz biçimde çürümesine neden olmaktadır.

Engels, 1894’te, Kapital Cilt 3’e yazdığı önsözde; 1867 genel bunalımından beri birçok derin değişiklikler olduğundan söz eder. İletişim ve ulaştırma alanlarındaki dev gelişmeyle gerçek bir dünya piyasası bir olgu haline gelmiştir: “Bütün bunlar aracılığı ile eski bunalım üreten ortamlar ve bunların gelişmesini sağlayan olanaklar, ok edilmiş ya da azaltılmıştır” der ve ekler; ama bu “kendi içerisinde, gelecekte çok daha güçlü bir bunalımın tohumlarını taşımaktadır.”(22) Engels’in aynı yerde “bugüne dek eşi görülmemiş bir dünya bunalımı” olarak tasavvur ettiği bir dönemden geçmiyor muyuz?

“Gelişmelerin istisnasız bütün işletme ve devletleri yutacak tek bir dünya tröstü doğrultusunda olduğuna kuşku yoktur. Ama bu doğrultudaki gelişme öyle bir gerilim altında, öyle bir tempoyla, öyle çelişkiler, çatışmalar ve kasılmalarla -yalnız ekonomik değil, aynı zamanda siyasal, ulusal vb.- ilerlemektedir ki, tek bir dünya tröstüne ulaşmadan, ulusal mali sermayeler ‘ultra emperyalizmin dünya birliğini oluşturmadan önce’, emperyalizm kaçınılmaz olarak infilak edecektir, kapitalizm karşıtına dönüşecektir”(23) diyordu Lenin. Bugün tam da Lenin’in bahsettiği gibi emperyalizm infilak halinde değil mi?

“Kapitalist üretim tarzı, kendi ayakları üzerine duracak hale gelir gelmez, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşması, toprak ile diğer üretim araçlarının toplumsal olarak daha fazla sömürülen ve dolayısıyla ortak üretim araçları olarak daha geniş ölçüde kullanılan üretim araçları haline dönüştürülmesi ve özel mülk sahiplerinin daha fazla mülksüzleştirilmeleri yeni bir biçim alır. Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi başına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının (başka kapitalistlerin) başını yer. Emek sürecinin, git gide büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının birleşik toplumsal üretim araçlarıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağma sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir boyut kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birçok kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile ele ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine olan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de olabildiğine artar.”(24) Tam da Marks’ın söz konusu ettiği koşullarla, örneğin “kapitalist rejimin uluslararası bir boyut kazanması” ya da “sermaye sahiplerinin sürekli azalması”yla karşı karşıya değil miyiz?

Marks aynı yerde şöyle devam eder; “Ama bunlarla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist sürecin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen, örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da gene genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunlarının kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır, kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir.” Alternatif nerede, yeninin toplumsal güçleri nerede, sorularına yanıt olarak Marks, başka bir yeri değil, kapitalizmin bağrında biriken o yıkıcı kuvvetleri işaret etmiştir.

Kapitalist kabuk artık üretici güçlerin gelişim düzeyiyle bağdaşmıyor, yolu yok bu kabuk parçalanacak. Bunun kendi kendine olmayacağı çok açık. Ama bu parçalamayı sağlayacak toplumsal güçler yine sermaye tarafından birleştirilip eğitilmiş durumda. O halde sorun bu toplumsal maddi gerçeğin bilince dönüşmesindedir. Bu gerçek şu ya da bu ölçüde kendiliğinden yansımakta ve hareketi sağlamaktadır. Grev ve genel grevlerin yaygınlaşması bir yana, Eylül krizinin daha ilk günlerinde ABD işçilerinin Wall Street’te Marks posterleriyle yürümeleri, Fransız işçilerin uzun yıllardan sonra ilk kez enternasyonal marşıyla gösteri alanına girmesi, sosyalizme ve sosyalizmin başarılarına dair makale sayısında patlama, Marks’ın kitaplarının satışında dünya çapındaki büyük artış, bu yansımaya ve harekete örnek verilebilir. Yine de bu alternatifin kendiliğinden bir politik, ideolojik bilinç haline dönüşmesine yetmez. İşçi sınıfının burjuvazi karşısında politik ayağa dikilmesi, kendisiyle birlikte insanlığın kurtuluşu için sermayeye dayalı üretim biçimini tarihin küflü müzesine kaldırması gerekiyor. Bir başka deyişle yeni eskinin rahminde yeterince olgunlaşmıştır, artık orada daha fazla kalamaz, şimdi gerekli olan “ebe”nin kolları sıvamasıdır, aksi takdirde sermaye kendisiyle birlikte bütün dünyayı çürüterek yok oluşa sürükleyecektir.

Sosyalizm; Yeniden, Daha Güçlü

Bugün işçi sınıfı ve emekçi insanlık geçtiğimiz yüzyılın başındaki işçi sınıfı ve emekçilere göre nesnel olarak yeniyi yaratma gücü ve düzeyi bakımından çok daha gelişkindir. Aynı şey bilinç düzeyi açısından da söylenebilir. İşçi sınıfı devasa bir ordudur, dünyanın birçok yerinde nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Çok daha eğitimlidir. Zihin emekçilerinin büyük bölümü proleterleşmiştir. Yüksek eğitimi gerektiren meslek erbabı artan düzeyde işçileşmektedir. Küçük mülk sahiplerinin burjuva üretim tarzı altında yaşama şansı kalmamıştır. Aynı zamanda deneyimlidir işçi sınıfı ve emekçiler. 1917 Ekim Sosyalist Devrimi ve sosyalizmin inşası deneyiminden geçtiler. Keza, kapitalizm içerisinde kalarak ‘sosyal devletle ne ölçüde geleceklerini ve refahlarını güvence altına alabileceklerini sınadılar. Ve gördüler ki; ‘sosyal devlet’ sosyalist sistem var olduğu için burjuvazinin vermek zorunda kaldığı bir tavizdi, sosyalizmin olmadığı yerde ‘sosyal devlet’ten söz edilemezdi. Ve yine görüldü ki; burjuva üretim biçimi altında sermaye düzeninin ‘sosyal devlet’ uygulamalarıyla esneme şansı kalmamıştır. Ne var ki; deneysel bilinç işçi ve emekçi sınıfların zihninde bir kez yer etmiştir, hem sosyalizm deneyi hem de ‘sosyal devlet’in kazanından en geri bilinçli işçiyi bile ‘eski günler’in özlemiyle sarsacaktır. Burjuva düzenin kokuşmuşluğu derinleştikçe sosyalizme, komünizme, leninizme, marksizme, Stalin’e dönük bütün kirli yalanlar, çarpıtmalar sisi dağılacaktır. Tohum tarihin rahmine düşürülmüştür bir kez. 1871’de Paris işçileri fazla dayanamadı ama onların deneyimlerinden güç alan Sovyetler çok daha güçlü geldi. Onlar da dayanamadı. Ama tohum hep kaldı ve yaşatıldı. Şimdi Sovyetlerin deneyiminden alınacak büyük kuvvetle tohum toprağı öyle bir yararak çıkacak ki, hiçbir güç onu engellemeye tevessül bile edemeyecek, çünkü onlar artık tarih dışıdır ve yedikleri kriz dersleri ile felçli bir ihtiyara benzemektedirler.

Mucize Mi Dediniz?

Sosyalizm kapitalist gelişmenin henüz çok geri olduğu bir ülkede, Rusya’da ilk kez inşa edilmeye girişildi. Diğerleri onu yüzüstü bıraktı, Sovyetler Birliği her şeyi tek ülkede, kendi başına yapmak zorunda kaldı. Ama o haliyle bile burjuvaları şaşkınlıktan dillerim yutacak hale getirdi. Bu yalnızca bir devrimci savaşçı kahramanlıktan kaynaklanmıyordu. Dünün sefilleri, çıplakları, horlananları devleti ele geçirmiş ve baştan aşağı yeni bir toplumsal düzen kurmak için kolları sıvamıştı. Herkesin ha yıkıldı yıkılacak diye bekleştiği bir anda tarihe mucizeler yaratarak adlarını yazdırdılar. Kapitalizm kriz altında perişan olurken sosyalizm bayrağı yeni toplumun temelleri üzerinde daha da yükseklere çıkarılıyordu.

1929-1957 yılları arasında dünyanın bazı kısımlarında kişi başına dolar olarak bir yılda düşen

gelir (1953 satın alma gücü ile)(25)

 Ülke

1929

1957

Kuzey Amerika

1243

1868

Kuzey Batı Avrupa

528

790

SSCB

178

750

Güneydoğu Avrupa

181

360

Latin Amerika

196

300

Japonya

152

240

Güney Doğu Asya

68

67

Çin

50

61

İşte sosyalizm mucizesi! Nüfusun önemli bölümünün okuma yazma dahi bilmediği, eğitim düzeyinin çok düşük olduğu, nüfusun yaklaşık yüzde 85’inin köylerde yaşadığı geri kapitalist bir ülkede; 1. Paylaşım Savaşının yıkıntıları yetmiyormuş gibi devrim sonrası emperyalizmin askeri kuşatması altında tecrit edilen, ardından büyük bir iç savaş yaşayan; başka ülkelerin kredi vermesi bir yana, ihraç mallarına boykot uygulanan; milyonlarca insanı ile birlikte muazzam miktarda maddi birikimini yitirdiği 2. Emperyalist Savaşta en yıkıcı saldırılara maruz kalan bir toplumun, 1929-1957 yılları arasında dört kattan fazla, başka bir deyişle yüzde 400’den fazla büyümesi mucize değil de nedir? Kapitalizm tarihinin herhangi bir aşamasında böylesine yüksek bir büyüme oranı gerçekleştiren ülke görülmemiştir. Üstelik bu büyüme işsizliğin ortadan kalkması, yoksulluğun geriletilmesi, toplumsal kaynakların eşit dağılımı temelinde yaşanmıştır, kapitalizmin büyüme süreci gibi eşitsizliği büyütme, milyonları işsiz-aç bırakma pahasına değil.

Üretim kollarındaki gelişmeyi inceleyerek sosyalist atılımı bir de bu açıdan incelebiliriz(26)

Üretim

Ünite

1928

1938

Artış oranı

Pik demir

ton

3.3

14.6

%440

Çelik

ton

4.3

18

%410

Kömür

ton

35.5

133

%370

Petrol

ton

11.7

32

%273

Elektrik

kwt

19.1

48.8

%255

Çimento

ton

1.8

83.7

%4650

Lokomotif

tane

478

1626

%340

Yük vagonu

bin adet

10.6

49.1

%463

Traktör

bin adet

1.2

80

%666

Motorlu taşıt

bin adet

7

211

%3014

Üretimdeki bu büyük sıçrama kapitalist dünyanın 1929’dan başlayarak bütün 1930’lu yıllarda etkisi altında kıvrandığı büyük ekonomik bunalım döneminde, tamamen kendi kaynaklarına dayanarak gerçekleşiyor.

1927-1929 yılları arasında kapitalist dünyada yüzde 25’lik bir üretim artışı gerçekleşiyor -ki bu kapitalizm ölçüsünde büyük bir gelişim oranıdır ne var ki, bu hızlı büyüme kapitalist üretim biçiminin içsel çelişkileri nedeniyle büyük bir yıkımın habercisi oluyor.

Dünya ekonomisinde üretim gerilemesi (milyon ton)(27)

 

1929

1932

Düşme oranı

Bakır

1.5

0.9

%40

Ham demir

98.5

39.7

%60

Ham çelik

120.4

50.4

%58

Petrol

206.3

180.5

%12.5

Linyit kömür

229.9

166.2

%27.7

Taş kömür

1525.6

948.4

%37.8

İki sistem arasında fark mı görmek istiyorsunuz? İşte geri kapitalist bir ülkede sosyalizmin inşasının görkemli başarıları ve işte en ileri kapitalist ülkelerin bir bir dökülmesi. Eğer kapitalist ülkelerden biri mucize yaratacaksa -ki onlarının mucize dedikleri Sovyet mucizesi karşısında zavallı kalır-örneğin “Japon mucizesi” ya da “Çin mucizesi” gibi, bu ancak işçi ve emekçilerin vahşi sömürü ve kapitalist emperyalizmin dünyayı yağmalaması pahasına gerçekleşebilir ve bu yüzden “mucize” kriz duvarına çarparak dağılır.

Amaç farklı

Kapitalizmde de sosyalizmde de belirli bir emek zamanına denk gelen üretimi durmaksızın artırmak ve bu yoldan gerekli emek miktarını giderek azaltmak ortak amaçtır. Kapitalist bunu kâr miktarını durmaksızın daha çok artırmak için yapar çünkü gerekli emeği ne kadar düşürürse artı emek o kadar büyüyecektir. Sosyalizmde ise amaç toplumsal refahı durmaksızın daha da yükseltmektir.

Kapitalizmde meta, sosyalizmde ürün üretilir. Sermaye düzeninde meta üretimi artıdeğer üretimi amacına bağlanır. Bir metanın değeri onun üretimi için gerekli ortalama toplumsal emek zamanı tarafından belirlenir. Bu iki kışıma ayrılır. Fabrika binaları, makineler, hammaddeler, yardımcı maddeler sermayenin değişmeyen kısmını oluşturur. Bu kısım üretim esnasında ne kadar tüketilmişse, metada o kadar karşılık bulur. Emek gücü için, yani ücretler için ayrılan sermaye, değişen sermayedir.

Üretim esnasında gerçekleşen emek de iki kısımdan oluşur; gerekli emek ve artı emek. İşçi tükettiği emek gücünün değerini gerekli emek (ücretler) olarak geri alır. Ama emek gücü diğer bütün metalardan farklı olarak, kendisinin üretilmesi için gerekli olandan daha yüksek bir değer aktarır metaya. Bu ikinci bölüme kapitalist karşılıksız el koyar. Ürüne yeni eklenen değer, gerekli emekle artı değerin toplamıdır. Gerekli emek artarsa artıdeğer düşer. Gerekli emek düşerse artıdeğer yükselir. Kapitalist gerekli emeği ne kadar aşağı çekebilirse karşılıksız el koyduğu bölüm, artıdeğer o kadar artar. İşgünü uzunluğu sabit kalmak suretiyle bunu başarmanın biricik yolu belirli bir zaman süresinde işçi başına düşen üretimi artırmaktır. İşçi kendisi için çalışan patronun gözünde bir artıdeğer üreticisidir, onu ne kadar soyarsa o kadar zenginleşir. Ne var ki; aynı işçi bütün kapitalistler için tüketicidir, metalar satıldıktan sonra paraya çevrilebilir ancak. Böylece kapitalist bir yanda yoksullaştırdığı işçiye diğer yandan daha çok mal satmaya çalışır. Kapitalizmi durmadan bir sıtma nöbeti gibi yakalayan çelişki budur. İşte bu nedenle “Kapitalist üretimin bütün gücünü harcadığı dönemler her zaman aşırı üretim dönemleri olmaktadır, çünkü üretim potansiyelleri, hiçbir zaman, daha fazla değerin yalnız üretilmekle kalmayıp aynı zamanda gerçekleşebileceği (satış) ölçüde kullanılmaz; ama metaların satışı, meta sermayenin ve dolayısıyla artıdeğerin gerçekleşmesi, yalnız, genellikle toplumun tüketim gereksinimleri ile değil, aynı zamanda büyük çoğunluğu daima yoksul olan ve daima da yoksul kalması gereken bir toplumun tüketim gereksinimleri ile sınırlıdır.”(28) Sonuçta metalar kapitalistin elinde yığılır. Ya satılması halinde meta, üretiminde üstlenilen yükümlülükleri yerine getiremeyecek bir değer düşmesine uğradığı ya da satılması gereken zamanda satılamadığı için geriye doğru yükümlülüklerin aksamasına yol açar, her iki durumda da bunalım patlar.(29) “Pazarın sınırlarını dikkate almaksızın üretmek, kapitalist üretimin doğasında vardır.(30)

Ortaya çıkan “fazla” ne bireysel meta fazlalığıdır ne de ürün fazlalığıdır. İnsanların gereksinimlerinin en yüksek olduğu bir anda, yalnızca alım güçleri yetersiz olduğu için ihtiyaç duydukları maddelere ulaşamamaktadırlar. O nedenle bir aşırı üretimden değil sermayenin aşırı üretiminden söz edebiliriz.(31) Bu süreç, sermayenin tahrip edilmesi ve yıkımı ile sonuçlanır. “Yeniden üretim süreci gemlendiği; emek süreci sınırlandığı ya da bazı durumlarda tamamen durduğu ölçüde, gerçek sermaye tahrip edilmiş olur. Kullanılmayan makine sermaye değildir. Sömürülmeyen emek, yitirilmiş üretime denktir. Kullanılmaksızın kalan hammadde sermaye değildir. Kullanılmayan ya da yarım kalmış yapılar (ve yeni yapılmış makineler, depolarda çürüyen metalar) -bütün bunlar sermayenin tahrip edilmesidir. ... Böylece bu araçların kullanım değeri ve değişim değeri mahvolur. Sermayenin yıkımı, değerlerin aşınması anlamına gelir; bu aşınma daha sonra sermaye olarak aynı ölçekte yeniden üretimlerini yenilemesini önler. Bu meta fiyatındaki düşüşün yıkıcı sonucudur. ... Sermaye olarak kullanılmış değerler, aynı kişinin elinde yeniden sermaye olarak hareket etmekten alıkonur. Eski kapitalist iflas eder.”(32)

1927-29 yıllarındaki sermaye üretiminde büyük yükseliş ve ardından büyük sermaye tahribi ve yıkımları ile üretimde keskin düşüşlerin nedenini izah etmiş bulunuyoruz. Bugün için durum bambaşkadır. Daha önce genişçe anlatılmaya çalışıldığı gibi sermaye üretimini bugünkü aşamasında

a-Emeğin üretkenliğinden çok emeğin yoğunluğu artırılarak üretim artışı sağlamakta,

b-Sermayenin yoğunlaşmasından (sabit sermaye genişletme yatınım) çok sermayenin merkezileşmesi (birleşme-satın alma) görülmektedir.

Bu sermayenin üretici güçleri geliştirme yeteneğini nasıl yitirdiğini gösterir, bu nedenlerdir ki önemli bir üretim artışı -emeğin yoğunluğuna dayandıkça zaten sınırlı olmak zorundadır- olmamasına rağmen sermayenin aşın üretimi görülmekte ve bunalım patlamaktadır.

Sosyalizmde de amaç, gerekli emeği durmaksızın daha çok düşürmektir. Bu emeğin üretkenliğini durmaksızın artırmakla mümkün olur. Böylece, belli bir zaman içinde daha çok üretmekle işçiye daha çok boş zaman kalacak; artan üretkenliğe el koyan bir asalak sınıf olmadığı için toplum refahı yükselecektir, insanların ürettiklerini tüketmeye doğal sınırları dışında herhangi bir engel olmadığı için bu anlamda bir fazla ürün yığılması görülmeyecektir. Aksine üretim ne kadar artarsa tüketim o denli yükselecektir.

Elbette bu hemen-birden gerçekleşmeyecektir. Ürünün meta niteliği giderek, süreç içinde ortadan kaldırılır.

Emeğin üretkenliği ne kadar gelişirse bu süreç o kadar kısa olacaktır.

Kapitalizmde anarşik üretim vardır. Kâr oranı hangi alanda yüksekse, kapitalistler oraya sinekler gibi üşüşür. Buna bağlı olarak, bazı alanlarda sermaye kıtlığı görülürken bazı alanlarda sermaye yığılması oluşur. Bu anarşik üretim ancak şiddetli sarsıntılarla dengeye oturur. Bu düzeltmeler çoğunlukla kısa dalgalanmalar ya da kısmi bunalımlarla gerçekleşir. Sosyalizmde ise bunların hiçbiri görülmez. Plan yoluyla toplumsal gereksinimler önceden hesap edilir, üretimde denge sağlanır.

Kimin Yararına Büyüme

1930’lardaki devasa ekonomik atılım hangi koşullarda gerçekleşti? İşgününün genelde 7 saate, ağır sanayide 6 saate düşürüldüğü, kadın ve çocukların gece çalışması ve tehlikeli işlerden men edildiği dönemdir bu. 1928’den sonra işsizlik ödeneği vardır, ancak 1930’larda işsiz kimse kalmadığı, işsizlik sorunu kökünden çözüldüğü için işsizlik ödeneği de gerekli olmaktan çıkar. Aynı yıllarda sadece Almanya’da 6 milyondan fazla işsiz vardır. Kapitalist dünyada işsizlik oranı 1932’de yüzde 25’in üzerine çıkmıştır.

1936 SSCB Anayasasında bütün yurttaşların sosyal güvenlik şemsiyesi altında olduğu ilan edilir, bu dünyada ilktir. Yine o yallarda çalışamayacaklara güçsüzlük durumlarına göre maaşlarının yüzde 60 ile yüzde 100’ü arasında ödeme yapılmaktadır. Kadınlar için 55, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı madenlerde çalışanlar için 50’dir. Emekli maaşı normal ücretin yüzde 60’ıdır. Sovyet emekçileri bu hakları elde ettiğinde kapitalist dünya emekçileri henüz bunlardan çok uzaktı.

Görülmektedir ki; ekonomik büyüme işçilerin daha ağır şartlarda çalışması nedeniyle değil emeğin üretkenliğinin durmaksızın yükseltilmesinden kaynaklanmıştır. Üretim arttıkça toplumsal refah yükselmiştir. Bu komünizme yürüyüşün tabiatına uygundur zira üretim araçları toplumsallaştırılmıştır ve sömürü ortadan kaldırılmıştır.

Fabrika düzeyinde de işçilerin kazanmalarına göz atabiliriz.

İşletme bazında elde edilen gelirin bir kısmı vergiye, bir kısmı birikim için sanayi bankasına, geri kalanı ise yönetim fonu olarak işletmeye bırakılmaktadır. İşletme yönetim fonunun nasıl kullanılacağı yasayla belirlenmiştir. Bu fonun yarısı zorunlu olarak konut fonuna ayrılır. İşletmede çalışan bütün işçilerin kültürel hayatlarını geliştirici hizmetler (kreşler, çocuk bahçeleri, kulüpler, yemekhaneler vb.), kendilerini gösteren işçilere prim ve rasyonalizasyon tedbirleri vb. için harcanmaktadır. İşletme bazında üretim ne kadar artarsa, yönetim giderleri ne kadar düşürülürse, işletme fonuna bırakılan pay artmaktadır. Bu fonun sarf ediliş şeklini, işletme yöneticisi ve sendika fabrika komitesi birlikte tespit eder. Fabrika komitesi sendikalı işçiler tarafından seçilir. İş saatlerini tespit etmekten ücret sistemi ile ilgili üretim standartlarını belirlemeye kadar işyeri komitesinin bir dizi yetkisi vardır. İşine son verilen işçinin durumunu tetkik etme hakkı da vardır, bu komitenin. İş sorunlarını çözmeye dönük mahalli halk mahkemelerinde de sendikacıların 3 temsilcisi bulunmaktadır.

Nüfusun ezici çoğunluğunun okuma-yazma bilmediği bir toplumda, çok kısa bir sürede okuma yazma bilmeyen hiç kimsenin kalmaması bir yana;1936’da teknik okullarda 700 bin işçi-öğrenci eğitim görmeye başlamıştır. İkinci beş yıllık plan döneminde kalifiye işçi sayısı 4 kat, mühendis sayısı 7 kat artmış ve bunların ezici çoğunluğu işçi-köylü ailelerinden gelmektedir. Açık ki yalnızca çelik vb. maddelerin üretimi sıçramamış, toplumun maddi kültürel refah düzeyinde devasa atılmalar gerçekleşmiştir.

Dünden Yarına

“Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi, halen toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanamayacak kadar uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir süreçtir. Birinci durumda, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusuydu; İkincisinde ise, birkaç gasp edicinin halk yığınları tarafından mülksüzleştirilesi söz konusudur.”(33)

Tam da Marks’ın dediği gibi sermayeye dayalı üretim biçiminin bugün ulaştığı düzeyde, yeni bir toplumsal sistem için gasp edicilerin mülksüzleştirilmesi yeterli olacaktır. O nedenle sosyalizmin inşası kadar, sosyalizmden komünizme geçisin örgütlenmesi için de koşullar çok daha uygundur.

Açıklamalar

(a) “Yani kendi başlarına ortaya çıkabilen ve böylece ticaret ve sanayi üzerinden ancak dolaylı bir etki yapan özel türden bir bunalım”(3)

(b) “Yeniden üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir üretim sisteminde, kredinin birden bire kesildiği ve ancak nakit ödemelerin geçerli olduğu sıralarda -ödeme araçlarına olan büyük hücum karşısında- bir bunalımın mutlaka ortaya çıkacağı açıktır. Bu yüzden, ilk bakışta bütün bunalım sırf bir kredi ve para bunalımı gibi görünür aslında bu, yalnızca poliçelerin paraya çevrilebilme sorunudur. Ne var ki bu poliçelerin çoğunluğu, fiili alım satımları temsil eder ve bu alım satımların genişliğinin toplumun gereksinimlerinin çok üzerinde olması, en sonunda, bütün bu bunalımların temelidir.”(4)

(c) M. Friedman, darboğazı aşmak için “gerekirse havadan para saçın” demişti. Bush yönetimi 1 yılda 1.5 trilyon dolar saçtı.

(d) ABD Hazine Bakanı H. Paulson bile şöyle demek zorunda kaldı: “Kuralsız kapitalizm çıkmaz sokaktır. Bunu gördüm.” Aynı Paulson Ağustos 2007’de “şimdiye kadar iş hayatımda tanık olduğum en sağlam küresel ekonomi” diye yüksek perdeden konuşuyordu. (Fortune Türkiye, Ekim 2008)

(e) Kartların yeniden dağıtılması

(f) Kaldı ki; hâlihazırdaki devletleştirmeler, müşteri bulana kadar şirketleri koruma altına almaktan ibarettir. Zorunlu olarak daha ileri önlemler de alınabilir ama bu gerçek ‘sorunu’ sorun olmaktan çıkarmaz.

(g) “Hayali sermaye oluşumuna, sermayeleştirme deniyor. Her devresel gelir, faiz oranı ile borç alınan bir sermaye tarafından gerçekleştirilebilecek bir gelir gibi, faiz oranı üzerinden hesaplanarak sermayeleştirilir. Örneğin yıllık gelir 100 sterlin faiz oranı yüzde 5 ise, 100 sterlin, 2000 sterlin üzerinden yıllık geliri temsil eder ve bu 2000 sterline, yıllık 100 sterlin üzerinden yasal mülkiyet hakkının sermaye-değeri gözüyle bakılır.”(9)

Başka bir örnek: “Hissenin nominal değeri, yani başlangıçta bu hissenin temsil ettiği yatırılan meblağ 100 sterlin ise ve bu kuruluş yüzde 5 yerine yüzde 10 faiz veriyorsa, hissenin piyasa değeri, diğer şeyler aynı kalmak üzere, faiz oranı (banka) yüzde 5 olduğu sürece 200 sterline yükselir, çünkü yüzde 5 üzerinden sermayeleştirilmiş iken, şimdi 200 sterlinlik bir hayali sermayeyi temsil etmektedir. Bunu 100 sterline satın alan kimse, bu sermaye yatırımı üzerinden yüzde 5’lik bir gelir elde eder. Girişimin geliri azalınca, bunun tersi doğrudur. Bu senedin piyasa değeri kısmen spekülatiftir, çünkü bu yalnız fiili gelir ile değil, aynı zamanda önceden hesaplanan, beklenen gelir ile saptanmıştır.”(10)

(h) “Yeniden üretim süreci sürekli olduğu ve dolayısıyla geriye akış güven altına alındığı sürece, bu kredi vardır ve genişler, ve genişlemesi yeniden üretim sürecinin kendisindeki genişlemeye dayanır.”(11)

(ı) “Borç verilebilir sermayedeki her büyüme, gerçek bir sermaye birikimini ya da yeniden üretim sürecindeki bir genişlemeyi göstermez. Bu büyük miktarda borç sermayesinin bomboş kaldığı, bir bunalımı hemen izleyen sanayi çevrimi evresinde çok açık duruma gelir.”(12)

(i) Ocak 2008’de 100 libre pirinç 15 dolar civarındaydı. Nisan ayına geldiğinde yüzde 70 yükselişle 24 dolar seviyesine çıktı. Haziran’da 18 doların altına indi. Ocak’tan Haziran’a ne arz-talep dengesinde önemli bir değişiklik olmuş, ne büyük kıtlık görülmüş, ne de savaş, doğal afetler vb. sebeplerle ikmal yollarında tıkanma olmuştu. Açık ki, mortgage krizinden kaçan spekülatörler bu piyasaya akmıştı. Petrol için de aynı şey geçerli. 2007 yılında 72 dolar, 2008 Temmuz’unda 146 dolar, Ağustos’ta 100 dolar civarı, Ekim’de ise 75 dolar.

Dipnotlar

1- K. Marks, Artı-Değer Teorileri c. 2, s. 512, Sol Yayınları, 1999, birinci baskı

2- K. Marks, Kapital c. 3, s. 457, Sol Yayınları

3- K. Marks, Kapital c. 1, s. 457, Sol Yayınları

4- K. Marks, Kapital c. 3, s. 434

5- Mario Calabresi, New York'ın Motoru Durdu, 6 Ekim Cumhuriyet

6- Verileri aktaran: Walden Bello, Wall Street: Çöküşün Nedenleri, sendika.org

7- K. Marks, Kapital c. 3, s. 417

8- Mike Whitney, Birgün, 17 Eylül 2008

9- K. Marks, Kapital c. 3, s. 414

10- Age, s. 415

11- Age, s. 428           .

12- Age, s. 430

13- K. Marks, Kapital c. 1, s. 498, 576-577

14- John Hari, Radikal, 9 Ağustos

15- Saruhan Özel, Global Dengesizliklerin Dengesi, s. 76, Alfa Yayınları

16- Age, s. 82

17- Milliyet, 6 Eylül 2008

18- Naomi Klein, Radikal, 16 Temmuz

19- Fatih Özatay, Radikal, 25 Eylül

20- S. Özel, age, s. 95

21- Age, s. 147

22- F. Engels, Kapital c. 3, s. 484, dipnot

23- Lenin, Buharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi kitabına önsöz

24- K. Marks, Kapital c. 1, s. 727

25- Cahit Talas, Ekonomik Sistemler, s. 368, İmge Yayınları, 5. baskı

26- Maurice Dobb, Sovyet Ekonomisinin Gelişimi, Özdemir Basımevi, 1968, s. 302

27- H. Kinder, W. Hilgemann, Dünya Tarih Atlası c. 2, s. 462, ODTÜ Yayıncılık

28- K. Marks, Kapital c. 2, s. 284, dipnot

29- K. Marks, Artı-Değer Teorileri c. 2, s. 493

30- K. Marks, age, s. 500

31- K. Marks, Kapital c. 3, s. 222

32- K. Marks. Artı-Değer Teorileri c. 2, s. 476-477

33- K. Marks, Kapital c. 1, s. 727

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi