Biyoyakıt Ekseninde Çevre, Açlık Ve Politika

Haiti, Mısır, Endonezya, Fildişi Kıyıları, Etiyopya ve Filipinler’de ayaklanmalar ve protestolar ardı ardına patlak verdi. Bunlara yol açanın gıda ve enerji fiyatlarındaki hızlı yükseliş olduğu söylendi. Peki, fiyatlardaki yükselişin nedeni neydi? İşte bu sorunun peşini kovalayanların gündemleştirdiği gerçeklerden biri de biyoyakıttı. Eylemlerle ilişkisi ise şöyle kuruldu: Çeşitli gerekçelerle enerji kaynağı olarak biyoyakıt üretimine yönelen devletler, insanlığın gıda olarak tükettiği tarım ürünlerini biyoyakıt üretimi için kullanmaya başladılar. Karın doyurmak için biyoyakıttan faydalanamayan insanlar da açlıkla yüz yüze kalınca tepkilerini gösterdiler.

Biyoyakıt çok değil daha birkaç sene önce petrole, fosil yakıtlara karşı yenilenebilir bir enerji kaynağı olarak sunulmuştu. Ekosistem dengesini gözeten, çevreye duyarlı insanlarda, topluluklarda bir ilgi, merak ve sempati uyandırmış olduğu bir gerçek. Petrol gibi birçok yönüyle kirli enerji kaynağının saltanatı böyle ‘çevre dostu’ bir yakıtla yıkılabilir mi diye düşünüldü; hakkında daha fazla bilgi edinmek için bir yönelim sergilendi. Çevre dostu olduğu ön kabulüyle başlayan araştırmalar zamanla yerini tartışmalara bıraktı. Hala da bu hususta farklı fikirler çarpışıyor. Onlara geçmeden önce biyoyakıtın ne olduğunu, tarihe dair kısa bir bilgi turuna çıkalım.

Biyoyakıt Nedir?

Biyoyakıt kısaca, içeriklerinin hacim olarak en az yüzde 80’ini son on yıl içerisinde toplanmış canlı organizmalardan elde edilmiş her türlü yakıt olarak tanımlanabilir. Kısa süre önce yaşamış organizmalar ya da onların metabolik çıktılarından elde edilen biyoyakıtlar yenilenebilir enerji kaynaklarıdırlar.

Biyoetanol, biyodizel, biyobütanol ve biyogazlar; biyoyakıtların çeşitli biçimleriler. Biyoyakıtlar enerji dışında yapı malzemesi ve geri dönüşümlü kâğıt ve plastik üretiminde kullanılır.

Biyoetanol arpa, buğday, mısır ve şeker pancarı fermantasyonu ile elde ediliyor. Biyodizel ise organik yağların baz ve alkolle karıştırılarak dizel yakıta çevrilmesi sonucu oluşuyor. Biyodizel için kolza (kanola), ayçiçeği, soya, aspir gibi yağlı tohum bitkilerinden elde edilen yağlar veya hayvansal yağlar kullanılır. Hatta evsel kızartma yağları, donmuş yağ ve balık yağından dahi hammadde olarak yararlanılabilir.

Biyoyakıt üretimi için biyodizelde 1980 yılma kadar zehirli bir kimyasala sahip bir bitkinin tarımsal ıslahı sonucu ortaya çıkan kanola (kolza) daha çok kullanılırken, biyoetanol için ise şeker kamışı, şeker pancarı, mısır ve buğday ön plana çıkmıştır. Farklı coğrafyalarda değişik ürünler bu iş için ekilmektedir. Dünya üretiminde ciddi bir payı olan Brezilya’da şeker kamışı, ABD’de mısır ve soya fasulyesi, Avrupa’da keten tohumu ve kolza, Asya’da hurma yağı, Hindistan’da jatrofa yağı biyoyakıt elde etmek için yetiştirilen başlıca yağlı tohumlu bitkilerdir. Bu yakıtların tarihine baktığımızda 20. yüzyılın başında dizel teknolojisinin icadıyla aynı dönemde üretildiğini görüyoruz. Bizzat dizel teknolojisinin mucidi Rudolf Diesel biyodizeli üretiyor. Ancak bitkisel yağların yüksek maliyetleri yüzünden ekonomiler o zamanın ucuz ve alternatif enerjisi olan petrole yönelirler. Rudolf Diesel 1900 yılında şöyle bir öngörüde bulunuyor: 'Dizel motorlarda bitkisel yağ kullanımı şimdilik bir hayal gibi görünebilir, ama gelecekte petrolün yerini alacak.’ Bu öngörünün hangi kaygıyla dile getirildiği veya gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ayrı bir konudur ancak şu an daha fazla gündemleşen tartışmanın yüzyılı aşkın bir arka planı olduğunu göstermektedir.

Hangi üründen ne kadar yakıt elde edildiğine dair rakamlara baktığımızda şöyle bir tablo çıkıyor: 1 ton kanoladan 400-450 litre biyodizel, 1 ton buğdaydan 340-380 litre biyoetanol, 1 ton şeker pancarından ise 100 litre biyoetanol elde ediliyor. BM’ye göre 232 kilo mısırdan 50 litre benzin çıkıyor. Biyoyakıt endüstrisi için özel önemi olan (ve coğrafyamızda ilerde daha ayrıntılı ele alacağımız gibi hükümetin, bakanlığın üstün çabalarıyla üretimi mümkün olan en üst seviyede yapılması için teşvik edilen) kanola (kolza) bitkisine biraz daha ayrıntılı baktığımızda 1 kg. kanola tohumundan 450 gr. yağ çıktığını, metanol ile reaksiyonundan sonra 450 gr. mazot elde edildiğini ve 1 kg. kanola artığından 200 gr. küspe üretildiğini görüyoruz.

Bu üretim rakamlarını insan beslenmesi için gerekli gıda miktarı ile karşılaştırdığımızda BM 232 kilo mısırın bir çocuğun bir yıllık beslenmesine denk düştüğünü hesaplamıştı. Kanola üretimini teşvik için politikalar ortaya koyan Tarım Bakanı Mehdi Eker Yeni Şafak gazetesindeki röportajda şöyle diyor: “1 ton buğdaydan 340 litre biyoetanol üretiliyor. 1 ton mısırdan 360 litre biyoetanol üretiliyor. Diyelim ki 350 litre; bu 3,5 depo eder. Bununla en fazla 600 km. gidersiniz. Bu bin kilo eder. Günde 1 kilo yiyen bir insanın bin günlük ihtiyacı demek.” (04.05.08 tarihli gazeteden)

“Biyoyakıt Kullanımı Bir İnsani Soykırımdır’ başlıklı yazısı ile Cumhuriyet Tarım-Gıda-Hayvancılık ekinde bir yazısı yayınlanan Anıl İsmet Tortopoğlu ise “Kolzadan elde edilecek her 50 litre biyodizel, şeker pancarından elde edilecek her 200 litre biyoetanol 1 kişinin yıllık buğday ihtiyacını engeller” diyor. Bu politikayı savunan ve karşı duran iki ayrı görüşten yaptığımız alıntılardaki rakamların birbirine yakınlığı açıktır. İki ayrı sübjektif yaklaşımın benzer noktada durması sayıların, oranlamaların objektifliği konusunda bir yargıya varabilmemizi sağlıyor. Devamında yapacağımız değerlendirmelerde bu rakamlardan ulaşılan sonucu dikkate almamızın önünde bir engel yoktur.

Biyoyakıtlar Çevreye Dost Mu, Düşman Mı?

Biyoyakıtların son dönemlerde gündemleşmesi kitlesel açlık ve açlık isyanlarıyla bağı içinde oldu. Dört-beş yıl önceye baktığımızda ise çevreye zararı olmayan, yenilenebilir, petrol linyit gibi kirliliği ayyuka çıkmış enerji kaynaklarına alternatifliğiyle basında yer bulmuştu. Irak işgaliyle gündemleşen işgal karşıtı harekette yer alanlarda petrole bağımlılığı azaltıp emperyalistlerin bir saldırı mazeretinin elinden alınabilecek olması ihtimali heyecan yaratırken, çevreye duyarlı, eko-sistem dengesine önem veren kesimlerde, sosyalistlerde mavi gezegenin aşırı ve hızlı kirlenmesinin önünü alacak bir alternatif olabilme olasılığıyla ilgi çekti. Gündeme girmesine vesile olanlar, özellikle biyoyakıt taraftarları ve üreticileri, bu ‘çevre dostu’ yönüne aşın vurgular yaptılar. Hatta geniş kesimleri inandırma hedefleriyle beraber nerdeyse kendilerini bile çevre kaygısı ile bu üretime yöneldiklerine inandıracaklardı. Bu fanatik taraftarların, üreticilerin kimler olduğunu, kaygılarının ne olduğunu şimdilik bir yana bırakarak dile getirdikleri, aşırı vurguladıkları biyoyakıtın ‘çevreci’ yanını kısaca ele alalım, tartalım, değerlendirelim.

“Etanol taraftarları için mısır, şeker kamışı, buğday, arpa veya pancardan üretilebilen bu ürün, temiz bir yakıt kaynağı ve yenilenebilir olmanın yanı sıra; sayesinde petrol kuyularının yerine uçsuz bucaksız yeşil tarlalardan ihtiyacımızı karşılayacağımız bir ‘yeşil deva’” (Birgün Gazetesi, 08.03.07). Bu ‘Yeşil Deva’ gerçekten de yenilenebilirdir: “Biyoyakıtların içerisindeki karbon, bitkilerin havadaki karbondioksiti parçalaması sonucu elde edildiği için, biyoyakıtların yakılması dünya atmosferinde net C02 artışına neden olmaz” (Vikipedi, Biyodizel başlığından). Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) Genel Müdürlüğü’nün Biyodizel dosyasına başvurarak bu durumu biraz daha açmak gerekirse: “Biyodizel, tarımsal bitkilerden elde edilmesi nedeniyle, biyolojik karbon döngüsü içinde fotosentez ile C02 emisyonları için doğal bir yutak olarak düşünülebilir. Biyodizel kükürt içermez (...) Ozon tabakasına olan olumsuz etkiler biyodizel kullanımında dizel yakıta nazaran yüzde 50 daha azdır. Asit yağmurlarına neden olan kükürt bileşenleri biyodizel yakıtlarda yok denecek kadar azdır.” Buna karşın başka kaynaklarda şöyle demektedir. Biyodizel, motorinden daha düşük Hidrokarbon (HC) emisyonu vermesine karşın, gerçekte HC emisyonu motorininkinden yüksektir. Bu değer biyodizel üretim sürecinde (yağlı tohum ziraatı ve işlenmesi) kaynaklanmaktadır. (Vikipedi)

Karşı görüşlerden birkaç örnek daha verebiliriz.

1998 yılında kimya alanında Nobel ödülü alan Alman bilim adamı Harmut Michel, biyoyakıtın da yarı yarıya fosil enerji barındırdığı için C02 salınımına neden olduğunu savunuyor. Michel buna örnek olarak etanol üretiminde gübreleme, ulaşım ve alkol damlatması için fosil yatırımına ihtiyaç duyulmasını ve bunun da benzinle çalışan otomobillerin ürettiği kadar C02 salınımına neden olmasını gösteriyor.

Brezilya’da Topraksız Köylüler Hareketi (MST) etanol üretimine karşı mücadele ediyor. MST’nin geçen Haziran ayında yapılan 5. Ulusal Kongresinde 18 bin delege “Köylüler ve tarım emekçilerinin çevrenin korunması ve enerji alanında egemenliğin korunması amacıyla tarımsal yakıt üretimine karşı savaşılması” kararı aldı. İngiliz Independent gazetesinin bir haberine göre Brezilya, dünyadaki 4. büyük sera gazı üreten ülke konumunda. Ülkenin atmosfere yaydığı karbon artışındaki bu patlamanın, doğrudan tarım mallan fiyatlarındaki artışın neden olduğu ormansızlaştırma ile bağlantılı olduğu söyleniyor.”

“Çevre için Avrupa Federasyonumdan Jos Dings “Bir şeye biyoyakıt denilmesi yeşil olduğu anlamına gelmiyor. Biyoyakıtlar o kadar çok toprak kullanıyor ki bir yerden sonra bu doğaya büyük bir zarar verecektir." dedi. (Akt. ntvmsnbc, 7.3.2008)

“ABD Tarım Bakanlığı’nın bir raporu mısırdan elde edilen etanolün aslında doğayı koruma bağlamında bir ‘işe yaramadığını’ ortaya koyuyor. Çünkü mısır üretiminde de petrol kullanılıyor. Kimyasal gübre ve ilaçların da çoğunun petrolden üretildiğini unutmayalım(...) Brezilya’daki şeker kamışına dayalı etanol, enerji hesabında daha iyi ise de yeni tarım alanları açmak için yağmur ormanlarının yakıldığı biliniyor. (...) ‘Endüstriyel tarım’ denildiğinde kimyasal gübreye dayanan tarım sistemi aklımıza geliyor ve bu tarım sistemi de sonuçta petrolle ayakta duruyor.(...) petrol fiyatları arttıkça endüstriyel tarımda üretim maliyeti artıyor. Ürünleri taşımak için de yine daha fazla masraf yapılıyor.”

“Sera gazı salınım yönü itibariyle incelediğimizde ise: Kolzadan elde edilen biyodizel atmosfere verilen sera gazını azaltmaz, şeker pancarından elde edilen 1 kg. biyoetanol üretiminde 1 kg. sera gazı değerini bulmaktadır.” (Biyoyakıt Kullanımı Bir İnsani Soykırımdır, Anıl İsmet Tortopoğlu, Cumhuriyet Gazetesi Tarım-Gıda-Hayvancılık Eki)

Bu unsurlar dikkate alındığında, biyoyakıtların “çevre dostu” olduğu konusundaki kanaatlerin yeniden ele alınması ve görüşlerin tekrar gözden geçirilmesi gerektiği açıktır. Biyoyakıtlar ekosistem dengesini olumsuz etkileme konusunda ipliği pazara çıkmış olan petrol, kömür gibi fosil yakıtlar düzeyinde kirletici olmayabilir. Ancak “çevre dostu” gibi nitelemelerle eko sistem dengesini bozmayacak çevreyle uyumlu enerji kaynağı payesi biçilmesi, yukarıda aktardığımız bilgileri dikkate aldığımızda fazlasıyla iyimser bir yaklaşım olur. Ama zaten bu tartışmamızın ana noktasını teşkil etmiyor.

Biyoyakıtları Kim, Niye Ön Plana Çıkarıyor?

Peki, niye biyoyakıtlar hak etmedikleri bir niteliğe sahipmiş gibi sunuldu/ sunuluyor? Kimler, hangi niyetle böyle yaygın bir propaganda yürütüyor? İlk sözü biyoyakıt uzmanı Delahouliere’e bırakalım. Şöyle diyor: “Herkes biyoyakıtlar konusunda çevreci kaygılarla hareket ettiklerini iddia etmekle birlikte, esas kaygılarının tarım teşvikleri olduğunu düşünüyorum.” (Akt. Geleceğin Petrolü Tarlada Mı Yatıyor?, Derleyen: Reyhan Oksay, 03. 09. 2005, Cumhuriyet Bilim Teknik)

Bu bir biyoyakıt uzmanının fikri. ABD ve AB’nin merkezinde durduğu biyoyakıtı öne çıkarma politikasının gerekçesi, farklı bir düşünceye göre ABD’nin petrol üretimini düşürmek ve kendi çiftçilerinin mısır fiyatlarını yüksek tutmak istemesi. Bir diğer fikre göre ise iktidar sahipleri küresel ısınmayla mücadele etmek ve biyoyakıtlar sayesinde karbon emisyonunu azaltmak çabasında. Bu konuda akıl yürütenlerden biri: “ABD’nin etanol üretimi ile Ortadoğu petrollerine bağımlılığını azaltmaya çalışıyor ayrıca konut borsası işe yaramadığı için bu piyasaların yöneticileri yeni av-sömürü alanları olarak gıda ürünlerini seçti” diyor. Bu yeni sömürü alanı tezi kolay yabana atılacak bir fikir değil. Çünkü BM dev ilaç şirketlerinin hemen arkasından gıda sanayi şirketlerinin dünyadaki en kârlı 2. sektör olduğunu duyurdu. Esas gerekçe olacak niteliğe sahip olmasa da, esasa gerekçenin doğal sonucu olarak ortaya çıkan bir netice ve giderek tali de olsa gerekçe konumuna gelen bir husus sayabiliriz. Peki, esas gerekçe olarak neyi görüyoruz?

Tam da yüzyıl önce biyodizel niye üretime ve kullanıma geçirilmediyse onu görüyoruz. Bir asır önce biyoyakıtın elde edilmesi pahalı, petrolün elde edilmesi ucuzdu. Ancak petrol çeşitli gerekçelerle varil başına 20 dolardan 120 dolara fırladı. Aynı miktarda biyobenzinin mısırdan faydalanarak üretilmesi ise hesaplara göre 81 dolara geldi. (Umur Talu, Açlık Hayatın Efendisidir, 16.04.2008) Aynı miktar biyoyakıtın diğer hammaddelerle elde edilmesinin ne kadara mal olduğu hesabına ulaşamamış olsak da; emperyalistlerin bu ürünlere ve yakıta yönelmeleri hâlihazırda petrolden ucuza elde edildiklerini gösteriyor.

Canlıların en ufak birimi olan hücre ekseninde gelişen metabolizmik faaliyetlerde su nasıl yüksek basınç olan yerden alçak basınca doğru akıyorsa sermaye de her daim yüksek maliyetli yerden düşük maliyetli yere, az kârlı yerden çok kârlı yere akar.

İşte sistemin getirdiği bu akış refleksi burjuvaziyi biyoyakıta yönlendiriyor.

Burjuvalar yürüyen sermayelerdir. Ve yürüyen sermayelerin var olma gerekçesi kârlarına kâr katmak, sömürüden elde ettikleri artıdeğeri artırmaktır. Bu amaçlardan saparlarsa zaten burjuva olma niteliklerini kaybederler. İnsan olmaya doğru böyle bir arınma ise kapitalist sistem çerçevesinde kalarak sadece iflas etmeleriyle mümkündür. Ancak bu şekilde sömürme güdülerinden arınabilirler. Başka türlü yürüyen-sermayelik demek olan burjuvalıktan vazgeçmezler. Hareketleri, düşünceleri, duygulan hep kendilerini yani sermayeyi artırma, farklı insanlar, kesimler, sınıflar üzerinden egemen, hegemon, muktedir olma eseninde şekillenir. (Diğer bir alternatif devrimle onları bu gayri-insani, sömürgen pozisyondan kurtarmak ve sosyalizme yürümek yoludur. Ki bu işçi sınıfının yeteneği dahilindedir.)

Niye Bu Konuya Değiniyoruz?

Çünkü bazı fikir sahipleri emperyalist-kapitalist sistemin egemenlerin doğaları bilmiyor olacaklar ki küresel ısınma, çevre kirliliği vb. konulardan dolayı burjuvaların yeni enerji kaynaklarına yöneleceklerini sanıyorlar. Hâlbuki Marx, kapitalist sistemin efendilerinin doğalarını, düşünüş ve hareket tarzlarını gerekçeleriyle bundan 150 yılı aşkın süre önce açığa vurmuştu. Kötü niyetliler, egemenlerin çarpıtma memurları dışında, yürüyen-sermayelerin çevresel duyarlılıkla harekete geçeceği düşüncesini öne süren ya da bunlara inanan arkadaşlara, Marx’a dönüp bakmalarını önermek yerinde olacaktır. Çevre sorunları, ekosistem dengesinin bozulması konularında karşılarında olan, mücadele ettikleri, çevreyi kirleten, doğal-dengeyi bozan ve yaptıklarını-ettiklerini sistem çerçevesinde gayet normal, kabul edilebilir gören burjuvaları daha iyi tanımaya yönelmeleri bir ihtiyaçtır. Ancak böylelikle kendi duyarlı oldukları konu çerçevesinde kalsa dahi harekete geçtikleri, taleplerini ortaya koydukları konularda olumlu adımlar atılmasını sağlayabileceklerdir. (Bu adımları dahi önemli bulduğumuz, kazanmaları kendi kazanımımız, ezilen insanlığın kazanımı sayacağımız için sosyalist olmayan çevreci arkadaşlara öneride bulunma hakkım kendimizde buluyoruz.)

Yani burjuvazinin burjuvalıktan arındırılma ihtimali dışında hiçbir koşul yoktur ki kârını artırma, zarardan kurtulma artı-değer sömürüsünü “özgürce” sürdürme ve bunu katlama hedefi dışında toplumsal kaygıyla bir iş yapsın. Yapmaz, yapamaz. İşte bu yüzdendir ki eğer emperyalistler, kapitalistler petrol dışında farklı bir enerji kaynağına yöneliyorlarsa bunun yegâne gerekçesi yeni kaynağın, tartıştığımız konu bahsinde biyoyakıtın, kendilerine görece ucuza mal olmasıdır, daha fazla kâr edecek olmalarıdır.

Meselenin bir de jeopolitik boyutu var. ABD ve AB, petrole olan aşın bağımlılıktan kurtulmak istiyorlar. Iran, Venezuela gibi devletlere petrol bakımından “eli mahkûm” kalmak istemiyorlar. Bush, bunu 2006’daki “Birliğin Durumu” yıllık konuşmasında açıkça formüle etti.

AB’nin yönelimine biraz daha ayrıntılı bakarsak: “Küresel enerji kullanımının yaklaşık yüzde 17’siyle dünyanın en büyük enerji ithalatçısı konumunda olan AB 2003 tarihli Biyoyakıt Yönergesinde üye ülkeler için biyoyakıtlara 2005 yılında yüzde 2’lik, 2010 yılında yüzde 5,75’lik bir pazar payı sağlanması da dahil olmak üzere belirleyici fakat zorunlu olmayan hedefler konuyor. Bu payı 2020 yılında yüzde 10, 2030 yılında ise yüzde 25 olarak belirliyor. Avrupa Komisyonu’nun onayladığı bir stratejide, sera gazı emisyonları ve petrol ve gaz ithalatına olan bağımlılığı azaltmanın yanı sıra yeni istihdam yaratılmasına yardımcı olmak amacıyla biyoyakıt kullanım ve üretimini teşvik edici tedbirler öneriliyor. AB Biyoyakıt Stratejisi, 2005 Aralık ayında kabul edilmiş biyokütle eylem planını temel alıyor ve 7 politika ekseni üzerine inşa ediliyor: Biyoyakıta olan talebin teşvik edilmesi, çevresel faydaların anlaşılması, biyoyakıt üretim ve dağıtımının geliştirilmesi, hammadde arzının genişletilmesi, ticaret olanaklarının iyileştirilmesi, gelişmekte olan ülkelerin desteklenmesi ve araştırma geliştirmenin desteklenmesi” (Derlenen Kaynak: AB Ülkelerine Biyoyakıt Kullanımını Artırma Çağrısı, Setimes sitesi, 09.02.06)

AB bir de biyoyakıt üretimini teşvik etmek için her bir dönüm “enerji ürünü” için 45 Avro sübvansiyon veriyor. Böylelikle zaten enerji için azımsanmayacak düzeyde yapmakta olduğu ithalatın mümkün mertebe artmasının önüne geçmek istiyor. AB belgelerinde gerçek nedenlerinin bir kısmı yer alsa da “yeni istihdam yaratılması”, “çevresel faydaların anlaşılması”, “gelişmekte olan ülkelerin desteklenmesi” gibi maddelerde geçiyor.

Bunlar, zokayı yutturup sömürü ağlarına daha fazla takmak istedikleri Avrupalı emekçilerin, yeni-sömürge ülkelerindeki halkların bilinçlerini bulandırma, sersemletme operasyonunun parçalarıdırlar. Hem kendi ihtiyaçlarını karşılayacaklar, hem sömürüyü katmerleyecekler hem de bunu sizi işsizlikten kurtarmak, size daha yaşanabilir bir dünya yaratmak ve ülkenizi geliştirmek için yapıyoruz diye sunacaklar, sunuyorlar da zaten.

ABD ve AB emperyalistlerinin bu işin başını çektikleri, aleni bir durumdur. Biraz daha detaylı baktığımızda karşımıza şöyle bir tablo ve özneler çıkıyor: “Dünya çapında biyoyakıtlara yapılan yatırımların 1995’te 5 milyar dolar iken 2005’te 38 milyar dolara çıktığı ve bu alanda Richard Bronson ve George Soros, General Electric, BP, Ford, Shell, Cargill ve Carlyle Group gibi yatırımcıların başı çektiği belirtiliyor.”

“Fransa’da Sofiproteol, Rouen, Novaol gibi biyodizel üreticileri ve Elf, Total gibi petrol firmaları genelinde AB politik desteği ile gerçekleşen biyodizel üretimi…”

Biyoetanol üretimine yönelen, yürüyen-sermayelerin adından en fazla söz ettirenlerinden biri de George Soros’tur. Brezilya’da 900 milyon dolarlık etanol yatırımını geçen yıl Ekim ayında 66 bin 718 hektarlık toprak satın alarak genişletti. Antiemperyalist söylemlerle iktidara gelen eski işçi önderi Lula’nın döneminde böyle yatırım yapabiliyor olması ayrı bir inceleme, tartışma konusu ancak bu birkaç veri dahi biyoyakıtları özel uğraş alanı yapan kişileri, şirketleri gösteriyor. Ayrıca biyoyakıt konusunda emperyalist efendilerin, özelde Brezilya’ya genelde himayeci veya yeni sömürgeleri konumunda olan ülkelere biçtikleri misyona eğilmek yerinde olacaktır. Yönelimleri, hedefleri bu konuda uyguladıkları politikalar ve sonuçları daha belirgin hale gelecektir.

Biyoyakıtta Özelde Brezilya'ya Genelde Yeni Ve Himayeci Sömürgelere Biçilen Rol

AB emperyalizminin Kalkınmadan Sorumlu Üyesi Louis Michel şöyle diyor: “Çoğu gelişmekte olan ülke biyoyakıt hammadde üretimi için doğal olarak elverişli konumda bulunuyor. AB’nin genişleyen biyoyakıt pazarı onlara ihracat olanakları sağlayacaktır.” Kendi temsil ettiği emperyalistlerin niyetini açıkça ortaya koyan görevli, aslında bu alana yönelen tüm emperyalistlerin özlemlerini dile getirmiş oluyor. Gelişmekte olan diye tanımladığı yeni-sömürge, himayeci sömürge statüsündeki ülkelere biçilen misyon bu, hammadde deposu olacaklar. O ülkelerden biri de Brezilya.

Niye Brezilya’ya diğerlerinden ayırarak özel olarak eğilme ihtiyacı duyuyoruz? Çünkü özellikle son birkaç yıldır Brezilya biyoyakıtın temel hammaddeleri üretimi konusunda yaptığı hamlelerle ve özellikle ABD ile giriştiği işbirliğiyle öncü konuma yerleşmiş durumda.

Brezilya’da etanol yeni bir yakıt değil. 1925’ten beri kullanılıyor. Ancak 1973’te ülkedeki askeri diktatörlük dünyadaki petrol krizinde ülkenin ithal fosil yakıtına olan bağımlılığının azaltılması yönünde karar alınca devlet teşebbüsleri etanol üretimi için şeker endüstrisine yöneltildi.

Brezilya şeker kamışı tarlalarının tümünü 320 adet etanol üretim tesisinin emrine tahsis etmiş durumda. Batı ülkelerine 2006 yılı itibariyle yılda 1 milyon 890 bin ton etanol ihraç ediyor. Ayrıca en büyük etanol üreticisi olma konumundaki ülkede araçların üçte biri şeker kamışından yapılan etanolle çalışıyor. 2007 yılı bilgilerine göre ise benzin tüketiminin yüzde 40’ını etanol ile değiştirmiş. Bazıları Brezilya için “Etanolün Suudi Arabistanı” nitelemesini yapıyorlar.

Ancak gerçeğin bir de diğer yüzü var. Etanol endüstrisi hava ve su kirliliğinin yanı sıra Amazon ve Atlantik yağmur ormanlarının yok olması ve Brezilya savanlarının büyük zarar görmesiyle bağlantılı görülüyor. Ayrıca öncesinde de değindiğimiz gibi ülke dünyada ki 4. büyük sera gazı üreten konuma geldi ve atmosfere yaydığı karbon artışındaki bu patlamanın doğrudan tarım ürünleri yetiştirme alanı açmak için yapılan ormansızlaştırma ile ilgili olduğu söyleniyor. Brezilya’nın önde gelen çevrecilerinden ve eski kongre üyesi Fabio Feldman ülkede kullanılan bütün petrol ürünlerine yüzde 23 oranında etanol karıştırılmasını öngören kanunun geçmesine yardım etmiş, zamanında kanuna imza atmıştı. Fakat şu an Brezilya’da bu değişikliklerin ciddi yan etkileri olacağına inanıyor. “Bazı kamış tarlalarının boyutları Avrupa’daki bazı ülkelerin alanına eşit büyüklükte, bu büyük alanlar birçok ekosistemi yok etti. Sao Paolo’daki tarlalar şeker kamışı okyanusları gibi ve hasat için bu boyutlardaki tarlaları yaktığınızda şehirde ciddi boyutlarda hava kirliliği oluşuyor” diyerek endişelerini ifade ediyor.

Şimdi bir biyoyakıt taraftarının satırlarına göz atalım. Türkiye halklarına dönük ve Türkçe bir sesleniş olsa da aslında burjuva propagandistlerinin dünya çapında “gelişmekte olan ülke” halklarını ikna için ortaya attığı söylemlerin standart bir örneğidir: “Biyodizelin gelişmekte olan ülkeler için birçok avantajı var. Toplumlarının önemli bir kısmını oluşturan kırsal ve kentsel enerji tüketimi ucuzlayacak. Ancak gelişmekte olan ülkeleri asıl heyecanlandıran ise, kendi ülkelerinde bolca bulunan bir hammaddeyi gelişmiş ülkelere ‘enerji’ olarak satabilmenin hayali. Çin, Hindistan, Tayland, Malezya ve Filipinler gibi gelişmekte olan ülkeler dahi şeker kamışı ve palmiye yağı gibi tropikal mahsullerle geçinen köylüsünü enerji üreticisi konumuna getirmek için biyodizele bel bağlıyor (...) Her toplum, tarlalarına yüzyıllardır ektiği kendi ulusal veya yerel bitkisini biyodizel üretiminde değerlendirecek. Toplumların sosyal-ekonomik olarak en düşük gelir grubu olan çiftçiler, ‘enerji üreticisi’ konumuna geçecek, bu da gelir dağılımını olumlu etkileyecek.” (Erdem Peköz, Biyodizel Petrolün Pabucunu Dama Atacak, 09.03.06, ntvmsnbc)

Bu makaleden yedi ay önce 2005 Eylül’ünde yayınlanan bir başka yazıda şöyle deniyor: “AB 2010 yılında tüm yakıtların içinde biyoyakıt oranının yaklaşık yüzde 6’ya çıkartılmasını öngörüyor. Bu hedefi tutturmak için biyoyakıt hammaddesi olarak tüketilen tarım ürünlerinin miktarının 5 misline çıkartılması gerekiyor. Almanya hammadde eksiğini kapatmak için Malezya’daki hurma plantasyonlarının üretiminden yararlanmayı planlıyor. ABD ve Avrupa ülkelerinde ulaşımda tüketilen yakıtların yüzde 10’unu biyoyakıtların oluşturması için bugünkü ekili alanların yüzde 40’ının biyoyakıt tanınma ayrılması gerekir (...) Malezya, Endonezya ve Avustralya, Brezilya ile birlikte şeker kamışı etanolü tedarikçisi olarak sağlam bir yer edinebilir.”

Biraz da 10 Ağustos 2005’te Dünya Biyodizel Günü nedeniyle Alternatif Enerji ve Biyodizel Üreticileri Birliği Demeği (ALBİYOBİR)’nin Ankara’da, “Ulusal Yakıt: Biyodizel” konulu toplantısında konuşan ATO Başkanı, ulusalcı faşist Sinan Aygün’ün konuşmasına kulak kabartalım. Önce alternatif yakıt üretiminin Türkiye’nin kurtuluşu olacağım öne sürüyor sonra da şöyle devam ediyor: “Alternatif yakıt üretimi ile çiftçi ürettiğini satabilecek, işsizlik önlenecek, akaryakıt ithalatına ödenen 7-8 milyarlık döviz azalacak.” Ergenekoncular da kendilerini ABD emperyalizminin biyoyakıt politikalarına kaptırmış görünüyor. (En azından onlar bakımından “Erke Dönergeci”nden daha gerçekçi bir enerji politikası olduğu söylenebilir.)

Madem bu kadar gündem oldu; Türk egemenlerinin biyoyakıt hususundaki faaliyetlerine, politikalarına bakmak yerinde olur.

“Yurtsever Benzin” Palavrası

Petrol Ofisi yoğun bir reklam kampanyası ile 2005’in Ağustos’un da biyobenzin üretimine başladı. Biyobenzine ayrıca isim de koydular: “Yurtsever Benzin”. Yurtseverliği reklam içinde şöyle verildi: “Kurşunsuz Biyobenzin”in içerdiği bioetanol, Türk çiftçisinin yetiştirdiği tarım ürünlerinden elde edilir. Böylece akaryakıt tedarikinde dışa olan bağımlılığımız azalır.”

Aydın Doğangillerin Petrol Ofisi her şeyi, çıkarlarını bir yana bırakmış tüm gücüyle “Türk çiftçisi” için çalışıyor. Çok inandırıcı değil mi? Reklam metnin içinde biyobenzini övmek için sergilenen çeşitli söylemlerle ilgili önceki sayfalarda cevaplarımız olduğundan tekrar değinmiyoruz. Şimdi PO’nun ve ürününün “yurtseverliği”ni irdeleyelim. Yukarıda aktardığımız Sinan Aygün’ün biyoyakıt güzellemesi tam da Aydın Doğan’ın biyobenzini piyasaya sürdüğü günlerdeydi. Diyebiliriz ki, o dönem biyoyakıt malum burjuva kliğin elbirliğiyle hayata geçirdiği bir projeymiş. (Sonradan -nedeni henüz dışa vurulmamış, yüksek sesle ifade edilmemiş olsa da- Cumhuriyet gibi bazı statükocu klik yayınlarının tornistan ettiği ve biyoyakıt karşıtı bir noktaya geldiği de bir gerçek.) ATO Başkanı’nın fikirlerinin yazıldığı makalenin devamında PO’dan Kalite Kontrol Uzmanı Ali Çakın’ın düşünceleri şöyle aktarılıyor: “Ali Çakın biyobenzinin döviz tasarrufunun yanı sıra en büyük yararının, buğdayın fermantasyonu ile elde edilen biyoetanolü kullanmakla tarıma dayalı ürünlere pazar oluşturmak olduğunu söylüyor.” PO’nun ürettiği yüzde 2 oranında tarımsal esaslı katkı maddesi içeren bir biyobenzin. Bu yakıt için gereken biyoetanolü elde edecek bir tesis kurmak 30-40 milyon dolara mal oluyor. Böyle bir tesis Bursa’da kuruldu; Türkiye’de tek ve sadece PO için çalışıyor. Biyodizel üretmek için tesis kurmak daha ucuza geldiğinden daha 2005’te 25 tesis kurulmuş durumdaydı ve 40 tanesi de yoldaydı. Bu bilgileri edindiğimiz yine Aydın Doğan’ın sahibi olduğu Milliyet gazetesinin yazan Güngör Uras “Yurtsever Benzin” reklamlarına inanmamış olacak ki PO biyobenzini üretmeye başladıktan bir ay sonra şöyle bir yorum yapıyor: “Bio-benzin ve bio-dizel üretiminde kullanılacak tarım ürünlerinin bitkisel ve hayvansal yağlar ile yağ atıklarının ülkede bol bulunması gerekir. Hâlbuki tarım ülkesi olmamıza rağmen biz yağlı tohumu, hayvansal yağları, mısırı ve hatta buğdayı ithal ediyoruz.” (Tarım Ürünü Katkılı Yakıtlar: “Bio-Benzin”, “Bio-Dizel”, 08.09.05, Milliyet) “Türkiye’de hammaddeler bol üretilirse olur” gibi bu satırlardan çıkabilecek bir yorumu tartışmayı şimdilik bir yana bırakarak, cümlelerin faş ettiği bir gerçeğe dikkat kesilelim. Bu gerçek, “Yurtsever Benzin” diye sunulan PO Biyo-benzin’in daha ilk çıktığı dönemde dahi hammaddesinin ithal ediliyor durumda olan yağlı tohum, hayvansal yağlar, mısır ve hatta buğdaydan elde ediliyor olduğudur. Bu arada dünyanın en fazla buğday üreten ve ihraç eden ülkelerinin ABD, AB ve Kanada olduğunu (Kaynak: Anıl İsmet Tortopoğlu, age) not düşelim. “Türk çiftçisini” kandırmak, kendi politikasına yedeklemek için PO’nun alenen yalan attığı bizzat kendi patronunun gazetesindeki bir yazıdan anlaşılıyor.

Peki, hükümetlerin bu konudaki yönelimleri nasıldır?

BiyodizelTURKİYE.com sitesinde “Biyoenerjiye destek geliyor” başlığıyla yayınlanan bir haber aynen şöyle: “Mısır, kanola ve ayçiçeği gibi ürünlerin fiyatında son yılların en hızlı artışları görülürken bakanlık biyoenerji üretimine teşvik getirme hazırlığında. Zaman’ın Ortak Akıl Toplantısında konuşan Bakan Hilmi Güler, biyoyakıt sayesinde enerji ile tarımı bütünleştirdiklerine dikkat çekerek bu sayede 350 bin kişiye iş kapısını aralayacaklarını söyledi.

Elektrik İşleri Etüt İdaresi (E.İ.E.İ) Genel Müdürlüğü sitesinde “Biyodizel” üst başlığı altında Türkiye’deki Tarımsal Teşvikler kısmında şu bilgiler var:

“Dünya Bankası ile TC 57. Hükümeti tarafından imzalanan Tarımsal Reform ve Uygulama Projesi (ARİP) (...) programının amaçlan, mevcut destekleme politikalarını ortadan kaldırarak doğrudan gelir desteğine geçmek, reform süreci içinde; girdi desteği ve sübvansiyonlu kredi desteği kaldırılarak, tarımsal KIT’lerin küçültülmesi ve/veya özelleştirilmesini sağlayacak tüm tedbirleri almak, alternatif ürün projesi ile arz fazlası olan tütün ve fındık üreticilerinin faaliyet alanlarının, arz açığı olan ürünlere kaydırılmasını sağlamaktır. Bu kapsamda biyodizel üretiminde hammadde olarak kullanılabilecek bitkilerle ilgili maddeler aşağıda sunulmuştur” dendikten sonra, daraltılarak fındık ve tütün ekim alanlarına özellikle kanola, soya, ayçiçeği, mısır vb. üretimi teşvik edileceği belirtiliyor. Biraz daha ileride ise, “Sertifikalı soya fasulyesi tohumu ile üretim yapan üreticilere destekleme prim ödemesi yapılırken (...) kanolada ise sertifikalı tohumluk kullanma şartı aranır” deniyor.

Diğer verilerle bir arada bu durumu değerlendirdiğimizde gıdadan çok AB’nin ihtiyacı olan biyoyakıtlar için üretim planı olduğu anlaşılıyor. Alıntıdan bir başka açığa çıkan durum ise sertifikalı tohumun soyada teşvik edilirken, kanolada şart duruma getirilmesi. Bu, emperyalizme bağımlılık yaratan farklı bir yön. Şöyle ki “tek yıllık bitki” ve “sertifikalı tohumla” yapılması demek, hibrid tohum (nam-ı diğer terminatör) kullanmak demek. Hibrid tohum sadece bir ekimlik kullanılabilen, sonra kendini üretemeyen bir tohum türü. Bu tohumun üretimi ise esasen Almanya, Hollanda, Fransa, ABD ve İsrail’de yapılıyor. Çiftçiyi buna yönlendirmek ise doğallığında ithalata yönlendirmek demek ve kendini üretme ihtimali olmadığı için her yıl tohum satın almasını istemek demek. Böylece emekçi köylülük iflasa sürüklenecek ve kanolayı kapitalist çiftlikler üretecektir. Bu örnekte de görüldüğü gibi, tarımda biyoyakıtın teşviki, emekçi köylülüğün desteklenmesi değil, tam tersine kapitalist tarım şirketlerinin desteklenmesidir. Biyoyakıt ekimi yaygınlaştıkça kırdaki çözülme ve emekçi köylülüğün yıkımı da yayılır.

İlgili kararların uygulanması sonucu mesela kanoladaki durum nedir diye baktığımızda şöyle bir sonuca rastladık: “Dünyayı tedirgin eden gıda ve petrol krizinden daha az etkilenmek isteyen Türkiye, krizi 10 yılda bitirecek mucize bitki kanolaya yatırım yapıyor. 210 bin dekarda üretilen kanolanın yıllık getirisi 1 milyar dolara ulaştı (...) Türkiye Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TlGEM) kendi işletmelerinde bitkiyi yetiştirmek isteyen çiftçilere tohumluk sağlıyor(...) tarım Bakanlığı kanola yetiştiriciliğini teşvik etmek için dekar başına 50 YTL destek vermeye başladı.” (Orhan Turan, Parola Kanola, Yeni Şafak, 03.05.08) Bilgilerin gösterdiği; kanola konusunda ciddi adımlar atılmış olduğu ancak yetersiz bulunduğu ve daha da desteklenerek, teşvik primleri dağıtılarak yaygınlaştırılacağıdır.

Açlık İsyanlarından Sonra Söylemler

“Bir İngiliz gazetesinin ekonomi editörü dünkü yazısına şöyle başlamıştı: “We drive, they starve”. Yani; “Biz otomobil sürüyoruz, onlar açlıktan ölüyor”. Umur Talu ekliyor: “Otomobil uçar gider, bebekler acından gider”. (Açlık Hayatın Efendisidir, Sabah, 16.04.08) Burjuvalar özel uçak kullanır, cip sürer, ezilenler kıran geçirir. Gerçeğin çarpıcı, özlü bir ifadelendirilmesi. Peki gidişatı öncesinden görenler yok muydu? İşte devrimci yoldaş Fidel Castro’nun Mayıs 2007’de kaleme aldığı makaleden bir paragraf: “Gıdayı yakıta dönüştürmek canavarca bir davranıştır. Kapitalizm, yoksulların, özellikle de biyoyakıt üretimi için dünyadaki en geniş rezervlere sahip olan Güney’de yoksulların kitlesel infazını hazırlıyor. Bunun gıda ve yakıt arasında bir tercih olmadığına dair yapılan resmi açıklamalara rağmen gerçek toprağın ya gıda ya da biyoyakıt üretimi için kullanılacağını göstermektedir.”

Açlık İsyanlarından sonra emperyalistlerin paniği IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın Fransız “Europe-1” radyosuna verdiği demeçte kendini dışa vuruyor: “Dünyada yükselen gıda fiyatlarının hükümetlerin yıkılması ve hatta savaşların patlak vermesi gibi korkunç sonuçlan olabilir. Dünya bu sorunu çözmeli.” Strauss-Kahn, “Biyoyakıtları gıda için kullanılmayan tarımsal ürünlerden yaptığınızda bu iyi. Ancak bu yakıtları gıda ürünlerinden yaptığınızda, bu önemli bir ahlaki sorun teşkil eder” diyerek, tam da Castro’nun dile getirdiği sahte ikilemi ortaya koyuyordu. (Sabah, 19.04.08)

IMF ve diğer emperyalist kurumlar ülkelerin iktidarlarını gıda ürünü ekilen yere gıda ürünü olmayan ürünleri ekmeye teşvik etmiyor mu? Ediyor. Böylelikle dolaylı olarak da olsa gıda ürünleri azalmış olmuyor mu? Bal gibi de oluyor. IMF Başkanı bu kitleler tarafından doğrudan, ilk bakışta görünür vaziyette olmayan icraatlarını tümden yok saydırma, unutturma çabasında sanırım.

Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick: “Son 3 yılda gıda fiyatlarının ikiye katlanmasının geliri düşük ülkelerde 100 milyon insanı açlığa itebileceğinin tahmin ediyoruz” derken, belli ki açlığa itilecek insan sayısını düşük tutma çabasında. Ancak bu ifade bile emperyalist kapitalizmin büyük kitlelere layık gördüğü geleceği açığa vuruyor. Fransa Tarım Bakanı Michel Barnier insanlar için yiyeceğin piyasa kurallarının ve uluslararası spekülasyonun merhametine bırakılamayacağını ve Avrupalıların kendilerine bunu bütün uluslararası organizasyonlarda sorması gerektiğini kaydetti. BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler, önceden gıda fiyatlarının artması ve gıda sıkıntısının baş göstermesi yüzünden isyan çağma doğru ilerlemekte olduğu uyarısında bulunmuştu şimdi ise “Devasa miktarda biyoyakıt üretimi, insanlık suçu anlamına geliyor” dedi.

Tam da bu süreçte AB’nin daha önce belirlediği stratejiye uygun olarak Avrupa Komisyonu’na gelen, 2020 yılında ulaşımda yüzde 10’luk biyoyakıt kullanımını hedefleyen öneri reddedildi. Bu bir anlamda önceden belirlenen stratejinin gündemden kalkmasına tekabül ediyordu.

Açlığın Sorumlusu Biyoyakıt Mı?

Biyoyakıtı birçok yönüyle ele almaya çalıştık. 21. asrın başında kendisinden doğal dengeye zarar vermeyecek, yenilenebilir, insanlığa da yararlı bir enerji kaynağı olduğu ön kabulüyle beklentiye girenleri hayal kırıklığına uğrattığını söyleyebiliriz. Daha yakından bakıldığında, emeğin sömürüsünü derinleştirdikçe, doğanın yağmasını da hızlandıran kapitalizmin böyle bir enerji kaynağı bulamayacağı ya da tercih etmeyeceği zaten görülecektir. Böylesi enerji kaynakları ancak sosyalizmde genelleşebilir, topluma mal olabilir.

Diğer yandan, biyoyakıt da bir özne değil bir nesnedir. Yapıp eden, irade sahibi bir güç değil; yapıp edilen, ortaya çıkarılan, başka iradenin kendi üzerinden mutlak söz sahibi olduğu bir şey.

Peki, özne kim ya da ne? Özne hâlihazırda içinde yaşadığımız sistemin ürettiği efendilerdir, emperyalist burjuvazidir. Sistemin belirlediği temel kurallar doğrultusunda hareket eden sömürücü ve sömürgeci güçler, bilimde sağladıkları ilerlemenin de etkisiyle biyoyakıta yönelmişlerdir. Dünya üzerinde tahakkümleri henüz sürmekte olduğu için bu yönelimlerini gerek kendi doğrudan hakim oldukları ülke ve ülkelerin halklarına, topraklarına gerekse de o veya bu düzeyde kendi sistemlerine angaje olmuş ülkelere dayatmaktadırlar. Onları da bu yöne yönlendiren taşıyıcısı oldukları sistemin görünmez kanunlarıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi sermayenin az kâr getiren yerden çok kâr getiren yere, görece az artıdeğer kazandıkları coğrafyadan, üretim alanından çok artıdeğer kazanacakları coğrafyaya, üretim alanlarına, üretim maliyetleri yüksek olan yerden; alanlardan, ürünlerden düşük olan yere, alanlara, ürünlere kayması bu sistem çerçevesinde zorunluluktur, tercih değil. Toparlarsak sistem sahipleri pahalılaşan petrol yerine elinin altında yüzyılı aşkındır farklı bir seçenek olarak duran biyoyakıta kısmen yönelmişler, sermayeyi ona belli oranda kaydırmışlardır. Bunun zamanla ortaya çıkan sonuçları olmuştur. Yani biyoyakıt en nihayetinde sistemin doğal işleyişinin dayatmasıyla gündemleşen bir olgudur, vakıadır. Açlık vb. gibi sonuçlan yaratan bir ilk-neden, temel neden değildir. Kendisi farklı bir nedeni, sistemin işleyişinin sonucudur ve bu sonuç farklı doğal getirilere, neticelere yol açmıştır, açmaktadır, açacaktır. Açlığın temel sebebi kapitalist sömürü sistemidir. Diğer her şey bunun aracıdır. Nasıl ki biyoyakıta yönelmenin sebebi “temiz yakıt” olduğu için değilse, açlığın sebebi de kendi başına biyoyakıt değil, insanlar yerine sermayenin doyurulmasının esas alındığı burjuva düzendir.

Biyoyakıtları açlıktan sorumlu ilan ederken yukarıda belirttiklerimiz es geçilirse, sunulanlar gerçek durumu anlatıyor denemez. Kaldı ki bugün gıdadaki fiyat artışlarında tarım alanlarının biyoyakıta ayrılmasının yarattığı etki spekülatif amaçlı sermaye basıncına göre daha düşüktür. Ama şimdilik! Biyoyakıt için verimli tarım alanlarından daha büyük bölümü ayrıldıkça gıda fiyatlarında şu ya da bu düzeyde yükselme kaçınılmaz olacaktır.

Dünyanın Bir Umudu Sosyalizm

Bilimsel sosyalizmin kurucusu Marx, “İnsanın özgürleşmesi toplumsal insana, yani doğayı kör bir güç olarak kontrol etmeye çalışan değil, doğa ile maddesel değişimini akılcı olarak yürütebilen ve bunu ortak (komünal) denetim altında tutabilen bir sürece yol açacaktır” der Kapital’de. Bu, sosyalistlerin iktidarı döneminde uygun hareket edecekleri başat perspektiflerdendir.

Sosyalist üretim sürecinde toplumsal yarar gözetilir. Tüm dünyadaki toplumları ezici bir çoğunlukla oluşturan emekçi insanlığın refah içinde, sağlıklı, özgürce yaşaması, tüm canlıların yaşam ortamını oluşturan ekosistem dengesinin bozulmaması ana kaygılardandır. Planlamalar, hesaplar, üretimler bu noktalara dikkat edilerek yapılır; hedefler bunlara uygun konur.

İnsanın araç konumundan amaç konumuna gelmiş olduğu gibi, doğal dengenin korunması da öncelikli bir görev halini alır.

Sosyalizmde verimlilik toplumsal, doğasal, çevresel yararla, yani kapitalizmde olduğu gibi sonuçları ne olursa olsun daha fazla kâr için değil, insanın maddi ve kültürel refah düzeyini sağlıklı bir seviyede geliştirmek için yükseltilir. Verim artışı, doğrudan doğruya hakimiyet sağlanmış dünyasal çerçevede yaşayan emekçilerin yaşam standardını daha da yükseltmek, toplumsal ihtiyaç için gerekli emek-zamanı sürekli düşürmek hedefi doğrultusunda gündemleşecektir. Böylelikle geniş kesimlere kendilerini geliştirmek, yeni insana ulaşmak ve ilgi duydukları alanlara vakit ayırmak kısaca düşünsel, duygusal, fiziksel, kültürel vb. gelişmeleri için giderek daha fazla zaman ayırma imkânı açılmış olacaktır. Yani sosyalizmde verimlilik artırılırken de amaç insandır. Sosyalizmde verimlilik artışı için dahi olsa doğrudan veya dolaylı olarak bu tip sonuçlara yol açacak politikalar makul sayılmaz.

Fidel Castro’yla yaptığı bir röportajda Oliver Stone soruyor: “Tıbbi çalışmalarınızın biyolojik silah üretmek için olduğu söyleniyor doğru mu?” Fidel yaklaşık olarak şöyle bir cevap veriyor: “Bir bilimi, tıbbı, insan sağlığıyla ilgili bir alanı insanlığa zarar verecek bir yönde kullanmayı bizim havsalamız almaz. Bu konu bizi böyle karalamaya çalışanların ilgi alanındadır.” Benzer bir şekilde verimliliği artırmak için topluma, doğaya düşmanca saldırı, kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede açığa çıkacak tamir edilmesi zor, olumsuz sonuçları bilerek yönelim sergilemek, sömürücü ve sömürgeci sistemin sahiplerinin icraat biçimidir, mantığıdır. Sosyalistler bu yaklaşımları, düşünüş tarzını akıl ve izan dışı bulurlar.

Farklı bir nokta olarak yazımızda sergilemeye çalıştığımız gibi emperyalist-kapitalist sistem çerçevesinde uluslararası emperyalist kuramların, tekellerin tarım politikalarını, onların işbirlikçilerinin somut uygulamalarının takip etmek önemlidir. Bu takip, sistem sahiplerinin ezilen insanlığa ve doğaya dönük yeni hangi saldırıların peşinde olduğunu gösterecektir. Sosyalistler söz konusu politikalara, uygulamalara karşı emekçi kitlelerle[1] bir karşı koyuş örgütlemekle mükelleftirler. Bu konuyla çevreyle bağı içinde ilgilenmek yarının değil bugünün sorunudur. Bir yanıyla sosyalistlerin bugünkü pratiği yarın iktidarı aldıklarında sergileyecekleri tavırlar noktasında şimdiden emekçilere, çevreye doğaya duyarlı kesimlere vb. verilmiş güvence olacaktır.

21. yüzyılda sosyalizm artık sadece emekçi insanlık için değil, doğanın kurtuluşu için de bir zorunluluk durumuna gelmiştir.

Kaynakça

Gamze Erbil, Büyüyen Biyoyakıt Tehlikesi, Cumhuriyet Gazetesi, 19.04.08

Tayfun Özkaya, Küreselleşmenin Gıda Krizi, Birgün Gazetesi, 28.04.08

Elektrik İşleri Etüt İdaresi (E.İ.E.İ) Genel Müdürlüğü sitesinden biyodizel dosyası

www.wikipedia.org sitesinden biyodizel dosyası

Geleceğin Petrolü Tarlada mı Yatıyor?, Derleyen: Reyhan Oksay, Cumhuriyet Bilim Teknik, 03.09.05

Ekoloji Politik, Editörler: Göksel N. Demirer-Tezcan E.Abay, Özgür Üniversite Kitaplığı 29

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi