Yeni Dönemin Habercisi: “Orta Sınıf” Ve Faşizm

İlki Nisan ayında Ankara Tandoğan Meydanı'nda gerçekleştirilen, ardından İstanbul ve İzmir'de düzenlenen yüz binlerin katıldığı “Cumhuriyet Mitingleri”, tüm burjuva basında ve ilerici, devrimci yayınlarda önemli bir tartışma konusu yapıldı.

Kontrgerillanın Özel Harp faaliyetinin planlı bir eylemi ve açık bir faşist tertip olan mitinglerin bu niteliği, birçok burjuva liberal yazar tarafından göz ardı edildi. Oysa aynı dönemde, mitingi düzenleyen kuruluşların ya birer kontrgerilla birimi ya da onlar tarafından desteklenen ve teşvik edilen kuruluşlar olduğu Genelkurmay resmi gizli belgelerine dayanılarak Nokta Dergisi'nde deşifre edilmişti.

Burjuva liberal yorumcuların çoğuna göre bu mitingler, “orta sınıf’ın kendiliğinden, doğal bir tepkisinin ifadesiydi. Bu eski değil, “yeni orta sınıf’tı ve bu “yeni” düne göre hem daha genişlemiş, hem de zenginleşmişti.

İlginçtir, Hrant'ın katledilmesinin ardından da benzeri bir tartışma yaşanmıştı. Cinayetin devletin resmi ve gayri resmi birimleri tarafından planlandığı bütün çıplaklığıyla açığa çıkmış olmasına rağmen, burjuva yorumcular bambaşka bir telden çalıyordu. Katil Trabzonluydu, Trabzon'da yaygın işsizlik vardı, “orta sınıf’ çökmüştü, bu nedenle bu tip yerler kolaylıkla suç batağına dönüşebilirdi. Burjuva yazarlara inanacak olursak, “çöken orta sınıf’ Hrant'ın katledilmesine neden olurken, birkaç ay sonra “yükselen orta sınıf’ ırkçı-milliyetçiliğin kitle tabanı haline geliyordu. “Orta sınıf’ yükseliyor muydu, çöküyor muydu? Sorun bilimsel analizdeki yanılgılar değildi; onlar, her koşulda mitinglerin “orta sınıf’ın kendiliğinden tepkisinin ürünü olduğunu ispatlamaya vakfetmişlerdi kendilerini.

İlerici, devrimci basının önemli bölümünde mitinglerin perde arkası deşifre edilirken, nasıl olup da milyonların faşist illüzyona kapılarak laiklik savunusu üzerinden alanlara aktığı izah edilemiyordu. Dahası bazı şehirlerde KESK ve TTB gibi ilerici, antifaşist demokratik kitle örgütleri mitingleri şubeler bazında da olsa desteklemiş, DİSK, merkezi olarak Çağlayan'a katılma kararı almış; ilerici, antifaşist kimi grup ve bireyler de ya mitinglere katılmış ya da katılmak gerektiğine dair tartışmalar yürütmüştü.

Nasıl oluyor da sınıf çelişkileri bu kadar keskinleşmişken, toplum “laik-antilaik” çelişkisi ekseninde saflaştırılabiliyor ve milyonlarca insan başka bir şey için değil de “laiklik” için sokağa dökülüyordu? Ve nasıl oluyordu da, aynı kurumların örgütlediği “teröre karşı” mitinglere bu kez katılım bin-iki bine düşüyordu?

Sorunu az-çok açığa kavuşturulabilmek için her şeyden önce “orta sınıf’ kavramına açıklık getirmek gerekiyor. Dünyada ve Türkiye'de “orta sınıf’ın ne olduğu da tespit edilmesi gereken konular arasında. Son olarak da Türkiye'nin toplumsal maddi gerçeği, konumuz çerçevesinde mercek altına yatırılmalı.

“Orta Sınıf” Nedir?

“Orta sınıf’, kendi başına muğlak bir tanımlamadır. Bu tıpkı üst sınıf, alt sınıf gibi genel geçer, söz konusu edilen sınıf ilişkilerinin tablosunu vermekten uzak bir kavramdır. Bütün sınıflı toplumlarda üst, orta, alt sınıflar vardır; toplumun sınıflara bölünmesinin kaçınılmaz sonucudur bu.

Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin bulunduğu bütün sınıflı toplumlarda birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler içinde olan ama varlıkları birbirini koşullayan, biri olmadan diğerinin düşünülemeyeceği iki temel sınıf baş gösterir: Kölelerle köle sahipleri, feodal toprak beyleri ile serfler, burjuvazi ile proletarya. Bu iki temel sınıf arasında egemen sınıfa yaklaştıkça azalan, en alttaki sınıfa yaklaştıkça çoğalan farklı katmanlara ayrışan bir ara tabaka her zaman var olmuştur. Buna karşın ara tabakalar, hiçbir toplumda üretim ilişkileri ile uzlaşmaz çelişki içinde olamazlar. Bundan dolayıdır ki, “tarihin motoru”ndaki konumları her zaman “tali” önemde olmuştur.

Kendi kendilerine yeterlik, onların temel karakteristiği olduğu için sayıları ne denli çok olursa olsun, toplumsal maddi üretimin belirleyici unsuru haline gelemezler. Dolayısıyla, bu maddi üretim biçiminin üzerinde yükselen üst yapının -din, devlet, eğitim, hukuk vb.- oluşumunda, yıkımında ve yeniden oluşumunda bağımsız, belirleyen olamazlar. Fakat onların yaygınlığı ölçüsünde onları hesaba katmayan hiçbir temel sınıf, ne düzeni ayakta tutabilir, ne de yeni bir düzen kurabilir.

Ara tabakalar, en genel anlamda, geçimlerini kendi emekleriyle sağladıkları ölçüde emekçi, ancak üretim araçlarına sahip oldukları için de mülk sahibi konumundadırlar. Onlar bir yandan egemen sınıfların baskı ve sömürüsü nedeniyle düzene karşı öfke içindeyken, diğer yandan mülklerini kaybetme ve alt tabakalara savrulma korkusuyla düzene dört elle sarılırlar.

Kapitalizm, kendine yeterli kapalı küçük ekonomileri -hem şehirde, hem kırda- tarumar eder. Kırın etkinliği burjuvalaşma düzeyine bağlı olarak zayıflar. Buna karşın feodal toprak beylerinin ortadan kaldırılışı, olduğu kadarıyla kırda tabakalaşmaya neden olur. Nüfus şehirlerde yoğunlaştıkça, kapitalistleşme yayıldıkça ara tabakalar zayıflar, bunlar giderek daha büyük bir basınçla proletarya saflarına itilir. Örneğin, gelişmiş kapitalist ülkelerde nüfusun yaklaşık yüzde 80'inin geliri ücret biçimindedir. Yine de sadece bu açıdan bakmak yanıltıcı olur. Her şeyden önce dünya; gelişmiş kapitalist ülkeler ve geri kapitalist ülkeler, emperyalist devletler ve yeni sömürgeler olarak ayrılır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ara tabakalar etkisizleşse de, yeni sömürgelerde geniş bir orta tabaka nüfusun çoğunluğunu oluşturur. Bunlar bir yana gelişmiş kapitalist ülkelerde de, ücretlilerin bir kısmı ara tabakalardan sayılır. Alt ve orta tabaka devlet memurları, şirketlerde alt ve orta düzeyde yöneticilik yapanlar bu çerçevede tanımlanabilir. Fakat gelişmiş kapitalist ülkelerde “orta sınıf’ı asıl şişiren ve etkinliğini büyüten, işçi sınıfının üst tabakalarıdır. İşçilerin bir bölümünün emperyalist sömürüden elde edilen geliri bir kısmı karşılığında yaşam ve düşünüş biçimleri “orta tabaka”larınkiyle örtüşür. İşçi sınıfı emek gücünü satarak geçinmektedir, buna karşın “dünyanın kırı”ndan emperyalist zorbalıkla çekip alınan karlardan elde ettiği kırıntılarla kapitalist düzenle ilişkisinde küçük burjuvalaşır. Bir yandan düzenle çelişkileri vardır, fakat diğer yanda düzenin devamı onun işine gelir. Böylelikle gelişmiş kapitalist ülkelerde ara tabakalar zayıflarken, işçi sınıfının üst tabakası küçük burjuvalaşarak düzenin dengesini sağlar.

Ara tabakalar -serbest meslek sahipleri, kent ve kırın küçük mülk sahibi devlet memurları vb.- farklı gelir türleriyle geçinseler de az çok ortak özellikler taşıdıkları için bir “sınıf” gibi görünebilirler ve buradan bakınca onların kendilerine özgü “sınıf çıkarları” olduğu söylenebilir. Bu nedenle kimden bahsedildiği belli olduğu sürece, küçük burjuva tabakaların genel bir tanımlaması olarak politik literatürde “orta sınıf’ kavramı kullanılabilir. “Orta sınıf eğilimi” küçük burjuvazinin burjuvaziyle uzlaşma, onun programına angaje olma anlamında, özellikle onun üst kesimlerinin eğilimi anlamında kullanılabilir. Bununla birlikte üretim ilişkilerinin temel unsurlarından biri olmadıkları, iki temel sınıf arasında birçok tabakaya ayrıştıkları; birbirinden kopuk, böyle oldukları için de sıkı bir ilişkiden yoksun olmaları nedeniyle bunlar bilimsel tanımıyla “sınıf” değil, “ara tabaka” olarak nitelendirilir ve kapitalizm altında onlar küçük burjuva tabakalar biçiminde tanımlanırlar.

Emperyalist Küreselleşme Süreci Ve Ara Tabakalar

Bir avuç süper tekelin üretim, ticaret ve finans alanında dünya egemeni haline geldiği; sermayenin ve malların sınır tanımaksızın dolaşımı önündeki engellerin bu süper tekellerin çıkarları doğrultusunda kaldırıldığı; bir avuç süper tekelin ve onların çıplak silahı haline gelmiş devletlerin, yine bu tekellerin kolektif çıkarlarının araçları olan uluslararası mali kuruluşlarını da kullanarak dünyanın geri kalanını mali-ekonomik olarak sömürgeleştirdiği ve bu yeniden sömürgeleştirmeye bağlı olarak dünyanın süper tekeller arasında yeniden paylaşıldığı ve bu paylaşım uğruna tekelci rekabetin -askeri, siyasi, ekonomik- kızıştığı emperyalist küreselleşme süreci, sınıf ilişkilerinde önemli değişiklikler meydana getirdi ve getirmeye devam ediyor.

Kapitalist emperyalist devletlerde ayrıcalıklarını yitirmeye başlayan işçi sınıfı, küçük burjuva bağlarından çözülüyor ve bu nedenle onun üst katmanları ara tabaka özelliğini daha fazla kaybediyor. Süper tekeller, üretim amacıyla bir başka ülkeye işgücü çok daha ucuz bir bölgeye kolaylıkla gidebiliyor; üretim için yatırım yapmak yerine parayı başka ülkelerin borsalarında değerlendirerek o ülkelerdeki artı-değeri çok daha zahmetsizce hortumlayabiliyor. Tekeller, yeniden sömürgeleştirilen ülkelerden elde ettiği karların bir kısmını işçi sınıfını satın almak için harcamak gereğini duymuyorlar artık. Bunun yerine işçileri, fabrikaları başka ülkelere taşımakla tehdit ediyorlar. Yalnızca bu değil; eğitim ve sağlık zorunlu devlet hizmeti olmaktan adım adım çıkarılıyor, sermaye için yeni değerlenme alanlarına dönüştürülüyor. Bu ve benzeri alanlarda devlet hizmetlisi olarak çalışan, ara tabaka özelliği taşıyan nispeten geniş kesim proleterleştiriliyor. Sosyalizmin basıncı ve işçi sınıfının güçlü politik-ekonomik örgütleri ve mücadelesi sonucu kapitalist sistem içinde kendini ve çocuklarının geleceğini güvende gören bir işçi sınıfı yok artık. Kronikleşmiş işsizlik, çalışma saatlerinin artırılması, düşük ücret, iş güvencesinin buharlaşması, kayıt dışı-güvencesiz-kuralsız-esnek çalışma; “sosyal devlet”in çözülmesi, işçi sınıfının yaşam koşullarının durmaksızın kötüleşmesi anlamına geliyor. 20. yy. boyunca, özellikle de yüzyılın ikinci yarısından itibaren çok daha geniş bir tabana yayılan işçi sınıfının (yaşam tarzı itibariyle) “küçük burjuvalaşması” bugün tersi bir yönde, proleterleşme doğrultusunda ilerliyor.

Sömürge ve yarı-sömürgelere göre kapitalistleşme hızı görece daha yüksek olan yeni sömürgelerde de üretim ilişkilerinde kapitalizm yönünde köklü devrimci dönüşümler değil, tedrici, yavaş tempoda bir değişim yaşanıyordu. Yeni sömürgeler kapitalist emperyalistlerin hammadde ve tarımsal ürün deposu özelliğini korudular, sermaye ihracı yoluyla emperyalistlerce soyuldular. Doğaldır ki, bu, kapitalistleşmenin görece yavaş seyirde izlemesine yol açıyor, kırda çözülme ve proleterleşme hızı düşük kalıyordu. Bu nedenle ağırlığını kırın oluşturduğu geniş bir küçük burjuva ara tabaka nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Buna devletin ekonomik yaşamda etkinliği nedeniyle kamu işletme idarecileri ve devlet memurları da eklendiğinde, küçük burjuva tabakaların bu ülkelerde nasıl etkin oldukları daha iyi anlaşılır.

Emperyalist küreselleşmeyle birlikte, yeniden sömürgeleştirmenin bir sonucu olarak, görece korunaklı ve kapalı yeni sömürge ekonomilerinin “tam açık pazar” haline gelmesi; finans ve üretim sektörlerinin emperyalist tekellerin doğrudan denetimine geçmesi, tarıma yönelik korumacı önlemlere son verilerek bu alanın uluslararası rekabete açılması, kırda çözülmeyi ve şehirde işçileşmeyi hızlandırdı. Emperyalist devletlerden çok daha hızlı ve yaygın biçimde devletin ekonomik-mali faaliyetten uzaklaştırılması; devletin hizmetlerinin -eğitim, sağlık- sermaye için karlı yatırım alanlarına dönüştürülmesi de bu alanlarda çalışan geniş bir kesimin işçileşmesine yol açtı. Kırın kente baskın, küçük burjuva tabakaların işçi sınıfından çok daha kalabalık, sınıflar arası geçirgenliğin nispeten yavaş olduğu geçmişteki durum, bugün giderek değişmektedir. Emperyalist mali sömürgeleşme yoğunlaştıkça, süper tekeller daha çok “ev sahibi” oldukça, kırda çözülme hızı yükseldi ve şehir küçük burjuvazisinin varoluş temelleri daha çok sarsıldı. Yalnızca küçük üretici ve tüccarlar değil, bütün serbest meslek sahipleri bundan payını aldı. Yüksek eğitimli olmanın ayrıcalığı giderek azaldı, zira bunların önemli bölümü ya işsiz kaldı, ya da kendi mesleği dışında bir işte çalışmak ve yoksulluk sınırında bir ücrete razı olmak zorunda kaldı.

Banka, borsa, turizm, ticaret vb. sektörlerde çalışanların maddi üretim alanlarında çalışanlardan biraz daha fazla artmasına bakarak “orta sınıf’ın genişlediğini ileri sürmek büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgı, hizmetler sektöründe çalışanları işçi sınıfı içinde ya da üretken olarak değerlendirmemekten kaynaklanıyor. Oysa sermaye yatırımının konusu olduğu sürece, hizmet sektöründe çalışanlar da sanayi işçileri kadar üretken konumdadır. Kapitalizmde üretkenliğin yegane koşulu sermaye için artı-değer üretimidir. Bunun hizmet alanında mı, sanayi alanında mı, para satarak mı gerçekleştiği fark etmez. Bundan dolayıdır ki, geliri sermaye yatırımının konusu olarak sermaye için kullanım değeri taşıyan her ücretli, işçi sınıfı içinde sayılır. Sermaye, işçinin emek gücünü tüketerek kendini üretir. Buna karşın bir emekçi olmasına rağmen, ücreti sermayeden değil de, gelirin tüketilmesinden karşılanan kişiler, üretken emekçi değildir. Bunlar sermaye üretmezler, emekleri karşılığında oluşmuş servetten pay alırlar. Bütün bireysel ev hizmetleri böyledir. Aynı ev hizmetlileri, bir şirketin ücretli işçileri olarak ev temizliğine gittiklerinde, patronları için artı-değer üreten işçi konumuna gelirler.

Devlet hizmetlisi -işçileşmemiş emekçi memurlar- ya da ev hizmetlisi olarak çalışan yani artı-değer üretmeyen emekçiler de gelir durumları, yaşam biçimleri nedeniyle işçi sınıfının içinde sayılmalıdırlar.

Emeğin üretkenliğinin artması ile birlikte, artan üretim ve yükselen yaşam düzeyi, büyüyen şehirler ve yoğunlaşan toplumsal ilişkiler doğal olarak hizmet sektöründe genişlemeye neden olur. Bu aynı zamanda sermaye için yeni değerlenme alanları demektir. Yine emeğin üretkenliğindeki artış sonucu işin giderek basitleşmesi nedeniyle, kafa ile kol emeği arasındaki açı daralır, dün ayrıcalıklı olan bugün sıradanlaşır; bu aynı zamanda sermayenin aşırı derecede yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin ifadesidir. Bunun da kaçınılmaz sonuçlarından biri; dün “serbest” meslek sahibi olanların, bugün “zorunlu” olarak işçileşmesidir.

Görülüyor ki, gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi emperyalizmin birer mali-ekonomik sömürgesi haline dönüştürülmekte olan geri kapitalist ülkelerde de genel eğilim “orta sınıf’ın genişlemesi, yaşam düzeyinin yükselmesi değil, tam tersine bu küçük burjuva tabakaların geçmişe göre daha hızlı bir erimeye tabi olması ve yoksullaşmasıdır. “Orta sınıf’ artmıyor, azalıyor; zenginleşmiyor, yoksullaşıyor. Erime ve yoksullaşma öyle bir boyuttadır ki, mülklerinden ve ayrıcalıklarından yoksun kalan insanların bir bölümü için, bir iş bulmak ve ücretli çalışmak bile şans haline gelmiştir.

Türkiye'de “Orta Sınıf”

Türkiye hala bir küçük burjuvalar ülkesidir, ama bu tablo değişiyor. 1980'de nüfusun yaklaşık olarak yüzde 65'i kırda ve yüzde 35'i kentte yaşıyordu. Bugün durum neredeyse tam tersinedir; kırdaki nüfus yüzde 40'ın altına ve kent nüfusu yüzde 60'ın üstüne çıkmıştır. Sadece 1990-2000 arasında 800 bin tarım işletmesi kapanmıştır. 2000-2006 yılları arasında tarım sektöründe çalışanların sayısı 2 milyon azalmıştır. Başka bir rakamla ifade edersek; 1980'de tarımda çalışanların sayısı 9.8 milyondan 2006'da 6.8 milyona inmiştir. Kır küçük burjuvazisinin görece daha iyi yaşam koşullarına sahip kesimi küçük-orta üretici köylülük, eski günleri arar hale geldi. Bunlar bir yandan uluslararası tekellerle rekabete zorlanırken, diğer yandan geçmiş yıllardaki devlet desteğinden mahrum kalınca çok zor duruma düştüler. Fındıktan çaya, pamuktan tütüne, zeytinden pancara kadar üretim yapan küçük-orta köylülüğün, iflaslar ve yoksullaşma ile birlikte mülksüzleşmesi hız kazandı.

Mülksüzleşerek şehre akan dünün köylüleri için şehrin eski cazibesinden de söz edilemez. Şehrin küçük mülk sahiplerinin durumu da farksızdır. Yalnızca üretim ve toptan ticaretin değil, perakende ticaretin denetimi de tekellerin eline geçti. İflas ve yoksullaşma kent küçük burjuvazisinin de her an başında sallanan bir kılıç haline geldi. Kendi geçimini sağlayanlar bir yana 1980'de 10 kişiden az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışanlar toplam işçilerin yüzde 38'i iken, 2001'de bu yüzde 21'e düştü. Bu işletmelerin aldıkları pay da yüzde 12'den yüzde 4'e geriledi. 1990-2001 arası patlayan ekonomik-mali krizler, bu tabakanın erimesinde önemli rol oynadı.

Serbest meslek sahiplerinin -mimar, mühendis, avukat, doktor vb.- kendi işini koruma ve yeni gelenlerin “serbest” iş kurma olanağı giderek zayıflıyor. Bunların çoğu ücretli işçi haline geliyor; bir bölümü, kendi mesleklerinde iş bulma olanağından da yoksun kalıyor. Örneğin; mimar ve mühendislerin yüzde 25'i işsiz, yüzde 45'i kendi mesleği dışında bir işte çalışıyor ve bütün mimar ve mühendislerin yüzde 75'i yoksulluk sınırının altında bir ücretle çalıştırılıyor. Yüksek eğitimli meslek sahiplerinde görülen bu işçileşme, onların meslek örgütlerinde, hukuki statülerinde de karşılık bulmaya başladı. Hazırlanmakta olan “işçi avukatlık yasası”, uygulanmak istenen “yetkin mühendislik”, sağlık alanındaki bir dizi yeni yasa ve yönetmelik, bu ara tabakayı burjuvazi ve proletarya olarak iki uca ayrıştırmanın, fiili olanın yasalaştırılmasının tipik örnekleridir.

Küçük burjuvazinin önemli bir tabakası olan memurlara da değinmekte fayda var. Alt kademe memurlar özellikle 1970'lerden itibaren gelir ve yasama düzeyleri itibariyle işçi sınıfının bir bölüğü haline gelmişti. Yine de önemli bölümü, işçi sınıfının ayrıcalıklı tabakasına daha yakındı. Bugün emekçi memurların büyük bölümü asgari ücretin biraz üstünde açlık sınırına yakın, yoksulluk sınırının çok altında bir ücretle çalışmak zorunda bırakılıyor. Bunlar, yaşam düzeyleri bakımından işçi sınıfının yoksul tabakalarından farksız hale gelmiştir. 1999 yılına göre milli gelirin yüzde 37 büyüdüğü belirtiliyor, aynı dönemde (1999-2005) memur maaşları yüzde 10 düşüyor. Emekçi memurların işçileşmesi yalnızca yaşama biçimlerinden gelmiyor. Eğitim, sağlık vb. alanların paralı hale getirilmesi ölçüsünde emekçi memurlar da artı-değer üreten işçi haline dönüşüyor. Özel eğitim ve özel sağlık hizmetlerinin yaygınlaşması bir yana, devlet hizmetlerinin kar esasına göre yeniden düzenlenmesinin sonucudur bu. Doğal olarak emekçi memurlar hizmetleri karşılığında standart ücret almak yerine, “performansa göre ücret”lendirilmeye başlıyor. Emekçi memurların iş güvencesi de adım adım tasfiye ediliyor. Sözleşmeli öğretmenlik, hatta ondan da daha kötü koşullardaki “vekil öğretmenlik” gibi güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşıyor.

Gelir düzeyleri ve yaşama biçimleri ile ortalama işçiden ayrışarak küçük burjuva özellikler taşıyan dünün kafa emekçileri ve az çok ayrıcalıklı işçi sınıfının en üst tabakası için de nehir tersine akıyor. Örneğin; 1997=100 kabul edildiğinde, üretim endeksi 2004'de 131'e ulaşmışken, ücretler 90'a düşmüştür. “Yüksek maaşlı garantili iş”, özelleştirmeler sonucu ortadan kalkmıştır.

Türkiye'de küçük burjuvaların, onların deyimiyle “orta sınıflar”ın yaşama düzeyinin yükseldiği, yeni bir “orta sınıf’ oluştuğuna dair kanıtlardan biri de tüketim kalıplarındaki değişim ve kredi kartı kullananların sayısındaki artıştır. Nüfusun büyük çoğunluğunun yoksulluk sınırının altında yaşadığı, iç tüketim kısılarak ihracatın artırıldığı bir ülkede, tüketim kalıplarının değişiminden bahsetmek açık ki, zırvalamaktan başka bir anlama gelmez. İnsanların evinde buzdolabı, çamaşır makinesi vb. en sıradan aletlerin bulunmasını bile “büyük değişim” sanma saçmalığına değinmeye dahi gerek yok. 70 milyonluk nüfusa karşılık 80 milyon kredi kartı kullanıcısı olduğu belirtiliyor. Bu, kredi kartı borçlularıyla ele alınabilir ancak. “Kara listelere” alınmış milyonlarca insan var. Yıllık enflasyon yüzde 10-12 iken, kredi kartlarında faiz yüzde 100-120 civarında seyrediyor. Açık ki, kredi kartı kullanımındaki artış “orta sınıf”ın zenginleşmesi anlamına gelmiyor, tam aksine zengin sınıfların diğer toplumsal katmanları soyması, zengin-fakir uçurumunun yükselmesi anlamına geliyor.

Borsa da, “orta sınıf’ın genişlediğine dair gösterilen kanıtlardan biri. Borsa, küçük tasarrufların bin bir hileyle büyük soyguncular tarafından yenilip yutulduğu alanlardan biridir. Borsa, küçük bir azınlığı diğerlerinin aleyhine zengin eder, geri kalan varlıklarını kaybeder, çünkü birinin zenginleşmesi, diğerinin kaybının sonucudur. Halihazırda bugün borsada 927 bin yatırımcı var, bunların yalnızca 6 bini uluslararası sermayedardır, geri kalan 921 bin “yerli” yatırımcıdır. Uluslararası sermayedarların değerli kağıtlardaki payı ise yüzde 71'dir. Yani borsa sermayedarlarının binde 6'sı, değerli kağıtların yüzde 71'ini elinde bulunduruyor. 921 bin kişinin payı ise yalnızca yüzde 29. Bu “yerli”lerin payının ana kısmının da büyük burjuvalara ait olduğu bir sır değil.

Banka hesapları üzerinden de “orta sınıf’ların durumu incelenebilir. Türkiye'de 70 milyon adet tasarruf mevduatı hesabı var. Bu, aşağı yukarı kişi başına 1 mevduat hesabı demek. Bu 70 milyon adet hesabın 65 milyonu 50 YTL'den düşük tasarruf hesaplarından oluşuyor. Demek ki, daha baştan 65 milyon hesap defteri “hesap dışı” kalıyor. 50 YTL üzerinde hesap sayısı sadece 5 milyon adet. Bunun da yüzde 60'ı 50-5000 YTL arası hesaplardan oluşuyor. Ki bu 3 milyon hesap demek, bu 5 milyondan düşüldüğünde elde yalnızca 2 milyon mevduat hesabı kalıyor. “Bankada parası var” denilebilecek 2 milyon kişi var yalnızca. Bu 2 milyon hesabın yalnızca 150 bini, toplam mevduatın yüzde 40'ına sahip.

Sanayide, tarımda, ticarette, bankada, borsada görülen sermayenin küçük bir azınlığın elinde toplaşması, nüfusun ezici çoğunluğunun sefalete sürüklenmesi, genel tablonun özetidir. Örneğin 2002'de 244 milyon dolar faaliyet karı açıklayan Koç Grubu, 2006'da 2 milyar dolar açıklamıştır. Türkiye'de 2002'de 6 olan dolar milyarderi sayısı, 2006'da 26'ya yükselmiştir. Aynı dönemde işsiz sayısının arttığı, işçilerin ve memurların gerçek ücretlerinin düştüğü, sanayi ve tarımın küçük üreticisinin mülksüzleştiği göz önüne alınırsa, tablo daha berrak hale gelir.

Olgular, kuşkuya yer bırakmayacak tarzda küçük burjuva tabakalarda bir genişlemenin değil daralmanın, zenginleşmenin değil yoksullaşmanın; ortada birleşmenin değil, sınıfsal uçlarda kutuplaşmanın karakteristik olduğunu kanıtlıyor.

Kutuplaşma gerçeğini başka olgularla da destekleyebiliriz. 1987'de ücret ve maaşların hane halkı geliri içindeki payı yüzde 17.5 iken, 2003'te bu oran yüzde 52.8'e yükseliyor. Kendi hesabına çalışanların payı ise yüzde 46.8'den yüzde 25.1'e geriliyor.

Ya ücretlerin durumu nedir? 2006 yılı itibariyle Türkiye'de 12.6 milyon ücretli var. Bu sayıya 8 milyon emekliyi eklersek (bunlardan 4 milyonu SSK'lı, 1.8 milyonu Emekli Sandığı, 1.5 milyonu Bağ-Kur'lu, 1 milyon da 65 yaş üstü aylığı alıyor) toplam olarak 20 milyondan fazla insanın ücret ve emekli aylığı ile geçindiği sonucuna ulaşırız. Ücretlilerin yarıya yakını asgari ücretli, bir o kadarı da kayıt-dışı. Bu da ücretlilerin ezici çoğunluğunun yoksulluk sınırının çok altında, önemli bölümünün açlık sınırında bir ücretle çalıştırıldığını gösterir. Emekli aylıklarının bu tablonun bir diğer yansımasından başka bir önemi yok. Bu 20 milyon ücretli ve emekliye 3 milyonu resmi, 3 milyonu sayılamayan 6 milyon işsiz eklendiğinde mülksüzleşen küçük burjuva tabakalara ne olduğu daha iyi görülür. Açık ki, “orta sınıf’lar yoksullaşıyor, işçileşiyor, işsizleşiyor.

Bütün bu anlatılandan tipik iki temel sonuca ulaşmak mümkündür. Birincisi, nüfusun kentlerde birikme düzeyindeki yükseliş; ikincisi, kentlerdeki sınıf kutuplaşmasının keskinleşmesidir.

“Orta Sınıf” Ve Bilinç Biçimleri

Buraya kadar anlatılanlar, küçük burjuva tabakaların üzerinde yükseldiği zemin ve bu zeminin hangi yöne kaymakta olduğuna dairdir. Böyle bir zemin tanımlaması o dönemin sınıf mücadelesini kendiliğinden, otomatik olarak açıklayamaz. Sınıf mücadelesi bilincin, iradenin kapsamına girer. Zemin sınıf mücadelesinin aktörlerini belirler, fakat bu aktörlerin nasıl kavga edeceklerini, zeminin hareketine bağlı olarak, bu aktörlerin iradeleri tarafından belirlenir; ya da bu aktörlere etki edecek iradeler tarafından.

Her çağın fikirleri, egemen sınıfın fikirleridir. Doğaldır ki, sınıf çelişkileri ne denli keskinleşirse keskinleşsin, bu egemen sınıf iradesine boyun eğdirecek karşıt irade ortaya konmadıkça, zemin kendiliğinden sınıf bilinci yaratmaz.

Ara tabakalar, küçük burjuvazi hep ikili karakterde olmuştur, bu karakter onun sınıf niteliğinden gelir. Bir yandan mülk sahibi olarak düzene sıkı sıkı sarılır, diğer yandan mülksüzleşme saldırısı altındaki bir emekçi olarak isyan eder. Ama o bütün mülkünü kaybedip bir işçi haline dönüştüğünde bile yeniden eski günlere dönme hayaliyle yaşar, işçi olarak geçmiş küçük burjuva bilinci bir müddet taşımaya devam eder.

Küçük burjuvazi ne mülk sahibi olarak, ne de üretici güç olarak maddi üretim tarzının belirleyici unsuru değildir. Böyle olduğu için egemen bilinç birimlerinin -din, hukuk, milliyet vb.- oluşumunda da belirleyici rol oynamazlar. Eğer karşıt sınıf tarafından etki altına alınmamışlarsa egemen sınıflara yapışırken de, ona isyan ederken de egemen sınıfın bilinç biçimlerini kendilerine bayrak yaparlar, hem de egemen sınıflardan çok daha muhafazakar biçimde. O nedenle din, ulus, gelenek vb. egemen sınıf fikirleri en konsantre biçimde küçük burjuvazi içinde varolur ve kendini üretir.

Küçük burjuvazi kendi başına bir sınıf olmadığı için kendisi için bir “sınıf bilinci”nden söz edilemez. O, ya burjuvazinin, ya proletaryanın fikirlerini kendi küçük dünyasına uygular. Onun kendiliğinden bilinci her zaman “geçmiş bilincindir. Bugünkü bilinci, bu “geçmiş bilince” müdahale eden iradelerin şiddetine göre şekillenir. İradi müdahale boşluğunun bulunduğu her durumda bu “geçmiş bilinç biçimleri”ne -din, mezhep, milliyet, ırk vb.- sarılır ve geçici olarak sürükleyici irade haline gelebilir.

Bu nedenlerledir ki, küçük burjuvazinin az çok yaygın olduğu bir toplumda geçmişten miras kalan bilinç biçimleri hesaba katılmadan sınıf mücadelesinin etkin iradesi haline gelinemez.

Buradan bakınca, küçük burjuva ideolojinin karşılığını faşizmde bulduğu görüş açısı kesin kes yanlıştır. Küçük burjuva tabakalarda yoksullaşmanın arttığı dönemler faşizmin bu tabaka içinde çok daha hızlı kitleselleştiği doğrudur, fakat aynı zemin devrimci fikirler için de geçerlidir. Faşizm, kitle desteğini öncelikle küçük burjuvazi içinde yaratabilir. Ama İran'da Humeyni, Lübnan'da Hizbullah, Afganistan'da Taliban, Nepal'de devrimci gerilla hareketi de küçük burjuvazi içinde kitle desteği yaratabildi.

Küçük burjuvazi eski bağlarından ne denli hızlı çözülmüşse ona göre radikal çözüm getiren çözümlere daha sıkı sarılmıştır; bu faşizm, şeriat ya da devrim olabilir. Küçük burjuvazinin pozisyonu bakımından Türkiye bugün böyle bir süreçten geçiyor. Onun yönünü ona müdahale edecek iradeler belirleyecek. Doğaldır ki, bu tabakaların yalnızca ekonomik durumu değil, onlar üzerinde etkili olan bilinç biçimleri de hesaba katılmak zorundadır. Bu yapılmadığı takdirde benzer nesnel zemine sahip küçük burjuva tabakaların Çeçenistan'da, Nepal'de, Lübnan'da, Somali'de, Arjantin'de neden birbirinden farklı tepkiler verdiği anlaşılamaz. Buradan yola çıkarak tartışmamızın yönünü değiştiriyoruz.

Türkiye Toplumunun Bilinç Biçimleri

Türk burjuva cumhuriyeti çok dinli, çok mezhepli, çok uluslu feodal, yarı-sömürge Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları üzerinde yükseldi. Kuşkusuz feodalizmin yıkıntılarından doğan her burjuva cumhuriyetin çok devletli, dinli, mezhepli bir geçmişi olması muhtemeldir. Fakat bu burjuva cumhuriyetler eski düzenin iktisadi temelini yıkarak, burjuva demokratik devrimci dönüşümlerini gerçekleştirerek eskinin reddi üzerinden yeni bir düzen kurdular.

Olgunlaşmamış Türk kapitalizmi ve onun ifadesi olan Türk ticaret burjuvazisi çok zayıftı ve toplumsal devrimci dönüşümler yapma yeteneğinden yoksundu. 1908'de yukarıdan burjuva devrimle varlığını hissettirdi. Ve 1920'lerde emperyalist işgal karşısında elde kalandan yeni bir devlet yaratmaya girişti.

İktisadi temelde köklü değişimlere gitmeden yukarıda burjuva dönüşümler yaparak egemenliğini inşa etmek, M. Kemal'in de temel düsturu oldu. Bu nedenle toprak reformu yapılmadı, aksine feodal toprak sahipleri ile ittifak kuruldu. Padişahlık ve hilafet kaldırıldı, fakat burjuva devrimci- demokratik dönüşümler gerçekleştirilmedi.

Feodal toprak sahipleri ile ittifak halinde, burjuva demokrasisi yönündeki en küçük girişimi dahi büyük bir şiddetle bastırarak egemenliğini kurmaya çalışan Türk burjuvazisinin bunu ancak daha da gericileşerek başarabileceği açıktı. Çok ulustan tek ulus, çok mezhepten tek mezhep “yaratmak”; Sünni İslamcılığı devlette merkezileştirerek kontrol altına almak, gayrimüslim nüfusu mümkün olduğunca tasfiye etmek egemen sınıfların öncelikli politikasıydı. İktidarı ele geçiren güçsüz burjuvazi -1908'de olduğu gibi 1920'lerde de politik temsilcilerini esasen ordu içinde bulmuştu- devlet eliyle burjuvaziyi güçlendirmek zorundaydı. Bir “devlet ulusu”, “devlet mezhebi”, “devlet dini-laikliği” yaratmadan bunu başaramazdı. Aşağıdan -iktisadi temel ve devrimci demokratik dönüşümler- olamayan, yukarıdan zorbalıkla gerçekleştirilecekti.

Farklı ulus, din, mezhepten oluşan toplumsal yapının bir araladığını sağlayacak iktisadi ve politik zeminini oluşturmak yerine, yukarıdan, salt devlet zoruyla yapmaya kalkışırsanız, tam da en başarılı olduğunuzu sandığınız anda, dibe doğru sıkıştırılmış sorunların üzerinize patladığını görürsünüz.

Bu gerçeklik, Türk burjuva cumhuriyetinin tarihsel serüvenlerini anlatır. Zorla Türkleştirme, zorla Sünnileştirme, zorla laikleştirme her defasında gelip toplumsal gerçeklerin duvarına toslayacaktı. Kemalist burjuva diktatörlük, halk yığınları üzerinde sömürünün en barbar biçimlerde sürdürülmesi anlamına geliyordu. İsviçre'den çarçabuk Medeni Hukuk getiren M. Kemal, en kötü haliyle bile olsa çalışma hayatını kurallara bağlayan bir İş Yasası çıkarmak için 14 yıl beklemişti. Köylüler ise devlet vergileri ve toprak ağalarının ağır sömürüsü altında inletiliyordu. Türk burjuvazisi, sermaye birikimini bir an önce çoğaltmak için emekçilere yüklendikçe yükleniyordu. Bu ancak şiddetin düzeyini artırarak sağlanabilirdi. Nasıl herkes Türk ve Sünni olmak zorunda bırakılıyorsa, farklı sınıftan olmak da yasaklanmıştı(!) Çünkü Türkiye, “sınıfsız kaynaşmış bir toplum”du(!)

Bu “tek”çilik Türk burjuva cumhuriyetinin temel kuruluş felsefesidir. Denilebilir ki, cumhuriyet, bu dört “tek” kolon üzerinde inşa edilmiş bir binadır; tek dil, tek din, tek mezhep, tek sınıf.

Burjuva iradesinin bu biçimde ortaya konması karşıt iradelerin buna kolaylıkla boyun eğeceği anlamına gelmez. Daha baştan politik özgürlük yadsındığı için Kemalist burjuva diktatörlüğünün iktisadi ve politik zorbalığına karşı her başkaldırı, bu zorla “tek”leştirmeye -ulus, din, mezhep- bir isyan biçiminde karşılık bulacağı açıktır. Sınıf mücadelesinin ruhu kimi zaman ulusal, kimi zaman mezhepsel, kimi zaman dinsel bir bedende göründü.

Toplumsal farklılıklar-çelişkiler ekseninde patlak veren sınıf mücadelesi, cumhuriyet öncesi dönemden kalan bir mirastı. Türk köylülüğü, Baba İshak'tan yüzyıl süren Celali İsyanlarına kadar Aleviliği bayrak edinerek ayaklanmıştı. Osmanlı zorla Sünnileştirme, korkunç katliamlar ve kitlesel sürgünle yanıt vermişti onlara. Lale Devri'nde olduğu gibi Patrona Halil benzeri ayaklanmalar, İslamiyetin daha halkçı yorumunu kendilerine rehber edinmişlerdi. Burjuvalaşmaya bağlı olarak uluslar, ulusal kurtuluş bayrağı açıyorlardı. Cumhuriyet bu mirası devraldı, fakat bu sorunları çözecek kudretten yoksundu.

Daha cumhuriyetin ilk bir-iki yılında ulusal haklarını talep eden Kürtler, kıyıma ve sürgüne tabi tutuldu, varlıkları inkar edildi. Emekçi köylülüğün sömürü ve zorbalığa karşı taleplerini dile getirebileceği en küçük politik özgürlük kanalı açılmamıştı, ne parti kurulabilirdi, ne de söz, örgütlenme, yürüyüş özgürlüğünün başka biçimleri tanınmıştı. Doğaldır ki, Kemalist burjuva diktatörlüğüne karşı çıkan köylüler, diğer bütün kanallar kapalı olunca onu var eden geçmiş bilince, İslamiyete sarılarak taleplerini dile getirdi. Keza Alevi emekçi yığınları, Kürtler için de benzer bir durum vardı. Yok sayılan Aleviler ve inkar edilen Kürtlük, politik özgürlük mücadelesinin temel konuları haline geliyordu. Politik özgürlük yoksunluğu işçi sınıfının da temel mücadele zeminiydi. En büyük işçi eylemi olan 15-16 Haziran bu zeminde patlak vermişti.

1923'te iktidarı ele geçiren Türk ulusal burjuvazisi, feodal toprak sahipleri ile egemen sınıfları oluşturdu. Sanayinin çok az gelişmesi, proletaryanın çok az olması, yoksul ve küçük köylülerin geniş bir tabakası, dönemin sınıf tablosunu veriyordu.

Yetersiz sermaye birikiminden ve köklü devrimci dönüşümler gerçekleşmemesinden dolayı, kapitalizm de yavaş, toplumsal yapıyı altüst ederek değil, kemirerek ilerliyordu. Bu güçsüz geri kapitalist yapı, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın ardından emperyalizmin yeni sömürgesi haline geldi. Bu andan itibaren, kapitalist gelişme önceki süreçten daha hızlı oldu. Buna karşın emperyalizme bağımlılık nedeniyle, bu gelişme hızı toplumsal ilişkileri köklü değişikliklere zorlayacak düzeyde değildi. Kırdaki çözülme biraz daha hız kazandı, işçi sayısı ve kentlerin sayısı arttı. Yine de kırsal nüfusun çoğunlukta olduğu geri kapitalist ilişkiler devam etti. Üst yapıda da köklü değişimler gerçekleşmedi.

Bu doğaldı. Zira emperyalizme yeni sömürgeci bağımlılık, işbirlikçi tekelci burjuvazinin oluşması, kırda az çok hızlanan çözülme, şehirlerin artan önemi ve işçileşme düzeyinde yükselme, sınıf çelişkilerini daha da keskinleştirdi. Emekçi sınıfların politik özgürlüklerin önünün açılmasına dönük basıncı, egemen sınıfların en büyük korkusuydu. Örneğin Menderes'i yerinden etmek için can atan İsmet İnönü, Menderes karşıtı öğrenci gösterilerine destek vermekten çekinmişti. Çünkü bu gösterilere karışan öğrencilerin, daha sonra memleketlerine, özellikle “Doğu”ya döndüklerinde bu kez Kürt sorunu için aynı yola başvurmalarından korkmuştu.

Mezhepsel, Dinsel, Ulusal Çelişkiler Ve Egemen Sınıflar

1960'lı yıllardan başlayarak 1980 Askeri Faşist Darbesine kadar işçi sınıfı ve emekçilerin düzene başkaldırıları sürece damgasını vurdu. Egemen sınıflar buna iki biçimde yanıt verdi; birincisi iki darbe ile devleti faşistleştirerek, ikincisi dinsel, mezhepsel, ulusal vb. çelişkileri kışkırtarak sınıf mücadelesinin yönünü saptırmak. Görülüyor ki, bu çelişkiler -Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-antilaik- iki biçimde sınıf mücadelesine etkide bulunuyor:

Bunlar toplamsal yaşamın çözülmemiş gerçek sorunları olduğu için düzene karşı başkaldırının konuları haline gelebiliyor.

Egemen sınıflar düzene yönelen emekçi hareketin yönünü saptırmak için bu çelişkileri kışkırtıyor.

Devletin bu çelişkilere müdahale ederek kapitalist sisteme ve faşist rejime yönelmekte olan kitle hareketini bu çelişkiler ekseninde bölerek saflaştırmasına dair birçok örnek verilebilir. Örneğin; 1970'lerin devrimci yükseliş döneminde Sünni mezhebinden emekçilerin gericiliğin safına çekilmesi için siyasal İslama destek verildi, Alevi-Sünni çelişkisi kışkırtıldı.

1984'te başlayan Kürt gerilla mücadelesi karşısında da devlet benzer taktiklere başvurdu. Türk burjuva sömürgeci faşist diktatörlüğü, ayaklanmanın Türk emekçilerine sıçramasını önlemeyi, o dönemin temel stratejisi olarak belirledi. Devlet, Alevi emekçileri bu sıçramanın ve iki halkın birleşik devriminin köprüsü olarak görüyordu. Bu köprü havaya uçurulmalıydı. Bu yalnızca Türk ve Kürt Alevi inancından emekçilerin, devrimci-sosyalist fikirlerin potansiyel kaynağı olmasından değildi. Aleviler, bir bakıma Türkiye ve Kürdistan'ı birbirine bağlayan “iç sınır” kuşağında yoğunlaşmıştı. Bu nedenle de Alevilerin Kürt hareketiyle bağlaşmasının engellenmesi önemliydi. Hem bu bölgelerde, hem de Batı'da Alevilerin devlet denetimine alınması, iki halkın devrimci birliğinin önlenmesi; Batı'da devrimci cephenin etkisizleştirilmesi, şovenizmin bilinçleri esir alması açısından, devlet için hayati önemdeydi. Bu amaçla Alevilere yönelik iki uçlu operasyon gerçekleştirildi. Birincisi, bütün burjuva partilere Alevi kökenlileri milletvekili seçim listelerine alma talimatı verildi. Aynı planın parçası olarak Alevi kökenli bakanlar atandı ve bu bakanlar aracılığıyla devlet kadrolarına daha fazla Alevi yerleştirildi. Cemevlerinin açılması, Alevi derneklerinin kurulması engellenmedi. Alevilerin geleneksel şenliklerine devletin en üst makamlarından kişiler katılmaya başladı. İkincisi, Sivas ve Gazi katliamlarında olduğu gibi yoğunlaştırılmış devlet saldırılarıyla Alevi hareketinin devrimci kanala akması engellenecekti.

MGK'nın gizli anayasasında ifadesini bulan bu plan uygulamaya kondu. Böylelikle Aleviler hemen sistem içine çekilecek, aynı zamanda Alevi-Sünni çekişmesi yeniden kızıştırılacak, devrimci yönde gelişme boğulacaktı. Alevi emekçi hareketini bu biçimde bastırmak ve terbiye etmekle devrimci hareketin kadro ve kitle kaynağı kurutularak etkisizleştirilecek ve onların Kürt ulusal başkaldırısıyla birleşmesi önlenecekti.

Komünist hareket dışında, devrimci hareketin hiçbir bileşeni süreci bu yönde kavramayı başaramadı. Ne “iç sınır”da örgütlenmenin, ne Alevi hareketine müdahalenin, ne de ikinci cephe çağrılarının içeriğini kavramadı.

Faşist diktatörlük, Kürt ulusal hareketiyle Batı'nın işçi emekçi hareketinin birleşmesini engellemeyi başardı. Ama bu kez ne denli sistem içine çekilmiş olursa olsun, uyanan demokratik Alevi hareketinin devletin tek mezhep dayatmasına karşı sesini daha gür yükseltmesini engelleyemedi.

Tek ulus (din-ırk) direğindeki çatlağın yıkıma yol açmasını engellemek için Alevi hareketine müdahale edince, bu kez tek mezhep direği de çatırdamaya başlıyordu.

Aslında İslamcı hareketle devlet arasındaki ilişkide de benzer bir kriz yaşanıyor. 1960-70'li yıllar boyunca işçi sınıfı ve emekçi hareketini bölmek, saptırmak için bir yanda İslamcı, diğer yanda tekçi-ırkçı hareket devlet merkezli olarak pompalanmış ve örgütlenmişti. İlericiler laikliğe sarılırken, İslamcılık politik gericiliğin bayraklarından biri haline getiriliyordu. Kuran kurslarından tutalım da imam hatip okullarının art arda açılması, '71 darbesi ve ardından 12 Eylül'ün politik kararları çerçevesindeydi.

12 Eylül Askeri Faşist Darbesi ile İslamcılık ve Türk ırkçılığı birleştirilerek Türk-İslam Sentezi formunda, devletin resmi ideolojisi katına yükseltildi. Ne var ki, Kürt ayaklanması burada da krize yol açtı. Ayaklanmayı bastırmak için dinsel gelişmenin önü alabildiğince açıldı, dahası bu amaçla kontra örgütler dahi kuruldu (Hizbullah). Savaşın ağır ekonomik yükünün tetiklediği ekonomik krizlerle artan yoksullaşma, ilerici hareketin şiddetli baskı ve terör altında tutulması, yığınlar içinde politik İslamın cazibesini artırdı. Hareket devlet kontrolünü aştı ve resmi devlet politikasını sarstı. İslamcı kadrolar devlet yönetiminden pay isteyecek noktaya gelmişti. 28 Şubat, devletin bu direğinde meydana gelen krize bir müdahaleydi aynı zamanda. Böylece Türk-İslam sentezi yerine yeniden “laiklik” vurgusu öne çıktı.

Fakat bu müdahale de krizi derinleştirmekten öte bir rol oynamadı. İslamcı partilerin kapatılması ile onun içinden daha ılımlı kanat parlamentoyu ele geçirdi ve bununla da yetinmeyerek, Cumhurbaşkanlığı'nı istedi.

Yeni Dönem, Dinsel, Ulusal Çelişkiler Ve “Orta Sınıf”

Aleviler eskisi gibi yaşamak istemiyor; rejimin tek mezhep elbisesi her tarafından parçalandı. İslamcılar devlet İslamcılığının sınırlarında yaşamak istemiyor, o sınırlar da aşıldı. Fakat rejim krizinin asıl kaynağı, Kürt ulusal hareketidir, çünkü onlar eskisi gibi yaşamamayı neredeyse çeyrek yüzyıldır silahlı eleştiriyle dile getiriyorlar.

Krizi çözemeyen egemen sınıfların, kendi aralarındaki birliği çözüldü, iki cephe oluştu. Artık eskisi gibi yaşamak istemeyenleri düzen içinde tutmak için kısmi reformlardan başka çaresi olmadığını düşünenlerle, kısmi reformların dahi her tarafından çürümüş rejimi yıkıma sürükleyeceğini savunanlar cepheleşti. Kısaca bir taraf rejimi tamir etmek istiyor, diğer taraf çatlaklara çimento dökerek sorunu çözeceğine inanıyor. Egemen sınıflar arasındaki bu çelişki yeni değil. Ama artık bir yol ayrımı kaçınılmaz hale geliyor.

Tarihte birçok örneği vardır; egemen sınıflar birbirlerine karşı üstünlük sağlayamadıklarında halk desteği ile dengeyi kendi lehlerine çevirmeye çalışırlar. Genelkurmay'ın bunca “halk desteğinden” söz etmesinin nedeni budur.

Emperyalist küreselleşme doğrultusunda sürece daha etkin dahil olmak ve sermaye için “istikrar” sağlamak isteyen işbirlikçi tekelci burjuvazi, AB'yle ilişkiler ekseninde rejim krizini aşmayı hedefliyor. Ki bu generallerin devlet üzerindeki egemenliklerini sınırlamadan başarılamaz. Onlar için de bu, kitleleri arkalayarak gerçekleştirilebilir ancak.

Kitleleri kendi programları etrafında toplayarak egemenliklerini koruma ya da güçlendirme çabası içine giren her iki gerçek parti, yüzünü sokağa dönecekti. TÜSİAD'ın AB'ci hayaller yayarak kitleleri kazanmaya çalıştığı açık. Ya generaller ne yapacaktı? Elbette psikolojik harekâtın, kontrgerilla taktiklerinin bütün unsurlarını bir arada kullanarak toplum saflaştırılacaktı; laik-antilaik ekseninde siyasi İslamın etkisi altında olmayan milyonlar tek şiar etrafında birleştirilecek, ırkçı milliyetçilikle Türk-Kürt ayrışması sağlanarak laik-ırkçı cephe içinde dünün birbirinden çok farklı politik aktörleri bir araya getirilecekti.

1971 Askeri Faşist Darbesi ile devlet faşistleştirildi. Bu, aşağıdan kitle hareketinin sonucu değil, devlete doğrudan müdahale sonucu gerçekleştirilmişti. Bugüne kadar bu böyle süregeldi. Egemen sınıflar arası ittifak bozulunca durum değişti. TÜSİAD burjuva demokratik bir çizgiye geldiği için değil; eski devlet yapısıyla ne rejim krizini aşmak mümkün, ne de emperyalizme yeni tipte entegrasyonu gerçekleştirmek. TÜSİAD, askeri egemenliği sınırlamaktan ve rejim krizini aşmaya hizmet edecek sınırlı reformlardan yana. Düne kadar faşist rejimin baş ortağı olan TÜSİAD, faşizmden vazgeçtiğinden değil, bu rejimde daha fazla ilerlenemeyeceğinden yeni adımlar atmak istiyor. Bu adımların niteliği, emperyalizmle entegrasyon yönünde devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Generallerin buna yanıtı, faşist rejimi olduğu gibi korumak için faşist kitle hareketi yaratmaktır, iktidarını faşist kitle hareketi üzerine oturtmaktır.

Generaller bu amaç doğrultusunda uzun zamandır hazırlık yürütüyor. Özel Harpçilerin istifa ettirilerek, bunlara dernekler kurdurulması, yaygın askeri eğitim, faşist kitle hareketini yönetmek için ordu olanaklarının sınırsızca kullanılması, basın üzerinde dolaylı denetimin ötesinde TV kanalları satın alarak (Kanaltürk vb.) doğrudan propaganda, provokatif silahlı eylemler, örgütlenmiş linç saldırıları vb. peş peşe sıralanabilir.

AB hayallerinin sönmesi, küçük burjuvazinin çöküşe sürüklenmesi, Alevilerin şeriatçılıktan duyduğu tarihsel korku, modern yaşama biçiminin ortadan kaldırılacağını düşünen şehrin çeşitli katmanlarından insanlar ve bütün bunlarla birlikte hükümete karşı birikmiş öfkelerini haykırma isteği; generallerin yarattığı faşist illüzyona sarılmalarına yol açtı. Görüldü ki laik-antilaik; Türk- Kürt ve Alevi-Sünni çelişkileri toplumu saflaştırmanın konusu olmaya devam ediyor. Generaller bu çelişkileri kullandılar. Bu, Kürt ulusal hareketinin yarattığı basınçla birleşince yüzbinler mitinglerde yan yana geldi.

Generallerin çağrısıyla laiklik sorunu üzerinden yüzbinlerin toplaşması elbette önemlidir. Fakat bunu abartmak, yaratılmak istenen illüzyon etkisine girmekten başka bir anlama gelmez. O mitinglere gidenlerin ezici çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu doğrudur. Fakat o mitingleri tertipleyenler emekçilerin yaşamsal sorunlarının çözümüne dair sunabilecekleri bir programdan yoksundurlar. Diğer şeylerin yanı sıra bu gerçeklik de “Teröre karşı mitingler”in tam bir fiyasko ile sonuçlanmasında rol oynamıştır. Bu fiyasko da aldatıcı olmamalı. Türk-Kürt çelişkisi üzerinde geliştirilecek planlı-organize bir hareket çok daha büyük kitleleri harekete geçirebilir.

Burada dikkatin asıl çekilmesi gereken bir başka nokta var: Yığınlar sokağa çıkmak istiyor, politikleşme düzeyi ve isteği yükseliyor. Generaller kitleyi sokağa dökebiliyor. Fakat orada tutma yeteneği göstermiyor. Bunu yapamazlar çünkü bunların çoğu işbirlikçi tekelci burjuvaziyle kader birliği içinde. Onca “ulusalcılık” yaygarasından sonra OYAK Bank'ın satışı bunun örneklerinden biri. Mitinglerde atılan “Bağımsız Türkiye” sloganının dahi generaller cephesine sadık köşe yazarlarında nasıl bir korku yarattığı görüldü. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin de programı AKP tarafından az çok uygulanıyor. Ve sonuçları emekçiler için tam bir yıkıma yol açıyor.

Evet, kitleler sokakta ya da gözü kulağı sokakta; fakat umutsuz, hedefsiz. Bu, kitleleri devrimci bir program etrafında toplamak için koşulların nesnel olarak bir hayli olgun olduğunu gösteriyor.

Ara tabakaların hızla çözüldüğü bütün dönemlerde, bu yığınları birleştiren eski ideolojik bağlar çözülür. Bu arayış daha radikal çözüm isteklerine yerini bırakır. Burjuvazinin her iki cephesi de bu çözümü sunmaktan yoksundur. Fakat devrimci çözüm, yeni bilinç biçimleri kitlelere mal edilmezse arayış içindeki yığınlar şu ya da bu burjuva cephenin arkasında saf tutmaya devam edecektir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi