Örgütlenmede Nereden Nereye? Coğrafyamızda Devrimci- Komünist Kadınlar

Kadın sorunu, çözüm yolları/özgürleşmesi konularındaki duruş/bakış açıları; ya da bütün bu sorunların bilince çıkarılması ile işçi, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınlar arasında devrimci-komünist çalışmanın özel olarak örgütlenmesi arasında doğrudan bağ/ilişki vardır.

Bu topraklarda devrimci-komünist hareketin bu sorunlarda ulaştığı teorik düzey ve pratikleri belirli tarihsel kesitlere/dönemlere ayırarak incelemek, hem bu süreçlerdeki durumun, gelişmenin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır; hem de anlatım bakımından bir kolaylık/rahatlık sağlayacaktır. Dolayısıyla, en genel anlamda devrimci-komünist hareketin tarihsel gelişim evreleri, bizim de hareket noktamız olacaktır.

Bu yazı, devrimci-komünist hareketin genel olarak kadın sorunu ve özgürleşmesine ilişkin çözüm önerileri kapsamında teorik görüşlerini ve bütün bir tarihi ele alma iddiasını taşımıyor. Elbette böylesine kapsamlı bir çalışmanın önemli bir ihtiyaç olduğunun farkındayız. Bütün bu konularda dar ya da kapsamlı ürünlerin her birinin bugünümüze ve geleceğe önemli bir katkı olacağı inancındayız. Bu yazıda, coğrafyamızda komünist-devrimci hareketin kadınlar arasında faaliyetin özel olarak örgütlenmesi biçim ve araçlarına nasıl yaklaştığı, siyasal yaşama katılan kadınların bu örgütlerde varoluş biçimleri üzerinde duracağız. Ulaşabildiğimiz yazılı kaynakların yanı sıra, bazı yaşam deneyimleri de başvuru kaynaklarımız arasında olacaktır. Bütün insanlık bakımından tarih bilinci, geçmiş ile gelecek arasındaki bağın bilinmesinin gerekliliği nasıl ki yadsınamaz bir zorunluluk ise; ezilen bir cins olarak kadınların da kendi tarihlerini öğrenmeleri/bilmeleri, bir tarih bilinci oluşturmaları da kadınların temel zorunlulukları arasında görülmelidir. Bu gerekliliğe/zorunluluğa dair sayısız cümle kurulmuş olsa da, biz Cicero’nun bir sözüyle kendimizi sınırlandıralım; “Kendi doğumundan önce olanları bilmeyenler, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur.”

Geleneksel kadınlıktan devrimci kadına

Devrimci-komünist hareketin genel tarihi, tanıklarımız, kadınların siyasal mücadelenin bütün süreçlerine farklı düzeylerde de olsa katıldıklarını, mücadelenin birçok alanında var olduklarını söylüyor/anlatıyor. Ancak, kadınların bu mücadelede/tarihte oynadıkları rol ya da kadının kurtuluşu mücadelesi bakımından teori ve pratikte ulaştıkları düzeye, yaratılan bazı örneklerin bilgisine ulaşmak istediğimizde; yazılı tarihin bu alandaki yoksulluğu yüzümüze çarpar. Hiç kuşkusuz, bu yoksulluğun bir yanında devrimci-komünist hareketin kadın sorunu ve çözümüne ilişkin “sosyalizme havale etme” fikri ve pratiği durur. Diğer yanında ise, ezilenlerin tarihlerinin yazılmasının erkeklerin tekelinde olması ve bu yazıma erkek egemenliğinin damgasını vurması ile devrimci-komünist kadınlarda kadınlık bilincinin gelişmemiş olması gerçeği durur.

İster bugün olsun, isterse de geçmiş süreçler/dönemler olsun; kadınların toplumsal konumu ile siyasal yaşama katılımları, buralarda varoluş biçimleri arasında her zaman direk bir ilişki olagelmiştir. 1960’lı, „70’li yıllar, hatta bugün açısından bile, Türkiye’de, Kürdistan’da kadınların anti-faşist, ilerici, yurtsever, devrimci ve komünist örgüt ya da partilere ilgi duyması; onlar içerisinde yer alış biçimleri, üstlendikleri ya da verilen roller elbette toplumun siyasal yaşamda kadına biçtiği rolden azade olmamıştır/olamamıştır. Genel olarak siyaset, egemen sınıfların üstelik de asıl olarak egemen sınıfların erkeğinin tekelindedir. Ezilen sınıf ve katmanların kendi sınıf çıkarları doğrultusunda siyasete yöneldiği koşullarda ise, aktif siyasal yaşam ya da siyasette söz sahibi olma, otomatikman ezilen erkeğin tekeline verilir/ verilmiştir. İster burjuva siyasette, isterse de devrimci siyasette olsun, özel bir kadın bilincinin oluşmadığı/oluşamadığı koşullarda erkek her zaman üstün olandır, hakimdir, kısacası erk’tir. Kadına ise, her zaman sunulan yardımcılık rolüdür. Ve kadınlık bilincine sahip olmayan kadın(lar) bu rolü hiç sorgulamadan, tartmadan, kendisine sunulanı kabul eder, benimser. Marx’ın “Luis Bonapart’ın 18. Brumaire’i”nde yer alan şu sözleri, devrimci-komünist hareketin bu alandaki bütün bir tarihi bakımından çok daha özel bir anlam taşır:

“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan belirli olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine çöker.” (Sy. 13. abç)

***

Herhangi bir konuda bilinç oluşturmanın yolu; bilgiye ulaşmaktan geçer. Bilgiye ulaşmanın yolları ise, günümüzde daha fazla çeşitlenmiş olsa da, gazeteler, dergiler ve kitaplar başat olmaya devam ederler. Bu yazı kapsamında ihtiyaç duyduğumuz okuma-inceleme konusunda karşılaştığımız kaynak sorunları da, 1970’li ve öncesi, hatta bu tarafa doğru gelirsek 1980’li yılların önemli sorunlarından biri; Uluslararası Komünist Hareketin, kadın sorunu örgütlenmesi ve özgürleşmesine ilişkin biriktirdiklerinin Türkçe’ye çevrilmemiş olmasıdır. Keza, feministlerin bu alanda ürettiklerinden yalnızca Simone de Beauvaoir’in üç ciltlik eseri, Genç Kızlık Çağı (1970), Evlilik Çağı (1970) ve Bağımsızlığa Doğru (1969) Bertan Onaran tarafından çevrilmiştir. Bu kitapların 1970’lerin ikinci yarısında devrimci kadınlar arasında ilgi gördüğüne ilişkin dikkate değer bir veriye rastlamadığımızı belirtmeliyiz. Oysa o yıllarda Marksist klasikler, çeşitli ülkelerin devrim deneyimlerini anlatan kitaplar bol miktarda Türkçe'ye çevrilir, baskıları yapılırdı. Bunun bir ihtiyaç olduğu yadsınamayacağı gibi, kadınlarla/mücadelesiyle ilgili olan kitapların çevrilmesine ilişkin sınırlı bir pratiğin olması da, bu konularda varolan geriliklerden, duruştan bağımsız değildir. Şirin Tekeli’nin Kadınlar için adlı kitabındaki dipnot bu konudaki yaklaşımı, sınırlılığı da göstermektedir:

“Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Çev. Kenan Somer, Sol Yay. 1967); August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, (Çev. Sabiha Sertel; Toplum Yay. 2. baskı 1975); Alexandra Kollantai, Marksizm ve Cinsel Devrim, (Çev. Aysem Göztok. Bilgi Yay. 1974); A. Kollantai, Kadınların Özgürlüğü, (Çev. Yasemin Çongar. Yarın Yay. 1987)

Hemen belirtmeliyiz ki; Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, o yıllarda kadın sorunundan ziyade devlet tartışmalarında başvurulan temel yapıtlardan biri olmuştur. Yine, Bebel’in Kadın ve Sosyalizm kitabının ilk baskısı 1935 yılında yapılmıştır. Devrimci- komünist hareket bakımından tek temel kaynak neredeyse „80’li yılların sonlarına kadar, A. Bebel’in Kadın ve Sosyalizm eseri olmuştur. Böylesine bir yoksullukta kadın bilincinin oluşturulamaması öyle sanıyoruz ki, anlaşılır bir durumdur.

Marksist klasiklerin Türkçe'ye çevrilmesindeki tercihlerin kadın sorunlarındaki eserlerin dıştalanmasında hiç kuşkusuz „60’lı yıllarda ve '74 sonrasının siyasal ortamının, devrimci yükselişin rolü belirleyici olmuştur. Yarın devrim olacakmış gibi hayatla ilişkileniş, devrimin çözeceği (ki aslında, çözümünün yolunu açar) fikri, kadın sorununa özel bir ilgiyi de gereksiz kılmıştır.

Devrimci örgütlerin, partilerin bu konularda o günkü pratiklerini belirleyen ve belli düzeylerde bugün de siyasal örgüt ve partilerde etkin, bazılarında ise egemen olan bu yaklaşıma; sorunun çözümünü sosyalizme havale etme anlayış ve pratiğine ilişkin Sevim Belli’nin “Boşuna mı Çiğnedik?” adlı anılarında çok net ifade edilmiştir.

“Eskiden her türlü sömürünün ortadan kalktığı, insanın insanı hiçbir biçimde sömürmediği bir düzende kadın da özgür ve bağımsız olacaktır diye düşünülürdü.. ,.”(Sf. 572)

Yine aynı bölümde, Sevim Belli, feministlerin kadın sorununa ilişkin yaklaşımlarını eleştiriyor ve devamında devrimci kadınların tercihlerini/ yaklaşımlarını şöyle ifade ediyor:

“... Toplumcu kadınlar da, belki, tüm insanlığın sorunları gibi daha geniş, daha insanca bir konudan ayrılıp kadın sorunu gibi sınırlı(?) bir çerçeveye hapsolmak istemediklerinden kestirmeciliğe, yani sosyalizmle her şeyin yoluna gireceğine inanmak istemişlerdir.” (age, sf. 573, abç)

Sevim Belli’nin “Toplumcu kadınlar”ın tercihi olarak ifade ettiği bu bakış açısı yukarıda da vurguladığımız gibi o yıllara damgasını vurmuştur. Ayrıca, bu bakış açısının bugün bile çeşitli düzeylerde çeşitli siyasal örgüt ve yapılarda biraz daha esnetilmiş biçimler altında varolduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kadın sorunu ve çözümü noktasında hareket noktası sosyalizme havale etme biçiminde olunca, kaçınılmaz olarak o soruna dair bugünden bir şeyler yapma anlayışı ve pratiğinden uzak durulmuştur. Bu durum, kendi doğal seyri içerisinde devrimci örgüt ve partilerde özel olarak bilinçlenme, bir kadın bilinci oluşturmanın temel engeli olmuştur. Dolayısıyla, siyasal örgütlerin saflarına katılan kadın devrimciler bakımından süreç, öğretilmiş kadınlığın devrimci saflara taşınması, kendi formunda yeniden üretilmesi biçiminde işlemiştir. Böyle bir süreçte; ailenin, toplumun baskısından kaçıp, devrimci örgüt saflarına katılan kadınların; toplumsal değer yargılarından görece daha “eşit”, daha “özgür” kadın-erkek ilişkilerini o günkü birikimleriyle ilk anda sorgulamalarını, yargılamalarını beklemek, buradan devrimci kadınları yargılamak büyük bir haksızlık da olacaktır. Kadın militanların başka bir formda üretilen ve yaşadıkları sorunları bilince çıkarmaları, sorgulamaları bilinçlenme, aydınlanmanın zorunluluğunu kim inkar edebilir ki?! O gün kadınların kendi sorunlarının farkında olmaması/ olamaması ve devrimci hareketin çözüm önerilerinin, sorunun çözümünü devrime, sosyalizme havale etmesi zamanın devrimci kadınları/kuşakları için yeterli olmuştur. Ayrıca, o günün devrimci kadınlarının öğretilmiş kadın devrimciliklerini geliştirmek/ büyütmek gibi bir görevle meşgul olmaları, kendi özgürlükleri için mücadele etmeye de, erkek egemenliğinin her türüne/bütün görüngülerine karşı durmaya/mücadele etmeye ne “zaman”ları vardır, ne de bakış açıları.

Kadınlar arasında faaliyetin özel olarak örgütlenmesi kapsamında gene başkanı kadın olan TİP’in yaklaşımlarına değinmeden geçmek eksiklik olacaktır. O yıllarda, kadınları oy deposu olarak gören ve bunun için kadın kolu oluşturan burjuva partilerin aksine TİP, kadınlara yönelik bir faaliyeti gerekli görür. Ancak, ayrı bir kadın kolu oluşturulmasını gerekli olmadığını savunur. O yılların Türkiye’sinde tek kadın genel başkan olan Behice BORAN, bu konudaki yaklaşımlarını şöyle izah eder:

“Maalesef hayır. TİP’te özel bir çaba harcanarak, kadın üye sayısında bir artış sağlanıyor. Aday üyeler arasında kadınların oranı üyeler arasında olduğundan daha yüksek. Ancak biz, kadın koluna gerek görmedik ve kurmadık. Görseydik kurardık. Kadınlar arasında örgütlenmelere gerek vardır. Bu bakımdan parti içerisinde bir iş bölümüne gidilebilir; parti ekipler olarak çalışıyor, kadın üyeleri, kadın meseleleri ile ilgilenmeye görevlendirebiliriz. Ama evvela iyi bir partili kişiliği kazandırmak gerekir. Bunun için de, kadın kolu yerine aday üyeleri doğrudan partinin eğitim çalışmalarına dahil etmek yoluna gidiyoruz.” (Akt. Şirin Tekeli, Kadınlar ve Toplumsal Siyasal Yaşam, Birikim Yay. Sf. 272)

Kuruluşundan 1. Kongre’sine kadar geçen zaman diliminde TİP’e kaydolan üyelerin % 4.5’i kadındır. Aday üyelerdeki kadın temsiliyeti ise % 9’a yakındır. Yönetici organlar içerisindeki kadınların temsiliyetine ilişkin rakamlara dayanan bir veri elimizde olmasa da, üye ve aday üye sayısından yola çıkarak bir sonuca ulaşabiliriz. Boran’ın “...biz kadın koluna gerek görmedik ve kurmadık. Görseydik kurardık.” biçimindeki yaklaşımı; sorunu kavrayıştaki düzeyi, daha doğru bir ifadeyle geriliği ifade etmekle kalmıyor. Aynı zamanda o yıllarda genel başkanı kadın olan TİP’in kadın sorunu, kadınlar arasında faaliyetin özel olarak örgütlenmesi konularındaki trajedisi olarak görülmelidir.

***

12 Mart faşist darbesiyle cezaevlerine doldurulan devrimcilerin, 1974 genel affıyla dışarı çıkmasıyla devrimci hareketin yükselişi de başlar. Herkes gibi öğrenci, işçi, emekçi, köylü ve ev emekçisi kadınlar da kitlesel olarak mücadeleye ilgi gösterir/katılırlar. Ancak başından beri vurguladığımız kadın sorunu ve kurtuluşuna yaklaşımdaki sınırlı geri duruşlar, bu süreçler için de geçerlidir. Bu sınırlanmışlıklara, geri duruşlara rağmen, kadınlar arasında faaliyetin özel olarak örgütlenmesine dair bazı olumlu adımlar atılmaya çalışılmış, özel bazı örnekler de yaratılmıştır. Bu adımlardan biri de (her ne kadar başarısız olsa da) 1975 sonrası TSİP’in çağrısıyla dönemin etkin/aktif kadınlarının bir araya gelerek başlattıkları girişimdir. Bu girişimi anılarında Sevim Belli şöyle anlatmaktadır.

“.1975 sonrası dönemde bir ara bir de ‘kadınlar’ olarak toplanmayı denedik, TSİP’in yahut doğrudan Ahmet Kaçmaz’ın davetlisi olarak bir toplantıya katılmıştım. Partiler dışı bağımsız, demokrat hanımlar da çağrılmıştı. Ortak bir kadın hareketi oluşturmak söz konusuydu. Kaçmaz’ın, olayı TSİP’in bir yan örgütü gibi sunmasını bir hayli yadırgamıştım, anımsıyorum. Gene de benim de içinde olduğum, Av. Gülçin Çaylıgil, Av. Necla Fertan ve Şirin Tekeli’den oluşan bir grubun program ve tüzüğü hazırlaması önerildiğinde kabul ettim. Şimdi anımsadığım nedenlerle bu hareket bir sonuç vermedi ne yazık ki. Sonra daha dar bir çerçeve içinde, yani birlikte yürümeye niyetli bazı siyasal gruplarla bu işi sürdürmeye çalıştık.” (age. Sf. 575)

Benzer amaçlarla farklı zamanlarda bir araya gelişler yaşanır. Ancak o günkü grupların siyaset yapış tarzları, benmerkezci tutumları nedeniyle ortak bir örgütlenme yaratılamaz. S. Belli’nin kısa aktarımında; o tartışmalarda Dev-Yol, “Biz ne yapacaksak yaparız, sizin ne gereğiniz var.” anlamına gelecek bir gerekçeyle tartışmalardan çekilir. TSİP, Emeğin Birliği ve TEP kalır. Taksim civarında bir oda kiralanır. Bir süre sonra bu görüşmelere Sevim Belli katılamaz. “Bu konularda ses getirici bir başarı sağlanamadı, yani bizim dışımızdaki kadınları kadın hareketine çekemedik” der, anılarında Sevim Belli.

1970’li yıllarda, kadın örgütlerinden İlerici Kadınlar Derneği (İKD) özel bir örnek olarak öne çıkar. 3 Haziran 1975 yılında kurulan İKD, Maraş katliamı sonrasında belli illerde sıkıyönetim ilan edilmesine kadar kesintisiz faaliyetini yürütür. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 28 Nisan 1979’da verdiği kararla gerekçesiz ve süresiz olarak İKD faaliyetten men edilir. Dolayısıyla, İKD’nin bütün şube ve temsilcilikleri de kapatılır. Ancak, İKD’liler dernek kapatılmasına rağmen 12 Eylül ’80 askeri faşist darbesine kadar faaliyetlerini sürdürürler. Resmi olarak İKD yayın organı olmasa da, İKD’li kadınlar bir de kadın dergisi çıkarırlar aynı süreçte. Kapatıldığında, 12.000 üyesi, 33 şube, 35 temsilciliği vardır İKD’nin. Hemen belirtmeliyiz ki üye sayısı resmiyete göre 12.000’dir. Zira, emniyete verilmek istenmeyen üye bilgileri, sayısı İKD Yönetim Kurullarınca bilinçli olarak sınırlandırılmıştır. Gerçekte üye sayısı 40 bin civarındadır. Ve İKD, Uluslararası Demokratik Kadın Federasyonu (UDKF) üyesidir. İKD’li kadınların çıkardığı Kadınların Sesi’nin son tirajının 35.000’e ulaşması, 15 bin abonesinin olması, İKD’nin örgütlülük düzeyine dair önemli bir veridir.

İKD merkez ve şubelerinde 8 Mart'ın kapalı salon toplantılarıyla kutlanması, coğrafyamızda 8 Mart geleneğinin oluşturulmasına bir katkı olsa da, İKD’nin 1975 yılında Birleşmiş Milletler’in 8 Mart’ı Dünya Kadınlar Günü olarak ilan etmesinden etkilenmelerini olumsuz bir pratik olarak görmek gerekir. Yine İKD’nin o yıllarda düzenlendiği kadın talepli kampanyalar, kısa sürede genel sorunlar/talepler eksenli kampanyalara, eylemlere evrilmesi de bir başka zaafı olmuştur.

İKD’nin o yıllarda düzenlediği mitinglerden kitleseliğiyle en dikkat çekeni, “Evlat Acısına Son” yürüyüşleri olmuştur. Şubat 1976’da Ankara’da 5 bin, 26 Şubat 1977’de İstanbul’da CHP Kadın Kolları ie birlikte düzenledikleri mitinge 25 bin kadın katılmıştır.

Dernek kapatılınca, İKD’liler 17 Temmuz 1979’da “İlerici Kadın Hareketi Durdurulamaz. İKD Açılmalıdır!” isimli bir kadın yürüyüşü düzenler. İstanbul ve izmir’den Ankara’ya 500 kadın yürümüş; İKD’nin kapatılmasını protesto etmiştir.

İKD tarihini anlatan Kızıl Feministler- Bir Sözlü Tarih Çalışması (Emel Akal)’ndan paylaştığımız bu bilgiler üzerinden, 1975-1980 döneminde ortaya çıkmış olan İKD deneyimini bazı noktalardan tartışmak gerekiyor:

Öncelikle vurgulamalıyız ki, İKD özgülünde yürüttüğümüz bu tartışma, revizyonist TKP’nin çizgisiyle ilgili değildir. Zira kadın sorunu ve özgürleşmesine ilişkin genel bakış açısı, ilkeler o gün, o süreçte TKP için ne ise; anti-faşist, devrimci örgütlere de aynı ilkeler, benzer bir bilinç yön vermiştir. Ayrıca TKP dışında, devrimci örgütlerin bırakalım İKD gibi bir örnek yaratmayı, ona yakın ya da benzer örnekler yaratmamış olması, devrimci hareketin bu alandaki başarısızlığını, duyarsızlığını ifade eder.

Bir kadın kitle örgütü olarak kendini var eden İKD, ilk başlarda kadınların özgül taleplerini sahiplenip, takipçisi olsa da; sonraki yıllarda siyasal koşuların etkisiyle bu alandaki duyarlılığı zayıflamış; pratikte bu yan/duyarlılık zaafa uğramıştır.

Kadın hareketinin oluşması, kadın örgütlerini genel siyasal talep ve mücadelenin dışında tutan, yalıtık anlayışların yanlışlığının yaşamdaki ifadesi/kanıtı olmuştur bu örnek.

Bu örnek; kadınlar arasında parti faaliyetinin özel olarak örgütlenmesinin işçi, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınlarda yarattığı ilgiyi göstermektedir.

İKD somutunda, direk parti faaliyetinin araçları ile bir genel kitle örgütü ile ilişkilenişe dair bazı tartışmalar yapmak gerekir. İKD kendisinin TKP’den ayrı bir kitle örgütü olarak görse de, farklı siyasal örgütlerden kadınları tasfiye etmiştir. İKD’de örgütlenen kadınlar zamanla TKP’nin kadın militan rezervini oluşturmuştur. Bu açıdan da kadınların her zaman direk siyasal bir örgütle bağlantı araçlarla örgütlenemeyeceği, biçimindeki anlayışın genellemenin yanlışlığı İKD örneğinde rahatlıkla görülebilir. Ancak burada, araç amaç ilişkisinin dikkate alınmaması gerektiği sonucunu kesinlikle çıkarmıyoruz. Bu konuda TKP’nin İKD’yle ilişkilenişine dair tartışmalar öğreticidir.

Kadınların genel olarak toplumsal-siyasal yaşamdan dışlanmışlıklarının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan ilgisizliğin ya da zayıflığın üzerine doğru zamanda, doğru araçlarla gidildiğinde hızla tersine çevrilebileceğine dair güzel bir örnektir, İKD deneyimi.

İKD’li kadınların kendilerini bu çalışmayla sınırlandırmaları, deyim yerindeyse TKP’yi erkeklere bırakmaları bir başka yanlışları olmuştur. Bu deneyimi yaratanların parti yönetimi ve bütün organlarda temsil edilmesi bakış açısı İKD’li kadınların gündemine girmemiştir. Böylesine güçlü bir örgütten yalnızca Gönül Dinçer, TKP Merkez Komite üyesidir. TKP içindeki kadınlara bakışa da erkek egemen bakış damgasını vurmaktadır.

“Bu kadınların (İKD’li-bn) evli olanları genellikle karı-koca üniversite düzeyinde öğrenim görmüş insanlardı. Ev işleri, yemek gibi şeyler, en asgarisinden de olsa elbette kadın tarafından yapılıyordu. Evli olanlar kocaları ile yemek, temizlik, çamaşır konusunda sık sık tartışıyordu. Çünkü ev işleri, devrimci kocalar tarafından yine devrimci karılarından bekleniyordu... Gündüz ve gecenin her saatinde, hafta sonu veya bayramda, kocasının haberi bile olmaksızın İKD militanı olan kadın, şehirlerarası gidip gelmek de dahil olmak üzere sokaklardaydı.” (Kızıl Feministler, sy. 166)

İnsan bu satırları okuyunca, dünden bugüne pek bir şeyin değişmediği gerçeğiyle yüz yüze geliyor. Ne kadar gelişkin olursan ol, yaşamı paylaştığın erkeğin/yaşamın angaryalarını bir türlü omuzlarından atamıyorsun. Demek ki, buralarda da pratikte bir değişimi kaçınılmaz kılmak gerekiyor.

Ürün Dergisi’nin, 1977 Mart sayısında yayınlanan “Türkiye Emekçi Kadın Hareketi Pratik İçinde Gelişip Güçleniyor” başlıklı yazıda yer alan satırlarda dikkate değer bir unsur vardır. Şeyda Talu ve Gönül Dinçer tarafından kaleme alınan bu yazı, Fatma Gören imzasıyla yayınlanmıştır. Yazı bu konudaki pratiklerini eleştirir ve şunları belirtir.

“... Zaten az sayıdaki bilinçli kadının, kadın örgütü içindeki çalışmaları ve dikkatleri yalnızca bir yönde kullanmaları ne genel olarak kadın hareketine ne de savundukları siyasi partiye bir şey kazandırmamaktadır.” (age. Sy. 122-123)

Bir kadın örgütü olmasına rağmen İKD, özel olarak kadınlık bilinci oluşturmada bilinçli, iradi yaklaşımı oluşturamamıştır. Genel siyasal amaçlar uğruna geniş kadın kitlelerini örgütleyebilir, çok genel duyarlılık, başarı da sağlayabilirsiniz. Hatta parti ve örgütlerde sayısal olarak kadınların oranında dikkate değer bir düzey de yakalayabilirsiniz. Ancak kadın hakları, kadınların özgürleşmesi için mücadeleyi güncel bir sorun, güncel politik bir görev olarak görüp ele almazsanız, kadınların özgürleşmesinin temel koşullarından biri olan erkek egemenliğine karşı mücadelenin odakta tutulmasını sağlayamazsınız, bir kadınlık bilinci (tıpkı sınıf bilinci, ulusal bilinci gibi) oluşturamazsınız, kadınların kurtuluşu mücadelesinde sağlanması gereken ilerleme, atılması gereken adımları atmazsınız/atamazsınız. Dolayısıyla, kadınların özgürleşmesinde gerçek bir başarı sağlayamazsınız.

1975-1980 yıllarında, kadınlar arasında faaliyetin özel olarak örgütlenmesine dair diğer olumlu adımlar da yine aynı süreçte kurulan kadın dernekleriyle atılmıştır. AKD (Dev- Yol'cuların kurduğu bir dernektir ve daha sonra Devrimci Kadın Dernekleri Federasyonu’na dönüşmüştür.) EKD ve Diyarbakır’da DDKD’ye bağlı olarak DDKaD’dir.

1. Komünist Kadınlar Konferansı Belgeleri’nde Komünist Kadın Hareketi’nin tarihine dair bilgilerin yer aldığı “Merkezi Kadın Komisyonu Raporu”nda; TKP/ML’ye dair şu tespit yer alır: “1972’de, işçi       kadınlar içerisinde çalışma yapmak üzere kadın yoldaşlar

görevlendirilmiştir. Bu duyarlı bir yaklaşımın ifadesidir ve tabi gerekli ve yeterli olmaktan uzaktır.” (1. Komünist Kadınlar Konferans Belgeleri, Seçenek, sf. 22) Yine aynı belgede, 1975-'80 arası dönemde 8 Mart kampanyaları örgütlendiği bilgisinin yanı sıra; TKP/ML Hareketi’nin “... ilk kez 1977 yazında yürürlüğe giren tüzük taslağında komünist kadınlar birliğinin belirtilmesi, bir komünist kitle örgütü olarak ayrı kadın örgütlenmesinin öngörüldüğünü gösterir. Fakat tüzükte bu ibareler yer almış olmasına karşın konu ciddi bir şekilde incelenmiş de değildir.” (age, Sf. 239) bilgisi de yer almaktadır.

1970’li yılların ikinci yarısından, yani 1974 genel affından sonra çıkan irili ufaklı onlarca dergi ve gazete sayfalarında; kadın sorunu, özgürleşmesi ya da benzer kapsamda yazıların, tartışmaların (o süreçte polemikler hayli yaygındı) yer almaması, devrimci örgütlerin bu noktadaki/konudaki ilişkilenişlerini, ilgisizliklerini gösterir. O yıllarda başta büyük metropoller gelmek üzere bir çok ilde neredeyse her örgütün kendi derneği, federasyonu vardı. Bu derneklerin kadınlara yönelik özel faaliyet yürütmedikleri o yılların bir gerçeği idi. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü bile, bırakalım bir gelenek yaratılmasını, doğru düzgün hatırlanmaz, kutlanmazdı.

Ankara’da ODTÜ, Hacettepe, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yapılan seminerler, anma ve kutlama toplantıları dizisine kadın sorunu kapsamlı başlıkların girmemesi; üstelik buralarda farklı örgütlerden devrimci kadınların öğrenci oldukları düşünülürse, devrimci hareketin tartıştığımız kapsamdaki pratiği bakımından çok şey ifade eder.

Bu döneme ilişkin sözlerimizi (belki bir yanıyla tekrara düşürse de bizi) toparlayacak olursak:

1974 genel affıyla hızla bir yükseliş yaşayan devrimci, anti-faşist harekete kitleler halinde öğrenci, işçi, emekçi, köylü, ev emekçisi kadın akmıştır. Bu kadınlar, mücadelenin her boyutunda (yönetici görevler istisna olmak kaydıyla) yer almışlar, bedeller ödemişlerdir. Deyim yerindeyse, mücadelenin gönüllü hamalları olmuşlardır. Ancak, bu kadın militanlar; devrimci, anti-faşist harekette/örgütlerdeki erkek egemenliğini sorgulayabilecek bilinç düzeyine ulaşmadıkları için kendilerine sunulan devrimci       kadın militan tipini kabullenmişlerdir. Bu boyun eğiş, devrimci, anti-faşist harekette/örgütlerde kadınları erkeğin takipçisi kılmış, onun gerisinde bırakmıştır. Bu gerçeğin altını bir kez daha çizecek olursak; Lenin ile Clara Zetkin arasında geçen bir sohbette, Lenin’in kadınlar arasında parti faaliyetinin özel olarak örgütlenmesine karşı çıkan anlayışları eleştirirken yönelttiği soruları Türkiye gerçeğine yönelterek görebiliriz. Ne kadar kadın devrimci örgütlerde, partilerde yer almıştır? Erkeklerle oranı nedir? Yönetim mekanizmalarındaki durum/oran, hangi düzeydedir? Elimizde o döneme ilişkin somut rakamlar olmasa da, devrimci örgütlerde bugün bile örgütlü kadınların erkeklerle oranı, yönetici organlardaki temsiliyetindeki açı farkının büyüklüğü bir sır değil. Örgütlerde, yönetici kadınların sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini biliyoruz. Her şey bir yana, o yılların dava dosyalarına bakıldığında yönetici kadın sayısının her bir örgüt somutunda bir elin parmakları kadar bile olmadığı görülecektir. Bırakalım yönetici örgütlerde/organlarda temsiliyeti, kendi ayakları üzerinde duran, bağımsız, yeni kadın prototiplerinin yetişememiş olması, devrimci hareketin başarısızlıkları arasında görülmelidir. Siyasal mücadelede yer alan kadınların eş ya da sevgilileri mücadeleyi bıraktığında, kadının bağımsız bir tutum sergileyememesi, erkeğin peşinden gitmesi hep kadınların hanesine olumsuz bir puan olarak eklendi. Kadın, zımnen ‘güvenilmez’ kılındı. Böylesine genel bir sorun olarak açığa çıkmış bu durumdan yalnızca kadınların sorumlu kılınmasında, erkeğe hiç dokunulmaması, acaba bir erkek dayanışması mıydı, yoksa erkek egemenliğinin kaçınılmaz sonucu muydu? Politikada erk olan erkeğin, kadınlık bilincinin gelişmesinde -bilinçli ya da bilinçsiz- temel engellerden biri olduğu ve döneme damgasını vurduğu görülmek zorundadır. Bu anlayış, devrimci örgütlerde kadını yardımcı unsur olarak görmüş, devrimci erkeğin işlerini kolaylaştıran, ona yardım etmekle yükümlü kadın tipini yaratmıştır. “Her başarılı erkeğin ardında bir kadın olduğu!” tekerlemesi bu tarihin yazılmasında da kendisine bir yer/hayat bulmuştur.

Hiç kuşku yok ki, akan suyun yatağını bulması gibi eninde, sonunda erkek egemenliğinin devrimci hareketteki yeri/rolü de sorgulanmak üzere devrimci kadınların gündemine gelecekti. Ancak, 12 Eylül askeri faşist darbesinin bu süreci kesintiye uğratması doğal gelişimi de sekteye uğratmıştır. Devrimci komünist hareketin yenilgisi, tasfiyecilik kadın militanların kadın sorununu bu kez başka bir formda yaşamalarına neden olmuştur. Yine 1960’lı yılların başında, özellikle Avrupa’da başlayan 2. feminist dalganın 1970’li yılların Türkiye’sine uğramaması, sorgulama, aydınlanma sürecini coğrafyamızda 1980’li yılların ikinci yarısına atmıştır...

Tasfiyecilikten aydınlanmaya

12 Eylül faşist diktatörlüğünün devrimci-komünist hareketi ezme saldırısı, ağır baskı ve illegalite koşullarında yaşamak zorunda kalan devrimci-komünist kadınlar bakımından yeni bir sürecin de başlangıcı oldu. Faşist diktatörlüğün önemli bir kesimini zindanlara tıktığı kadınların, dışarıda kalan bir kesimi mücadelenin dışına savrulurken, küçük bölükleri de evin dört duvarı arasında mapusluğu yaşadılar. O gün ağır baskı koşullarında erkeğin kamufle edilmesi, kadınların asli görevi oldu çoğunlukla. Bu durumun bozulduğu anlarda ise, kadınların payına en fazlasından kuryelik ya da bazı dar örgütsel, siyasal görevlerin sürdürülmesi düştü. Çok farklı beklenti ve duygularla yola çıkan devrimci-komünist kadınlara bu durum; bir gereklilik, zorunluluk olarak sunuldu. Devrimci-komünist hareketin tasfiyeciliğe yuvarlanması/batması ise bu sürecin tuzu biberi oldu.

Yaşamın her alanında olduğu gibi, devrimci mücadeleye de hiçbir zaman kadın ve erkekler eşit koşullarda başlamamışlardır. İster kişisel tarihler, isterse de örgütlerin, devrimci-komünist hareketin tarihi olsun; kadınlar her zaman (istisnalar hariç) erkeklerin ardında, gölgesinde oldular/kaldılar. Politik yaşamda kadınların önünde ve onlardan gelişkin, siyasette belirleyici, erk olan erkeğin işlerinin, yaşamının kolaylaştırılması gerekir anlayışı; onun yaşamının bütün angaryalarından azade kılınmasını dayattı. Ve bu görevde, ortak yaşamın angaryaları da, aynı evde kalınan eş ya da kadın yoldaşın omuzlarına yüklendi. Kadınlar kendilerine biçilen bu elbiseyi sorgulamadan/sorgulayamadan giydiler. Birçok örnekte kadınlara biçilen bu role dair teoriler üretenler, kılıflar bulanlar bile oldu.

Ağır baskı, illegalite koşullarında devrimci-komünist kadınların bu sınırlandırılmış yaşamları bir yandan onları gelecek düşünden uzaklaştırıp, sıradanlaştırırken; aslında birçok örnekte açığa çıktığı gibi devrimci erkeklerin de zamanla sıradanlaşmasında etkili oldu. Ancak atlamadan belirtmeliyiz ki; erkeğin sıradanlaşması erkeklerin içsel/kendi sorunlarıdır. Bu sıradanlaşmada esas belirleyici olan budur. Kadının etkisi dışsal bir faktördür. Kadının sıradanlaşmasında erkeğin kadınla kurduğu sıradan ilişki hep görmezden gelinmiş; kadın suçlanmıştır. Elbette o süreçte ilişkiler yalnızca bu biçimde gelişmemiştir. Umudunu, gelecek düşlerini inatla koruyan kadınlar konumlarını, koşulları sorgulamış, ısrarla mücadeleye tutunmuşlardır.

12 Eylül’ün devrimci-komünist harekette açtığı tahribatlardan biri de mülteci yaşamlar olmuştur. Çoğunlukla Avrupa ülkelerinde kurulan bu mülteci yaşamda, kadınların durumlarına, neler yaşadıklarına ayrıca bakmak, incelemek gerekir.

Bu süreçte, cezaevlerine doldurulan kadın ve erkek devrimcilerin ailelerinin, daha doğrusu eş ve annelerinin işkencehanelerin, cezaevlerinin önlerinde başlattıkları mücadeleyi özel olarak anmalıyız. Bütün bu suskunluk, baskı süreçlerinde onlar hiç susmadılar. Büyük bir direniş gerçekleştirdiler, özveriyle mücadele ettiler. Coğrafyamızda insan hakları mücadelesinin başlamasında, örgütlenmesinde onların rolü/payı inkar edilemez.

12 Eylül faşist diktatörlüğünün bütün bir coğrafyayı zindana çevirmesinin yanı sıra, yüzbinlerce kişiyi gözaltına alıp işkenceli sorgulardan geçirmesinin, onbinlerce ilerici, demokrat, yurtsever, devrimci ve komünisti cezaevlerine tıkmasının, toplumu tektipleştirmenin önemli ayaklarından biri olarak cezaevlerini laboratuvara dönüştürmesinin izleri, sonuçları hala yitip gitmemiştir. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, yaşanmış acıların, baskı ve zulmün anlatımında da bir ayrımcılık yüzümüze çarpmaktadır. 12 Eylül faşizminin zulmünü anlatan kitaplar, filmler, belgeseller esas olarak erkeklerin yaşadıklarıyla kendini sınırlandırmıştır/sınırlandırmaktadır. Bu zulme uğrayan, faşizmin işkencehanelerinden geçerek cezaevlerine doldurulan kadınların yaşadıkları da, direnişleri de görmezden gelindi genellikle. Bu yaklaşıma/bakış açısına yön verenin tarih yazımında erkek egemenliğinin bir tekerrürü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Mamak'tan Metris'e, Çanakkale'ye onlarca zindanda siyasi tutsak kadınların uğradıkları zulme karşı direnişlerine, yaşamı çoğaltmalarına tanıklık etmiştir. 12 Mart’tan 12 Eylül'e ve 1990'lı yıllar boyunca siyasi mücadelede yer alan; işkencenin zulmün en katmerlisine maruz kalmış binlerce kadının yaşadıklarını bu yazıya sığdırmamız mümkün değil. Ancak bu alandaki kendi tarihimizi öğrenmemiz bakımından Mukaddes Erdoğdu Çelik'in “Demir Parmaklıklar Ortak Düşler” kitabında, üç kuşak kadının yaşadıklarını bir kitapta toplayarak bizlere sunmaktadır...

1980’li yılların ikinci yarısına gelindiğinde tasfiyecilik batağından sıyrılma; mücadeleyi büyütme istek ve iradesiyle harekete geçen devrimci-komünist örgütlerle işçi ve emekçilerin hak alma mücadele girişimleri çakıştı. Aynı süreç feminist hareketin gelişimine de tanık oldu. 1987 Netaş Grevi, ’89 bahar eylemleri, Zonguldak maden işçilerinin grevi ve Ankara yürüyüşü, 3 Ocak genel eylemi, başta gelmek üzere irili ufaklı bir dizi grev ve direniş... Bütün bu eylemlerin, hareketin ortasında işçi kadınlar, işçi eşleri. İlk serhildanda Cizre’de sokağa çıkan kitlenin ön saflarını kadınların tutması. Ortaya çıkan bu eşsiz tablo kadın sorunu, örgütlenmesi ve özgürleşmesine dair yurtsever, devrimci ve komünist harekette değişik düzeylerde de olsa değişimin temel unsuru, başlangıcı oldu.

İlk yürüyüş: Dayağa karşı kadınlar sokakta...

Feminist hareketin ilk eylemleri/girişimler, 1982 yılında başlar. İstanbul ve Ankara başta gelmek üzere, büyük kentlerde dar gruplar halinde bir araya gelirler. Bilinç yükseltme grupları dedikleri bu oluşumlarla ilk pratikleri başlar. Ve 1987 baharındaki ilk kitlesel çıkışlarına kadar geçen süreçte, kadın talepli irili ufaklı çeşitli etkinlikler, eylemler gerçekleştirirler.

Çankırı’da, 4 Nisan 1987 yılında Hakim Mustafa Durmuş’un aldığı; “Kadının sırtından sopa, karnından sıpa eksik edilmez” kararı, feminist kadınları harekete geçirir. 17 Mayıs 1987’de bir yürüyüş düzenlerler. Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası’nın bir parçası olarak düzenlenen bu yürüyüşe destek veren erkekler arkadan sessizce yürürken; eyleme bini aşkın kadın katılır.

O yıllar bakımından yakın tarihte bir ilk olmuştur; kadın olmaktan kaynaklı bir sorun karşısında feminist kadınların bu çıkışları. Feminist Dergi, Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği, Sosyalist Feminist Kadınlar (bu kadınlardan bazıları sonraki yıllarda Kaktüs Dergisi’ni çıkardılar) ve tek tek kadınlar bu yürüyüşten sonra toplanırlar. Bu toplantılardan yine kampanya kapsamında şenlik fikri doğar. 4 Ekim 1987’de Kariye Müzesi bahçesinde şenlik yapılır.

“Kişisel olan politiktir” anlayışının yön verdiği bilinç yükseltme grupları, dayağa karşı eylem ve etkinliklerin yanı sıra, kadın sorununa dair kitapların Türkçe’ye çevrilmesi ve basılması, yine 1990’lı yılların başlarında bazı kurumlaşmalar dikkate değer başarılı örneklerdir. Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi, İstanbul Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezi, kadın aydınlanması bakımından önemli merkezler olmuşlardır. Birkaç ilde yerel yönetimlerle ilişkili olarak kadın Sığınma Evleri de bu süreçteki kurumlaşmalar arasında yer alır.

Meşhur 438. madde, “Irza geçme ve kaçırma eylemlerinin, fuhuşu meslek edilen kadınlara karşı işlenmesi halinde, hapis cezasının üçte iki indirilmesini, yani normal ceza yerine üçte bir ceza verilmesini” öngörmekteydi. Bu madde yaşamını bedenini satarak sürdürmek zorunda bırakılan kadınlara devletin bir başka saldırısıydı. Devletin yasayla kadınlar arasında yaptığı bu ayrıma karşı başta feminist kadınlar olmak üzere, kamuoyunda yaratılan duyarlılık sayesinde; devlete geri adım attırılmış, yasada değişim sağlanmıştır.

Erkek şiddetine karşı “mor iğne” kampanyası ya da “kahvehane baskınları”; Dayağa karşı kadın yürüyüşü gibi etkin eylemler olmaktan öte magazin sayfalarına malzeme olmuştur.

Aynı zamanda bu eylemlerden hemen sonraki süreçte feminist gruplar sokağa dönük pratiklerine de 8 Mart’lar hariç, son verdiler.

1980 sonrasında başlayan feminist hareketten kadınların çıkardığı yayınlar, kadın kitaplarının Türkçe’ye çevrilmesi, yayınlanması; yapılan tartışmalar coğrafyamızda kadın bilincinin oluşması; bir başka ifadeyle yurtsever, devrimci-komünist hareket bakımından bu sorunları sorgulamada, aydınlanmada pozitif bir rol oynamıştır.

İlk kurultay...

İnsan Hakları Derneği Kadın Komisyonu’nun çağrısıyla İstanbul’da bir ilk daha gerçekleşir. 19-21 Mayıs 1989’da, çeşitli illerden gelen 2500’e yakın kadının katılımıyla 1. Kadın Kurultayı toplanır. Kurultay’a 70 tebliğ sunulur ve 150 kişi söz alarak tartışmalara katılır. Kurultay katılımcıları oldukça geniş bir yelpazeyi kapsar. Bu kurultay, kadın sorunlarının, özgürleşmesine dair başlıkların ilk kez böylesine kapsamlı ve kitlesel tartışıldığı bir platform olmuştur. Yine bu kurultay, tarihinde ilk kez feministlerle devrimci-sosyalist kadınların, kadın sorunu kapsamında fikirlerini tartıştıkları bir platform olarak tarihe geçmiştir. Kurultay’da işçi kadınların sorunları tartışılsa da, işçi kadınların olmaması en büyük eksiklik olmuştur.

Devrimci erkeklerin Kurultay’da söz isteme talebi, feministlerin protestolarıyla karşılanmış; feministlerden 21 kadın bu gerekçeyle kurultaydan çekilmiştir.

Devrimci-komünist harekette durum...

Yılların baskı ve zulmünün açtığı yaraları sarmak, tasfiyecilik batağından çıkma/ kurtulma istek ve iradesi; daralan örgüt yapılarının mücadelenin ihtiyaçlarına yetememesi gerçeği...

İşçi ve emekçilerin, gençlerin eylemleri, grev ve direnişler.

Kürt halkının özgürlük talebi.

Devrimci mücadele içindeki kadınların yaşadıkları süreçleri ve o günlerini sorgulayan pratikleri.

Devrimci-komünist harekette yaşanan kadın sorununun ayırdına varılması.

Elbette bütün bu farkına varışlar ve değişim, devrimci-komünistler bakımından aynı zaman diliminde ve aynı biçimde, hızda gelişmedi. Ve bu alandaki değişimin tamamlandığını iddia etmek büyük bir yanlış olmakla kalmaz; aynı zamanda bugün hala kadın sorunu ve örgütlenmesine dair konularda devrimci hareketin ezici çoğunluğunda egemen olan ertelemeci, geri anlayışların da üzerini kapatmaya yarayan bir örtü olur.

Bu süreçte, yurtsever kadın hareketi çok daha özel bir gelişim kaydetmekle kalmamış; ilerici, devrimci ve komünist kadın hareketleri bakımından çok zengin örnekler yaratmıştır.

Parti öncellerinden Yeni Kadın’ların, sosyalist kadın aydınlanması ve örgütlenmesine ilişkin süreçleri, teorinin sorunlarında ve pratik mücadelede attıkları adımlar, devrimci-komünist hareketin kadın sorunu ve özgürleşmesine dair gelişiminde ve değişiminde çok özel bir rol oynamıştır.

EKK’den EKB’ye ve EKD’ye 15 yıllık EKB tarihi, işçi, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınlar arasında faaliyetin özel olarak örgütlenmesi, bizzat kadın talepli mücadelenin komünist devrimci kadınlar tarafından yükseltilmesinin ilk örneği olmuştur.

1980’li yılların ikinci yarısından başlayarak „90’lı yıllarda devrimci-komünist kadınlar tarafından açılan kadın dernekleri yine bu coğrafyada kadınlar cephesinden değişimin göstergeleri olmuştur. Bunlar; Demokratik Kadın Derneği (DKD), Dem-Kad, Emekçi Kadınlar Derneği (EKD), Emekçi Kadınlar Dayanışma Derneği (EKDD), Yeni Demokrat Kadınlar Derneği (YDKD), Yurtsever Kadınlar Derneği (YKD), Can Kadınlar Derneği’dir.

Bu yazıda, komünist kadın hareketi, yurtsever kadın hareketi ve EKD’nin bütün bir tarihini, ortaya çıkardıkları deneyleri tek tek anlatmamız mümkün değil. Zira, her biri kendi başına bir broşür ya da kitap çalışması kapsamındadır. Bu yazıda ancak bu hareketin tarihine dair temel noktaları belirtmekle yetineceğiz.

“Yeni Kadın”larm aydınlanmasında milad: Komünist kadınlar konferansı

1992 yılında TKP/ML Hareketi’nin kadın militanları, 1. Komünist Kadınlar Konferansı’nı toplayarak, coğrafyamızda devrimci-komünist hareketin tarihinde bir ilke imza atmışlardır.

Kadın Konferansı Belgelerinde yer alan Bildirge’de komünist kadınlar konferanslarını kamuoyuna şu cümlelerle duyururlar:

“Faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü, baskının, işkencenin ayyuka çıktığı, kayıplar zincirine her gün bir yenisinin eklendiği, Kürt ulusunun yok edilmeye çalışıldığı ağır siyasal koşullar altında, 1992 Ağustos’unda toplanan ve 5 gün süren konferansımız; işçi, emekçi ve genç kadınların devrime kazanılması, sermaye egemenliğinin devrilmesi, sosyalizm ve kadının tam kurtuluşu mücadelesine seferber edilebilmesi bakımından tarihi önemde kararlar aldı.” (Belgeler sf. 225)

Hareket örgütlerinden, (Genç Komünistler Hareketi ve yurtdışı örgütü dahil) bir araya gelen; üye, aday üye ve çağrılı örgütlü sempatizan kadınların katılımıyla konferans gerçekleştirilir. Konferans, kadın komünistlerin sahip olduğu büyük devrimci potansiyeli açığa çıkarmakla kalmayıp; “...kadın komünistlerin devrimci dönüşüm ve özeleştiriyi, özgüven duygusunu geliştirdi; ideolojik ve siyasi eğitimlerine büyük bir katkı sağladı, devrimci kararlılık, görüş açısı ve perspektif kazandırdı; daha çok görev ve daha çok sorumluluk üstlenme bilinç, kararlılık ve iradesini dile getirdi. Komünist çalışmanın yarısı; proleter ve emekçi kadınlar arasında yürütülmelidir diyen kadın komünistler; örgüt içi, daha çok görev, daha çok sorumluluk ve mücadelede fırsat eşitliliği tanınması istek ve iradesini dile getirdiler.” (sf 226) denilerek kazanımlar sıralanmaktadır. Sonuç Bildirgesi’nde, Konferans’ın gündemine dair bilgiler de yer almaktadır. Konferans gündemini çok kısa bir şekilde özetleyecek olursak, Komünist Kadınlar Konferansı’nın sosyalist kadın aydınlanmasındaki rolünü-katkısını daha rahat görebiliriz.

Konferansın birinci gündemi, Merkezi Kadın Komisyonu’nun 1989-1992 yılları arasındaki faaliyet raporunun görüşülmesi olur.

Kadın sorunu ortaya çıkışı, tarihsel evrimi ve çözümüne dair komünist kadın hareketinin programatik sorunlarının tartışılması.

Komünist Kadın Hareketi’nin program ve örgütlenme ilkeleri,

Sosyalizm deneyimleri

Feminizm, ortaya çıkışı ve kadın sorunundaki teorik yaklaşımlarının eleştirel analizi,

Proleter ve emekçi kadın kitleleri arasında komünist faaliyetin özel olarak örgütlenmesi; biçim ve araçlar üzerine tartışma

Kadınlara yönelik aylık bir derginin çıkarılması;

Hareket içinde fiili eşitsizlikler ve bunlara karşı mücadele;

Türkiye ve Kürdistan’da kadın hareketinin tarihi

Karar tasarılarının onaylanması

Konferans Sonuç Bildirgesi ve mesajların onaylanması

5. Genel Konferan'sa gönderilecek kadın temsilcilerin seçimi

Böylesine yoğun kadın sorunu örgütlenmesi ve özgürleşmesine dair bir gündemle toplanan konferansın yaratacağı değişimi hiç kuşkusuz hazırlık süreciyle birlikte düşünmek gerekir. Bu konferans, komünist kadın hareketinin tarihi bakımından yalnızca sosyalist kadın aydınlanmasının miladı olmakla kalmamış, bütün bu sorunlarda söz eden bilinçli eyleme geçişin, değişim ve dönüşümün de başlangıcı olmuştur. Komünist kadınların değişim istek ve iradesi alınan bazı kararlarla da somutlaşmıştır:

“...Kadın militanların fiili eşitliği için onların devrimci enerjisinin mücadeleye seferber edilmesinin koşullarının hazırlanmasının, mücadelenin görev ve sorumluluklarını üstlenmede eşitsizliğin kadın yoldaşların lehinde bozulmasının, fırsat eşitliği yaratılmasının önem ve gereğini vurguladı, bu doğrultuda kararlar aldı.” (age, sf. 228)

“Konferansımız, kadınlar arasında komünist çalışmanın örgütlenmesinde varolan duyarsızlığı, bu çalışmayı kadın sorunlarıyla sınırlı propaganda ve ajitasyon çalışmasına indirgeyen dar ve günün devrimci görevleri karşısında edilgen ve siyasal bakımdan sağcı anlayışı eleştirdi. O, cinsiyetçi yaklaşım ve feminist sapma eğilimini güçlendiren, proleter ve emekçi kadınların sahip olduğu muazzam devrimci potansiyelin görülememesinden kaynaklanan bu sağcı eğilime tavır aldı.” (age. Sf. 228) Bu tartışmalar ışığında konferans, proleter ve emekçi kadınlar arasında komünist çalışmanın örgütlenmesinin ihmal edilemez güncel devrimci bir görev olduğunu vurgulamış; bu doğrultuda Hareket örgütlerine bağlı kadın komisyonlarının, kurullarının oluşturulmasının tüzüksel bir hükme kavuşturulması kararını da alır.

Konferans, ister tekil, isterse de istisna olsun, kadına yönelik şiddeti mahkum etmiş ve bunun bir suç olduğunu, dolayısıyla bu tür durumların ağır disiplin suçu oluşturduğunu bu nedenle ilk GK’da (5.GK), bu konunun bir tüzük hükmü haline getirilmesini kararlaştırmıştır.

***

Marksist Leninist komünistler, kadın sorunu, özgürleşmesi ve örgütlenmesine dair sorunlarda hem teoride hem de pratikleriyle devrimci hareketten ayrışırlar. Bu farkı, Atılım Gazetesi’nin başyazısı şöyle özetlemektedir;

“İşçi, emekçi kadınların taleplerinin formüle edilmesi, aydınlatılması ve devrim ordusunun yarısı olarak örgütlenerek mücadeleye seferber edilmesi devrimci görevi, bu uğurda özel yolların, yöntemlerin, araçların aranması, sınanması ve geliştirilmesi komünist öncünün çalışmalarını genel ve süreğen temel bir yönüdür. Tarihsel 8 Mart eşiklerinde geliştirilen taktik ise, her somut durumda bu çizginin devamı uzantısı ve sonucu olarak şekillenmektedir.” (4 Mart 2006)

Ancak Marksist Leninist Komünistler ile devrimci hareket arasında varolan bu niteliksel fark, komünistlerin bütün bu sorunlardaki eksik ve zaaflarını ortadan kaldırmaz. Öncesi bir yana 1994 yılından bu yana ortaya konulan perspektife uygun bir pratikten söz edilemez. Örneğin “Hergün 8 Mart!” şiarı, zaman zaman görülen yoğunlaşmalar bir yana ne ölçüde yaşama geçirildiği eleştirel bir değerlendirmeyi hak eder. Yine bu alandaki çalışmanın bütün parti örgütlerine mal edilmesi hangi ölçüde başarılmıştır? Diğer parti ve örgütlerden birkaç adım önde olmak kendi başına elbette çok önemlidir. Ancak bunun yeterli olmadığının altını çizmek gerekiyor. Şayet kadının kurtuluşu kendi eseri olacaksa bu yönde ideolojik-politik dönüşüm sağlanmadan atılacak adımların zayıf kalacağı açıktır. Bu bakımdan, 1990’ların sonunda Atılım Gazetesi’nde bir köşenin kadınlara ayrılması, her hafta sorun kapsamında yazıların yazılmasıyla başlayan süreç, “Biz Devrimci Kadınlar” kitabında somutlaşmış müdahale çabası belirli bir ilerleme sağlasa da, sorunların aşılmasında bir kaldıraç rolü oynamamıştır. Buna karşın tartışmanın yeni bir düzeye ulaşmasının yolunu açmıştır.

EKK’dan EKB/EKD’ye 15 yıllık tarih

Hemen belirtmeliyiz ki coğrafyamızda “Her gün 8 Mart!” şiarının yaşamdaki şekillenişi, bütün süreçlerde EKB/EKD’nin pratiğini böyle bir yazının sınırlarına sığdırmak mümkün değil. Böyle bir yazıda, biz ancak bu tarihe dair temel bazı noktaları paylaşabiliriz.

İlk Emekçi Kadınlar Bülteni, 1992 Aralık ayında yayınlandı. Bülten işçi, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınları 8-9 Mart 1993 tarihinde kendi sorunlarını ve çözüm önerilerini tartışmak; her günü 8 Mart kılmak amacıyla Emekçi Kadınlar Kurultayı’na çağırdı. Yeni Kadın’ların yaptığı bu çağrının sonraki adımını İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Bursa, Malatya, Çanakkale, İskenderun, Adıyaman, Antep illerinde Kurultay Girişim Komisyonlarının oluşturulması oluşturur.

Bu pratik; işçi, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınlar arasında faaliyetin özel olarak örgütlenmesinin bir aracı olmakla kalmamış; kurultay sonrasında Emekçi Kadınlar Birliği adıyla kadınların örgütlenmesinde; “Her gün 8 Mart” şiarının hayata geçirilmesinde başat bir rol oynamıştır. O güne dek devrimci-komünist örgütlerin bir kısmı bakımından kadın sorunu, özgürleşmesi konularındaki dar, ertelemeci, sorunların çözümünü sosyalizme havale eden yaklaşımlarının eylemsel/pratik özeleştirisi olarak görülmelidir. Bu coğrafyada, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün kutlanması geleneğinin yerleştirilmesi ve sürekli kılınmasında;

8 Mart’larda kadınların kitlesel olarak sokağa çıkmasında ve özel olarak mitinglerin örgütlenmesi hiç tartışmasız EKB/ EKD’nin irade, emek ve inadıyla sağlanmıştır. „90’lı yıllarda devletin kaybetme politikasına karşı Analar Kurultayı ile; yine devletin kadına yönelik şiddeti, Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Kurultay’la suçluların kamuoyunda teşhirinde EKB/EKD’li kadınların imzası vardır. Çıkardığı aylık bültenle, kitap ve broşürlerle bu tarih kadın aydınlanmasında oynadığı özel rolle de anılmalıdır. Henüz noktalanmamış, bitirilmemiş bu pratiğin dününden öğrenerek, kadınların gelecek düşlerinde özel bir yer tutmaya devam edeceğini söyleyebiliriz.

Evet; orada bir şeyler oldu...

„90’lı yılların başı serhildanlara sahne oldu. Serhildanla sokağa çıkan Kürt kadınlarının mücadeleyle ilişkisi hiç kuşkusuz daha eski tarihlere rastlar, ancak Cizre serhildanının en ön saflarındaki kadınlar yalnızca dostların değil düşmanın da dikkatini çekti. O günlerde Türk devletinden bir zat, gördüğü tablo karşısında “Orada bir şeyler oluyor, çünkü kadınlar ayakta” açıklamasını yapmıştı. Evet, orada gerçekten bir şeyler olmuştu. Serhildandaki Cizreli kadınların görüntüsü, cinsel, ulusal, sınıfsal baskı ve zulme karşı Kürt kadınlarının başkaldırısının resmiydi.

Kürt kadınların ulusal mücadelede yer alışı ve örgütlenmesi; hareketin içeriğinin taşıdığı ulusal kimliğin öne çıkması çok tartışıldı. Buradan yola çıkarak, Yurtsever Kadın Hareketi’nin kadın talepleri üzerinden oluşmadığı, bu nedenle de kadın hareketi olamayacağı gibi ipe sapa gelmez fikirler de üretildi. Ancak, ulusal talepli mücadelenin her alanında/ boyutunda yer alan Kürt kadınların çok kısa sürede Kürt kadın aydınlanmasında, örgütlenmesinde kat ettiği mesafenin yarattığı kurumlaşma bu ucube fikir kırıntılarına verilen en güzel yanıt olmuştur.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi