27 Nisan'dan 22 Temmuz'a: Kriz Derinleşiyor

2007'nin geride kalan ayları, gerek egemenler, gerekse de işçi sınıfı ve ezilenler için önemli gelişmelere sahne oldu. Egemen sınıf ve güçler Çankaya somutunda şiddetlenen rejim krizinin ateşini düşürebilmiş değiller. İşçi sınıfı ve ezilenlerin öncü bölükleri ise, Hrant Dink uğurlaması ve Taksim zaferiyle elde edilen politik ve moral kazanımlara dayanarak daha ileri bir hamleye girişmediler. 22 Temmuz seçimlerinin ve ardından gelen Çankaya seçiminin sonuçları rejim krizini derinleştirmekten başka bir sonuç vermedi. Gerek egemenlerin iç mücadelesi, gerekse de egemenler ile ezilenler arasındaki mücadele sertleşerek sürüyor.

Çankaya Muharebesinde Taraflar Ve Sonuçlar

Egemenler cephesi bakımından, beklendiği gibi sürece Çankaya sorunu damgasını vurdu.

Bu eksendeki mücadelede generaller partisinin odağında durduğu Çankaya, CHP, yüksek yargı kurumları, YÖK, üniversite yönetimleri, MHP vb. bloku 27 Nisan askeri-faşist müdahalesiyle durumunu sağlamlaştırdı, TÜSİAD-AKP merkezli bloku çatlattı. Ancak 22 Temmuz seçimlerini merkezine alan bir siyasal kampanyayla sermaye oligarşisi ve AKP, ABD ve AB emperyalizminin de desteğiyle süreci yeniden kendi lehlerine döndürmeyi başardılar.

Generaller partisi, 27 Nisan muhtırasıyla Gül'ün Cumhurbaşkanlığını veto ederek, faşist MGK rejimi içindeki yerini bir kez daha gözler önüne serdi. TÜSİAD, bu iradeyle mücadele halinde olsa da henüz onunla nihai sonuca vardırılacak bir çatışmaya hazır olmadığını gösterdi. AKP'yi bir erken seçime zorlayarak orduyla hesaplaşmasını bu zeminde gerçekleştirdi. Generallerin; kontrgerilla provokasyonları, bayrak mitingleri, ABD'yle kirli sınırötesi pazarlıkları, Kürt halkına yönelik “kitlesel refleks” çağrıları gibi araçlar eşliğinde geliştirdiği 27 Nisan müdahalesi, amaçladığı sonuçlara ulaşamadı.

Dalaşın ilk perdesinde, AKP, meclisten bir AKP'li seçme yolundan “bir adım geri iki adım ileri” denemesine girişmek yerine, “önüme çıkan fırsatı kaçırmam için bir neden yok” tutumuyla etkisizleşti. 27 Nisan muhtırası karşısında geri adım atmak ve mevcut Meclisi feshederek genel seçimlere gitmek durumunda kaldı. ABD, bu aşamada, generaller partisiyle mevcut devlet biçimi içindeki yerinin sorunlaştırılması temelinde ciddi bir sürtüşmeye girmeyeceğini ortaya koydu. AB ise, ABD'den farklı olarak, darbe yaparsan AB üyeliği riske girer uyarısında bulunarak, muhtıralara itiraz etti.

Generaller partisi, Çankaya konusundaki görüşlerini birçok defa ortaya koymuştu. Son olarak 12 Nisan'daki basın toplantısında Yaşar Büyükanıt şöyle diyordu:

“Bir diğer önemli husus, seçilecek cumhurbaşkanı, aynı zamanda TSK'nın başkomutanıdır. Bu yönüyle Silahlı Kuvvetleri yakından ilgilendirir. Bu nedenle biz hem Cumhurbaşkanımızın, hem de başkomutanımızın Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk milletinin sahip olduğu cumhuriyetin temel değerlerine, Anayasamızda ifadesini bulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter yapısına bağlı, ama sözde değil özde ve bunu davranışlarına yansıtacak şekilde bağlı bir cumhurbaşkanının oraya seçileceğine olan inancımı burada belirtmek isterim.

Tabii ki yasal mevzuatı, Anayasa'yı, hukukunu, cumhurbaşkanı nasıl seçiliyor bunları biliyoruz.” “Cumhuriyetimizin temel değerlerine sözde değil, özde sahip olan bir kişinin seçilecek olmasını umut ediyoruz. Bunu biz bilemeyiz. Karar meclisin kararıdır. Cumhurbaşkanlığı konusunda zaten bundan başka bir şey söyleme durumunda değilim.”

Bu sözlerin anlamı, hukuki sosa rağmen yeterince açıktı. Ancak gerek AKP'den, gerekse de holding medyasından, özellikle de politik İslamcı basından “hukuka bağlılık”, “Meclis iradesine saygı” adına epey alkış aldı. Bir gün sonra Ahmet Necdet Sezer'in yaptığı konuşmayla kıyaslanarak Genelkurmay'ın Çankaya'dan çok daha “demokrat” olduğu iddia edilebildi! Oysa ortada aynı şarkının iki yorumundan başka bir şey yoktu. Üstelik söz ve beste generaller partisine aitti.

12 Nisan tehdidi dikkate alınmayan generaller partisi, Abdullah Gül'ün adaylığının burjuva meclise getirilmesine 27 Nisan muhtırasıyla cevap verdi. Gül'ü veto etti! Merkezinde durduğu blokun bileşenlerinden CHP ve Anayasa Mahkemesi aracılığıyla “367 şart” komedisini sahneye koyarak, halihazırdaki burjuva meclisin Çankaya seçimi yetkisini “yasal olarak” da elinden aldı. Hükümet, “27 Nisan muhtırası seçimleri” için çaresizce gün belirledi.

Bu gelişmeler içinde AKP'nin, TÜSİAD ve ABD'nin “uzlaş” uyarılarım yok sayarak giriştiği birinci Çankaya hamlesi, 27 Nisan duvarına çarparak akamete uğradı. AKP'nin egemenler cephesindeki mevcut güç ilişkileri koşullarında Gül'ü Çankaya'ya çıkarmaya soyunması, böyle bir risk almak için şartların esasen uygun olduğunu düşünmesi, onun durumu iyi kavramadığını gösteren bir sürprizdi. Çünkü generaller partisinin AKP'nin kurmaylarından birinin Çankaya'ya çıkmasını önlemek için “darbe dahil her yola başvuracağı” öngörülemez değildi. AKP, ilk olarak işbirlikçi sermaye oligarşisinin ve uluslararası sermayenin servetlerine servet kattıkları “istikrar ortamı”nı feda etmeyeceği saplantısına kapıldı. İkincisi, mevcut iç ve uluslararası koşullara güvenerek, generaller partisinin özerk davranma imkanlarını tek yanlı biçimde küçümsedi. Üçüncüsü, burjuva meclisteki gücünden ve Anayasa'ya uygun davranıyor olmaktan doğduğuna inandığı meşruiyete aşırı bir değer atfetti. Dördüncüsü, ABD'nin ve TÜSİAD'ın “uzlaşma” çağrılarının; onların, generaller partisinin faşist MGK diktatörlüğü içindeki yerini kabullenmeyi sürdüreceklerini gösterdiğini anlamak istemedi. Sonuç, 27 Nisan muhtırasıyla, AKP'nin Çankaya hayallerinin engellenmesi oldu. Hem de zaferin artık önlenemez olduğuna en fazla inandığı bir anda!

TÜSİAD ve holding medyasının 27 Nisan muhtırasının ardından seçim sürecinin işletilmesinden desteğini çekmesine karşın AKP, Gül'ün adaylığı ve seçim turları konusunda geri adım atmayacağını bizatihi Abdullah Gül'ün ağzından duyurdu. Bu, koşulların elverişliliğine güvenerek risk alma veya bir kuvvet denemesi değildi. Anayasa Mahkemesi'nden çıkacak sonucun bilincinde yapılan bir prestij kurtarma manevrasıydı. Ancak yığınlar nezdinde bir anlamı ve işlevi olduğu 22 Temmuz seçimlerinde açığa çıktı.

Çankaya'da kendi adayını, burjuva “değişim” programının yanında yer alacak, emperyalist küreselleşmeye entegrasyon ve AB sürecini hızlandıracak birini görmek isteyen TÜSİAD, yine de generaller partisinin tehditlerini ciddiye alan bir hatta yürümeyi tercih etti. Çankaya'ya çıkacak kişiyi mevcut Meclis seçmeli, fakat aday generaller partisinin vetosuna yol açmayacak biri olmalıydı. TÜSİAD, “Cumhurbaşkanlığı seçimleri toplumsal uzlaşma içinde olmalı. Bu toplumsal huzur için önemli”, “Cumhurbaşkanlığı bir uzlaşma ve uzlaştırma makamıdır” diyordu, Şubat sonunda. Bunlar AKP'ye çağrılardı. Nisan'da Tayyip Erdoğan'ın adaylığını tercih etmediklerini ve aday olmayacağına inandıklarını, buna karşın adaylığını koyarsa da meclis iradesine saygılı olmak gerektiğini açıkladılar. 25 Nisan'da Gül'ün adaylığı kesinleştikten sonra ise, “Köşk sürecinde Meclise saygı demokrasinin vazgeçilmez gereğidir” açıklamasını yaptı TÜSİAD. Bunlar generaller partisine, süreci engellememe çağrısıydı. Fakat bir işe yaramadı.

27 Nisan muhtırası karşısında, TÜSİAD AKP'den, Çankaya hevesini ve manevra projelerini bir yana bırakıp, “hemen erken genel seçime gidileceğini ilan etmesini” istedi. Bunu, “mevcut durumun demokrasiye zarar vermemesi için” zorunlu gördüğünü açıkladı.

Muhtıraya dair ilk açıklamasında, “biz taraf tutmuyoruz” diyen ABD, sonraki günlerde, “Türkiye'nin laik demokrasinin anayasal süreçlerini desteklediğini” ilan etti. ABD'nin tutumu, nesnel olarak 27 Nisan muhtırasının meşrulaştırılmasına tekabül ediliyordu. Böyle bir sorun üzerinden sermaye ordusuyla ilişkilerini bozmaya hiç mi hiç niyetli değildi.

AB ise, “Türk ordusunun profesyonelliğinin ve uluslararası barış gücü misyonlarına katkılarının takdire şayan olduğunu” vurguladı, “Ancak AB üyesi olmak isteyen bir ülkede demokratik işleyişe müdahale etmemeleri gerektiğini bilmeleri gerekiyor” diyerek, muhtara karşısında taraf oldu. Ne var ki, AB, bu “taraflılığını, görüş beyanının ötesine taşırmadı.

Daha önceki örneklerden farklı olarak, hükümet ve TÜSİAD, 27 Nisan muhtırasını halk önünde eleştirme cesareti gösterdiler. Hükümet, “Bu açıklama hükümete karşı tutum olarak algılanmıştır. Demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcı” sözleriyle tepkisini ortaya koyarken; “bir ulusal krizle karşı karşıyayız” açıklamasını yapan TÜSİAD, “Genelkurmay Başkanlığının açıklamasıyla yaratılan fiili durum demokratik teamüllere uygun değildir, Türkiye her türlü sorunu demokrasi içinde çözme gücüne sahiptir” diyor, fakat ekliyordu; “Öte yandan, karşı karşıya olduğumuz fiili durumun kökeninde iktidar partisinin toplumda git gide yükselen ve TÜSİAD'ın da paylaştığı laik rejimi koruma kaygısını yeterince dikkate almamasının yattığını da söylemeliyiz.”

Bu tepkiler, burjuva ideolojik hegemonya altındaki yığınlar içinde generaller partisinin eylemini ve konumunu tartışılır hale getirme potansiyeli bakımından elbette kayda değerdi. İlerleyen günlerde bu tutumu, AKP'nin seçim başarısına götüren politik kampanya izledi.

TÜSİAD ve ABD'nin isteklerinin aksine, Çankaya seçimlerine bir muhtırayla müdahale eden generaller partisi, Gül'ü veto ettiğini, MGSB'ye “sözde değil, özde bağlı” olduğuna inandığı bir aday gösterilmedikçe tavrını sürdüreceğini ortaya koydu. Dolaysız biçimde, iç hizmet kanunu 35. maddeden aldığı “cumhuriyeti kollama ve koruma” görevini hatırlattı! Bu durum burjuva meclisin “temel sorunlar”da generaller partisini hesaba katmadan hareket edemeyeceğini, bir faşist MGK rejimi altında yaşandığını bir kez daha doğruladı. Geniş yığınlarca da görüldü ki, burjuva mecliste hükümet olmakla devlette iktidar olmak aynı şey değildir. Keza generaller partisinin, ABD'ye, TÜSİAD'a rağmen özerk inisiyatif gösteremeyeceği genellemesinin aşırı tek yanlı, başka bir ifadeyle kaba materyalist olduğu, 27 Nisan muhtırası veya Gül vetosuyla da açığa çıktı. Burjuva cumhuriyetin yapısal özelliklerinden gelen etkisi bir yana, esasen 12 Mart 1971'den itibaren siyasal rejim içinde “merkez” haline gelişinin, anayasal, yasal, kurumsal yapıyı bu temelde düzenleyişinin yarattığı zeminde, ordunun özerklik alanı bir hayli genişlemiştir. AB'ye giriş süreci sorunları bunu yeterince ortaya koydu ve koymaya devam ediyor. O; ayrıcalıklarını, alışkanlıklarını ve ideolojik mantığını terk etmeye hiç istekli değil. Son beş altı yıldır attığı kimi geri adımlara karşın temel mevzilerinde tutunmayı sürdürüyor.

Ele alınan kesitte olayların akışı, generaller partisinin odağında durduğu blokun arzuladığı rotaya girse de, süreç aynı zamanda burjuva ordu dahil, rejimin tüm kurumlarının ve düzen partilerinin yıpranmasıyla karakterize oldu.

Cumhuriyet Mitingleri Ve Hedefler

Generaller partisi bu dönemde faşist diktatörlüğün kitle tabanını genişletmek, bu kitleyi kendi programı etrafında harekete geçirmek için açık bir rol üstlendi. Tandoğan, Çağlayan, Gündoğdu ekolünden mitinglerle dönemsel hedeflerini ortaya koydu. Özel Harp Dairesi'nin organize ettiği mitingler, “laik-şeriatçı” saflaştırması üzerine kurulmuştu ve bunda başarılı da oldu. AKP üzerinde politik-psikolojik baskı kuran, holding medyasının kendisine “çeki düzen vermesini” sağlayan, burjuva ordunun “Cumhuriyet'i koruma ve kollama görevine” meşruiyet yaratma çizgisindeki mitinglerin, bunlardan ayrı olarak biri seçimlere, diğeri ulusal demokratik ve devrimci mücadeleye dönük iki hedefi daha vardı.

Politik İslamcıların gelişiminden duydukları tedirginlik ve korku zemininde, Türk halkımızın ilerici bölüklerinin ve Alevi inancından ezilenlerin enerjisini “laik-şeriatçı” saflaştırmasıyla kendi politik planlarına bağlamaya girişen faşist generaller partisi, Tandoğan mitingi sonrası ateşi bu oyuna gelmeyen demokratik kitle örgütleri üzerinde yoğunlaştırdı. Holding medyasındaki, geçmişte “ilerici”, “antifaşist” olarak tanınan, şimdinin şoven burjuva milliyetçisi kimi köşe yazarlarını bu işe memur etti. DİSK'i, KESK'i, TTB'yi, TMMOB'u bu mitinglere katılmaya zorladılar. DİSK, Türkan Saylan'ın kerameti kendinden menkul boş bir “Darbeye de karşıyız” sözünün arkasına gizlenerek baskılara boyun eğdi. İlerici, demokrat bazı sanatçıların ardından, DİSK de Özel Harp işi bu mitinglere katılacağını açıklayarak, darbeci generallerin planlarına kan taşıdı.

Mitinglerdeki görsel simgeler, kürsü konuşmaları, bazı pankartlar ve öteki veriler Çankaya sorunundan başka, ulusal meselede, inkarcı, “ez ve çöz”cü çizginin güçlendirilmesi hazırlığına işaret ediyordu. Gerek katılan, gerekse de medyada izleyen Türk halk yığınlarına şovenist zehir şırınga eden bu mitingler; “laik üniter yapıyı korumak”, “tehlikedeki cumhuriyeti korumak” demagojileriyle Kürt ulusal demokratik hareketini olduğu gibi, “teröre karşı topyekûn mücadele” adına devrimci hareketi hedefleyecek bir kitle desteği hazırlığıydı.

Mitinglerin seçimlere dönük yüzü ise, burjuva meclisin yeni bileşiminde AKP'nin eski konumunu elde etmesini engellemek, en azından onun Çankaya ve anayasal değişiklikler konusunda kendi başına hareket edebileceği bir niceliğe ulaşmasının önüne geçmek, AKP karşısında CHP'yi güçlendirmek ve destek gücü olarak da MHP'nin barajı aşmasını sağlamaktı. Mitinglerin kimi sözcülerinin “Oylar ya CHP'ye, ya MHP'ye” sloganları bunun dolaysız ifadesi oldu.

Doğaldır ki, generaller partisi, ulusal demokratik hareketin bağımsız adaylar yarığından sömürgeciliğin meclisine sızmasını, orada ulusal kimlikli bir grup kurmasını düşünmek bile istemiyordu. Bu konuda sömürgeciliğin partileriyle tam bir uyum içinde olduğundan, bağımsız adayların adlarının birleşik oy pusulasına yazılması yasası büyük bir gayretle çıkarıldı ve hızla Çankaya'nın onayından geçti. Dikkate değer öteki gerçek ise, Alevi inancından ezilenlerin, devrimci, antifaşist ve ulusal demokratik harekete yöneliminin engellenmesi, onlardaki ezilen olma durumlarından beslenen ve geleneksel özellikler kazanmış politik eğilim ve refleksleri aşındırmak, tahrip etmek için tüm düzen partilerinin, holding medyası destekli “Alevi aday” furyasına girişmeleriydi. Bunun bir tesadüf değil, tıpkı “cumhuriyet mitinglerindeki ve oy pusulaları oyunundaki gibi faşist MGK rejiminin planlarıyla bağlı olduğu ortadadır.

22 Temmuz Ve Sonrası

Ordu, sürecin genel seçimler rotasına girdiği andan itibaren, bir sınırötesi saldırı yolundan ülkeyi savaş atmosferine sokarak seçimleri engelleme ya da en azından etkisi altına alma taktiğini izledi.

27 Nisan'ın birincil hedefi olarak, Gül'ün cumhurbaşkanlığının engellenmesinin ardından askeri faşist cephenin okları Kürt halkına ve onun mücadelesine çevrildi. Ankara'da Ulus-Anafartalar Çarşısı provokasyonuyla Kürt halkına yönelik kitlesel bir linç atmosferi yaratılmak istendi. Generaller bunu 6 Ağustos açıklamalarıyla Türk halk yığınlarına yönelik bir “kitlesel refleks” çağrısı biçiminde ifade ettiler. Diğer yandan Hudson Enstitüsü'nde Amerikan emperyalizminin askeri ve siyasi temsilcileriyle yaptıkları kirli pazarlıkta sınırötesi kilidini hangi kontrgerilla provokasyonlarıyla aşabileceklerinin pazarlığına tutuştular. Büyükanıt, Harp Akademisi'nde yaptığı konuşmada, Barzani'nin de savaş menzilinde olduğunu ilan etti. Sömürgeci ordu, Güney Kürdistan sınırına yapageldiği yığınağı yoğunlaştırdı.

Bu yoğunlaşmanın iki özgül hedefi; DTP'nin Meclis'e girişini engellemek ve AKP'yi zayıflatmaktı. Ancak 27 Nisan'ın aksine, bu kez generallerin halka yönelik çağrısı yanıt bulmadı. Ne Perinçek'in Kürdistan'ın başkentine yönelik provokatif mitingi ne de asker güdümlü “sivil” örgütlerin ikinci bir Çağlayan mitingi denemesi işe yaradı. Askeri faşist cephenin sözcüleri bu kez boş meydanlara hitap etmek durumunda kaldılar.

Diğer yandan, ABD emperyalizmi Irak'ta kendi özgül çıkarlarına aykırı gördüğü sınırötesi saldırı planlarını boşa çıkartmak için Hudson toplantısını deşifre etti. Generallerin caniyane planları, bu çatlaktan basına sızdı.

AKP sınırötesi konusunda açıktan tavır almayan belkemiksiz bir siyaset yoluyla, generallerin taleplerini sürüncemede bıraktı. Generallerin provokatif eylem planlarının uygulayıcısı “Kuvvacı” politik-askeri örgütlenmenin bazı halkalarını açığa çıkardı. Nihayetinde generallerin seçim sathı mailini savaş basıncı altına alma yönelimleri tutmadı. Bir sınırötesi saldırıyı örgütleme gücünü gösteremeyen generaller cephesi, egemen sınıflar arasındaki güç dengesinde inisiyatif kaybetmeye başladı. Bunu 22 Temmuz seçimlerinin bilinen sonuçları izledi.

En genel hatlarıyla söylenebilir ki; 22 Temmuz seçimlerinde askeri-faşist cephe kaybetti, sermaye oligarşisi, AKP, ABD ve AB kazandı. Ezilenler cephesinden seçimlerin en önemli ve anlamlı sonucu ise Kürt halkının politik temsilcilerinin yüzde 10 barajını delerek Meclis'e girmesiydi.

Seçim sonuçları, halkın generallerce pişirilen CHP-MHP koalisyonu seçeneğine itibar etmediğini, halkın darbecilere oylarıyla destek vermediğini ortaya koydu. CHP, faşist rejimin tüm temel kurumlarından aldığı desteğe, DSP ve SHP'yle yaptığı ittifaka rağmen hezimet yaşadı. Bu cephede yer alan MHP de seçimlerden başarıyla çıkmakla birlikte, MHP'nin yükselişinin sınırlı düzeyi de medya tekellerinin “milliyetçi yükseliş” konusundaki abartılı tespitlerinin yanlışlığını ortaya koymaktadır.

AKP, seçime giden süreçte aday listelerinde gerek ABD emperyalizmini ve TÜSİAD'ı memnun edecek, gerekse de generallerin tepkilerini yatıştıracak düzenlemeler yaptı; seçim bildirgesinde türban sorununu dışta bıraktı; polise yeni yetkiler veren kanunu çıkardı; generallerin talep ettiği kimi savaş araçlarının alımında gayretkeşlik gösterdi; Erdoğan Barzani'yle görüşmeyeceğini, onun bir “kabile reisi” olduğu açıkladı; Güney'e işgalci saldırı konusundaki söylemlerini değiştirmeye başladı; seçim mitinglerinde “tek”çi vurgularla milliyetçi histeriden pay kapmaya çalıştı.

AKP şahsında seçimlerden galip çıkan ABD ve AB emperyalizmidir, TÜSİAD'dır. Tekellerin ve emperyalizmin AKP'ye verdiği bu desteğin karşılığı, emperyalizme siyasi ve ekonomik uyum programının sonuna değin vardırılması olacaktır. Bu, emperyalist neoliberal saldırı programının pervasızca uygulanacağı, sınıf mücadelesinin keskinleşeceği bir dönem olacaktır.

AKP, ezilen halk kitlelerinin “mazluma” destek olma duygusunu oya dönüştürme hamlesiyle seçimlerde kendi çekirdek tabanının ötesinde bir oy oranına ulaştı. Aynı zamanda, burjuva partiler içinde, demagojileriyle yığınlarda belli bir umut yaratma gücüne sadece AKP'nin sahip olduğu ortaya çıktı.

AKP, seçimlerin ardından yenilgiyi yaşayan ve iç birliği parçalanmış askeri faşist cephe karşısında elde ettiği üstünlüğü kullanarak Gül'ü yeniden aday gösterdi ve seçtirdi. Burjuva siyaset arenasını saran gerilim havasına karşın, generaller bu kez Gül'ün seçilmesine karşı bir askeri müdahale gerçekleştirecek koşulları bulamadılar. 27 Nisan muhtırası etrafında toplanan cephenin de önemli ölçüde dağılmış ve demoralize olmuş olması, bunda rol oynadı. Ancak hem Meclis'in açılışını hem de Gül'ün yemin törenini boykot eden generaller, bu Meclisi ve onun seçtiği Cumhurbaşkanını meşru görmediklerini açıkça ilan ettiler. Generallerin sözcüsü olarak CHP, Gül'ü tanımadığını ilan etti.

Sezer de yeni hükümeti onaylamayı yeni cumhurbaşkanına havale etti. Böylece egemen sınıflar arasındaki iç dalaşın bir tür “yıpratma savaşı” ya da “soğuk savaş” biçiminde sürdürüleceği yeni bir dönem başladı. Generaller, Çankaya seçimini engellememekle birlikte yeni bir müdahale için koşulları kollayacakları, imkan biriktirecekleri bir sürece girdiler.

Çatışmanın Yeni Odağı Anayasa

Diğer yandan, egemenler arasındaki çatışmanın öncelikli konusu, “yeni anayasa” tartışmaları haline geldi. AKP'nin başlıca seçim vaadi olan “sivil anayasa” yeni Meclisin de ilk gündemi olacak. Anayasa, her şeyden önce bir siyasi ve sosyal düzen anlamına geldiğine göre; anayasa tartışmalarının özü itibariyle sermaye oligarşisi ve generaller, AKP ile CHP ve MHP arasında burjuva düzenin yeniden yapılandırılması tartışması olarak gerçekleşeceği açıktır.

Öyleyse, yeni anayasa, ancak bu gerçek güç ilişkisinin sonucunu yansıtan bir belge olabilir. Yani bu Meclisin, yapacağı en “ileri” anayasa, yönetici sınıfların statükocu, militarist ve şoven kanadı/kesimleri ile AKP-TÜSİAD kesiminin (AB’yi de ekleyebiliriz) “değişim” çizgisini uzlaştırmak olabilir.

Anayasanın tek tek maddeleri ve bütünü egemen sınıf fraksiyonları arasındaki sert çatışmalardan geçerek belirlenecektir. Faşist rejimin bazı alanlarda geriletilmesi mümkün olmakla birlikte, bu anayasanın 12 Eylül'ün getirdiği kurumsal yapıyı tasfiye etmeyi hedeflemediği, daha bugünden ortadadır. Demokratlığın asgari bir kıstası olarak, Kürt ulusunun varlığının tanınmasının gündemde olmadığı da biliniyor.

“Sivil anayasa”, “demokratik anayasa” vb. faşist rejimle/statükoyla uzlaşma çizgisi, işçi sınıfı ve ezilenlerin, halklarımızın özgürlük ve demokrasi istemini yanıtlayamaz. Yapısal krize, egemen yönetici sınıflardan kaynaklanan çözüm arayışları, daima düzen içi seçenekler etrafında oluşmaya mahkumsa, tersinden halkçı, devrimci çözüm de işçi sınıfı ve ezilenleri, halklarımızı faşist rejimin uluslararası desteklerine ekonomik, toplumsal temellerine ve faşist rejimle hesaplaşmaya yöneltmekle yükümlüdür.

“Sivil anayasa”, “demokratik anayasa” vb. talepler işçi sınıfı ve ezilenlerin, halklarımızın özgürlük ve demokrasi talep ve mücadelesini egemen sınıfa yedeklemek ve düzen içine çekmek için kurulmuş tuzaktır. Özgürlük ve demokrasi, egemen sınıfların “sivil anayasa” oltasına takılarak değil, faşizme karşı ezilenlerin mücadelesini büyüterek kazanılacaktır. Egemen sınıfın “değişim” programının ve “sivil anayasa” talebiyle işçi sınıfı ve ezilenleri faşist rejimle uzlaştırma çizgisinin teşhiri ve parçalanması, halkçı devrimci çözüm hattının geliştirilmesinin doğru yoludur.

Kerkük Referandumu

Generaller partisi, Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimine ya şimdi (Kerkük Referandumu'ndan önce) bir darbe vurulacağı ya da sonra çaresiz kalınacağı ekseninde hükümeti sıkıştırırken, başta Türk halkımız olmak üzere, işçi sınıfı ve ezilenleri sömürgeci savaşa ikna etmek için yoğun bir propaganda yürütüyor. Dolayısıyla Güney'e girişin Kuzey ulusal demokratik güçlerini hedeflemekle sınırlı kalmaması, Kerkük sorununda irade kıracak bir çap kazanması isteniyor. Generaller partisi, “ez ve çöz” planına bağlı öldürücü darbelere hazırlanmakta, bunun için işçi sınıfı ve ezilenlerin “Türk-Kürt” biçiminde saflaştırılmak isteneceği gerici bir iç savaş dahil her yola başvurmayı meşru görmektedir. Bu çapta bir faşist sömürgeci saldırının Güney bölgesel yönetimini de kapsayacak biçimde genişletilmesiyle hem ulusal demokratik hareketin, hem de daha genelde “Kürt tehlikesinin epey geriye itileceği görüşüyle hareket etmektedir. AKP, TÜSİAD ve ABD bu plana “ikna” edilemedi.

“Ez ve çöz” planlarına bağlı yeni durumun neredeyse iki yıldır hazırlandığı unutulmamalıdır! Mersin bayrak provokasyonu ve “sözde vatandaşlar” açıklaması, generaller partisinin ulusal demokratik mücadele karşısında yeni bir süreç başlattığının ilanıydı. Kuşkusuz bu salt ulusal demokratik güçleri değil, devrimci ve antifaşist güçleri de hedefleyen planın girişiydi. Söz konusu planın ayırt edici özelliği, “ez ve çöz”cü karargahın, halklarımız arasında ulusal saflaşmayı koşullayacak iç savaş taktikleriyle ilerleme yöneliminde somutlanıyordu.

“AB'ye giriş-demokrasi” söylemleriyle pompalanan hayaller ortasında yeni TMY'nin çıkarılması, “Sauna”, “Atabeyler”, vb. adlarla deşifre olan, Şemdinli'de suçüstü yapılan veya değişik ırkçı-şoven derneklerle örtüldükleri açığa çıkan kontrgerilla birimleri, Amed serhildanının bastırılma tarzı ve çocuk katliamının savunulup anaların tehdit edilmesi, generaller partisi baş sözcüsünün “silahsız terör” sözüyle hedef genişletmesi, değişik kentlerde linç güruhlarının saldırıları ve nihayet Güney sınırına yapılan yığınak, sürecin hangi yönde geliştirildiğinin önemli işaretleri oldu.

Hrant Dink'in katledilmesi, Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcının meslekten atılması, Nokta Dergisi'nin 2003 ve 2004'teki darbe planlarının gözler önüne serdiği için basılması, kapısına kilit vurulmaya mecbur edilmesi, 12 Nisan'da Yaşar Büyükanıt'ın “ez ve çöz”cü stratejiye bağlılıklarını kuvvetle vurgulaması, başarı için Kuzey Kürdistan'ın ilçe ve kentlerindeki destekçilerinin de “etkisizleştirilmeleri” gerektiği sözleri; “Atabeyler” gibi kontrgerilla birimlerinin mahkeme süreçlerine atıfta bulunup, “Ne oldu, hiçbir şey çıkmadı işte” biçiminde onları sahiplenmesi ve nihayet Güney'e saldırmak gerektiğini ilan etmesi yürütülen hazırlıkları ve yaptıkları işlerin içeriğini-amaçlarını ortaya koyuyordu.

AKP Hükümetini kuşatmak, ona yönelik her türlü askeri baskıyı ve “pratiği” meşrulaştırmak için düzenlenen kontrgerilla yapımı “cumhuriyet mitingleri”, aynı zamanda şovenist enerjiye yeni kanallar açılması, yedeklerin canlandırılması, ezilen ulusun “son başkaldırısının en vahşi yöntemlerle de olsa bastırılmasına kitle desteği yaratma planlarının önemli bir adımıydı. Aynı zaman dilimine tekabül eden 27 Nisan muhtırasındaki, “Ne mutlu Türküm demeyen Türkiye'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” sözleri ve son olarak da 8 Haziran'daki “kitlesel refleks” çağrısı, Mersin bayrak provokasyonuyla başlayan sürecin yeni bir evresine varıldığını göstermektedir. Kuzey Kürdistan'da şiddetlenen sömürgeci askeri saldırılar, üç ilde ilan edilen fiili olağanüstü hal, resmi militarist kuvvetlere tanınan yetkilerin artırılması, yeni baştan organize edilen ve tırmandırılan faşist psikolojik savaş, Güney'e dönük topçu saldırıları ve sınır ihlalleri, TÜSİAD'ın kendini, “Ekonomi önemli ama ülke güvenliğinden de önemli değil” açıklamasına mecbur hissetmesi, hükümetin Güney işgali sorununda “seçimden sonra olur” noktasına gelmesi; ABD'de Hudson Enstitüsü'nde yapılan, Genelkurmay bünyesindeki SAREM temsilcilerinin ve askeri ataşenin katıldığı bir toplantıda Güney'e saldırının bahanesi yapılacak kontrgerilla provokasyonları konusundaki görüş alışverişi, son olarak da burjuva medya temsilcilerinin Eğirdir kampı, orada Yaşar Büyükanıt'ın köyün muhtarının, imamının “teröristliği”, dağda bir gerillanın kalması için köyde-kasabada on “işbirlikçi” gerektiği gibi sözler eşliğinde yeni yetkiler talebi, ordunun komando gücünün 2009'a değin profesyonel hale getirileceği açıklaması, Güney'in bir kez daha hedef gösterilmesi ve o toprakları da kapsayan bir “tampon bölge”nin Genelkurmay haritalarına işlenmiş oluşu, generaller partisinin önümüzdeki iki-üç yıla nasıl “yaklaştığına” ayna oldu.

Bu plan, tıpkı 1991 ve 1996'daki gibi bir “faşist topyekün savaş”a endekslidir. Peki egemenler cephesinin iki bloku, inkarcı “ez ve çöz” çizgisine bağlı böyle bir “faşist topyekün savaş”ı sonuçlandırıncaya dek sürdürmekte, rejim krizine böyle bir yoldan çözüm bulmakta konsensüs sağlayabilirler mi? Her şeyden önce, gerillanın etkinlik düzeyi, elde ettikleri politik-moral üstünlük, ulusal demokratik kitle hareketinin güçlü dinamikleri, devrimci ve anti faşist kuvvetlerin sergileyeceği direnç, bu konsensüsü akamete uğratacak engellerdir. İkincisi, AB'ye giriş sorunları; üçüncüsü, ABD'nin bölge politikaları ve ihtiyaçlarıyla sürtünen özgün devlet çıkarları; dördüncüsü, generaller partisini değil, TÜSİAD'ı memnun eden yeni burjuva meclis tablosu ve Çankaya muharebesinin sonucu; beşincisi, bu mecliste oluşturulan ulusal demokratik grup faktörü, konsensüsün uzun ömürlü olmasına izin vermeyecek öteki etkenlerdir.

Tüm bu nedenlerle generaller partisi çizgisinde yaz boyu sürecek ve Güney'e saldırıyı da kapsayacak bir konsensüs sağlansa da, bunun inkarcı “ez ve çöz” programının egemenliğine dönüşmesi beklenmemelidir. Rejim krizinin ulaştığı boyut, ona eklenmekte olan yeni unsurlar, daha keskin bir iç mücadelenin koşullarını hazırlamaktadır. Özgürlük, adalet, halklara eşitlik savaşımının kendini güçlü tarzda ortaya koyması ölçüsünde, egemenler cephesindeki çatlak ve iç mücadele daha da büyüyecek, rejim krizine çözüm olarak ortaya çıkan “değişim” ile inkarcı “ez ve çöz” blokları daha dolaysız mücadelelere girişeceklerdir.

Diğer yandan ABD emperyalizmi de Türk burjuva ordusunun sınırötesi saldırı basıncını düşürmek ve AKP Hükümetinin elini rahatlatmak amacıyla Kerkük referandumunu erteleterek bir hamle yaptı. Sözüm ona “Irak Meclisi”nin kararıyla, Kerkük referandumu 2008'in Mayıs ayına ertelendi.

Devrimci, Antifaşist Ve Ulusal Demokratik Hareket

İşçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci antifaşist ve ulusal demokratik kuvvetleri bakımından Hrant Dink uğurlaması ve 1 Mayıs Taksim zaferi gibi iki önemli başarı elde edildi. Hrant'ın uğurlanması, inkarcılığa, ırkçılığa, şovenizme karşı birleşik, kitlesel bir meydan okuma olarak ve elbette “Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeni'yiz” şiarındaki tarihsel cesaretle; 1 Mayıs Taksim kararlılığı ise, ileri yürüme, kabından taşma isteği, devrimci meşruiyet anlayışının anti faşist, ilerici kesimler içinde de yankı bulması ve birleşiklik özellikleriyle özgün bir önem kazandı.

8 Mart'tan, Newroz'a ve '71 devrimci hareketi önderlerinin anmalarına uzanan değişik anlarda işçi sınıfı ve ezilenlerin öncü dinamikleri tarihsel günleri takvimsel-törensel bir çerçeve dışında günün- sürecin politik ihtiyaçlarına, burjuva milliyetçiliğine, şovenizme, ırkçılığa, faşist MGK diktatörlüğüne karşı mücadele görevlerine bağlamakta başarılı örnekler sergilediler. Birleşiklik arayışı ve adımları sürecin ayırt edici özelliklerinden biriydi.

Tek yanlı ateşkes fiilen bitse de resmen sürdürüldüğü için saldırı taktiği yerine savunma-aktif savunma taktikleri arasında salınan gerilla, sergilediği pratikle politik mücadeleyi keskinleştirdi ve rejim krizini şiddetlendirdi. Bilindiği gibi; tek yanlı ateşkes karşısında, T. Erdoğan'ın “Durduk yere operasyon olmaz” sözü, generaller partisi tarafından daha ertesi gün açıklamalar ve saldırılarla boşa çıkarılmıştı. Aylardır giderek tırmandırılan, alanı genişletilen ve yoğunlaştırılan sömürgeci saldırılar “Son terörist yok edilinceye kadar” sözlerinin tekrarıyla el ele yürütüldü. Ancak gerillanın geçmişten farklı bir pratiğe yönelmesi, başarıyla uyguladığı teknik ve taktik yenilenmeyle politik- moral üstünlüğü ele geçirmesi, generalleri çok zor duruma düşürdü. “Yönetme kapasitesi”, “önlemde ciddiyet”, hatta “ölenler arasında neden hiç rütbeli ya da zengin çocuğu bulunmadığı”, “neden hep yoksul gençlerin öldüğü” türü sorular ve bu konular etrafındaki polemiklere yol açacak, generaller partisini savunma ruh haliyle kayıpların izahını yapmaya mecbur edecek sonuçlar elde eden gerilla, politik önemini bir kez daha gösterdi. Sömürgecilik üzerinde büyük bir baskı oluşturarak rejimin iç ve uluslararası gündemlerinde baş sıraya oturdu. “Terörün” kimin döneminde azaldığı-arttığı, gerçekte bitirilip bitirilmediği, hainlik kavramlarına varan tartışmalarla burjuva politikacıların birbirleriyle kamuoyu önünde yaptığı polemiklere girdi. Önümüzdeki süreçte sömürgeciliğin yeni savaş planlarını uygulamaya sokmasıyla, gerilla hareketinin saldırı taktiğine geçerek düşmana önemli politik-moral darbeler vurmak kadar, ulusal kitle hareketini ateşlemesi de beklenmelidir.

Faşist muhtıra ve “cumhuriyet mitingleri” de sürecin önemli olguları arasında yer aldı. Bu mitingler Türkiye ve Kuzey Kürdistan'a has toplumsal karşıtlıkların gerici temelde kullanılmasına yeni bir örnek oluşturdu. Devrimci, antifaşist ve ulusal demokratik hareket, muhtıra ve “cumhuriyet mitingleri” karşısında birleşik-kitlesel duruş imkanlarını değerlendirilemedi. Muhtıra, kısmen basın açıklaması tarzında protestolar ve politik kitle ajitasyonuyla, “cumhuriyet mitingleri” ise esasen teşhire dönük açıklamalarla yanıtlandı. Oysa Hrant'ın uğurlanması ve 1 Mayıs'tan alınan kuvvetle birkaç kentte devrimcileri, antifaşist yasal partileri, sendikalardan meslek odalarına, demokratik kitle örgütlerini tek tek anti şoven, ilerici sanatçıları kapsayacak “muhtıraya, şovenizme karşı özgürlük ve halkların kardeşliği” mitingleri düzenlenebilir, emekçi semtlerde aynı muhtevada gösteriler örgütlenebilirdi. Böylelikle işçiler ve ezilenlere, generaller partisinin Çankaya sorunu, dolayısıyla “cumhuriyet mitingleri” arkasına gizlediği faşist ırkçı, şoven amaçları daha iyi gösterebilir, ilerici yığınların belirli kesimlerini etkisine alan yanılsama en dar sınırlarına hapsedilebilirdi.

Yeri gelmişken vurgulayalım ki, “laik-şeriatçı”, “Türk-Kürt” saflaştırmaları eksenindeki “cumhuriyet mitingleri” ve “kitlesel refleks” çağrıları, Birlik Kongresi'nin kararlaştırdığı “Strateji ve Taktik” belgesinde, sınıf mücadelesinin Türkiye ve Kuzey Kürdistan somutunda alabileceği biçimlere dikkat çeken, egemenlerin iç savaşları hangi biçimler altında yürütmeyi deneyeceklerini ortaya koyan Marksist Leninist Komünistlerin haklılığına güncel bir kanıt oldu.* Tersinden, yaşadığı toprakların toplumsal maddi gerçeği üzerine ciddi biçimde düşünme gücü göstermeyenlerin kitabi tahlillerinin ve boş suçlamalarının ise sınıf mücadelesi gerçekleri karşısında herhangi bir hükmü bulunmadığını ortaya koydu. Görüldü ki, faşist MGK rejimi, isteklerini gerçekleştirmek, planlarını uygulamak için başvurması nispeten güç olan “laik-şeriatçı” karşıtlığını -muhtıra koşullarında bile- ilerici güçleri yedeklemek için çok iyi kullanabiliyor. Öyle ki, bu akıntı, kendine devrimci, komünist diyen kimi yasal partileri sürükleyecek kadar etkili olabiliyor. İşte mitingci HKP, işte hayırhah TKP!

Devrimci, antifaşist ve ulusal demokratik hareket açısından sürecin üzerinden atlanamayacak bir gerçeği de; 22 Temmuz seçimleri vesilesiyle birleşik, antifaşist-antişovenist mücadele imkanlarına yaklaşımda somutlandı. Politik koşullar, diktatörlüğün plan ve hedefleri gözler önündeydi. Bu şartlarda seçimleri politik bakımdan önemli görmeyen ve süreci kitlelerin faşizme, kapitalizme, sömürgeciliğe, emperyalizme karşı aydınlatılması, örgütlenmesi ve seferber edilmesi için parti ve grupların kendileriyle sınırlı amaçlardan hareket etmemeleri gerekirdi. Dönemin ihtiyaçları ve görevleri, antifaşist, antişovenist bir seçim bloku imkanlarını dikkatle gözetmeyi gerektiriyordu. Seçim çalışmaları şoven, ırkçı, faşist ablukanın dağıtılması yolunda güçlü bir politik ve moral enerji yaratmalı, Türk halkımızın saflarında şovenizmden kopuşu örgütlerken, Kürt halkımızın saflarında emekçi çözüm düşüncesini güçlendirmeliydi. Çalışmalar, gerek birleşik mücadelenin geliştirilmesi ve zeminin sağlamlaştırılması, gerekse de güçlü bir kitle hareketinin örgütlenmesi için 22 Temmuz sonrasını gözeten bir çizgide yürütülmeliydi. Bütün bunlar için bir seçim bloku oluşturulabilir, kapsayacağı güçler ve mesajı açısından bu seçim ittifakına, örneğin “emekçi-ezilenler bloku” adı verilebilir, adaylar faaliyetlerini onun adına yürütebilirlerdi. Böyle bir blokun önünde, muhatap parti ve grupların salt kendileriyle sınırlı amaçlarından hareket etmeleri dışında bir engel yoktu. Seçimler için oluşturulacak bir “emekçi ve ezilenler bloku” Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın tüm kentlerinde coşkulu çalışmalar gerçekleştirebilirdi. Sokak sokak, ev ev, kahve kahve, meydan meydan yürütülecek görkemli bir kitle çalışmasıyla toplantılar, şenlikler, mitingler ve güncel politik gelişmeler karşısındaki reflekslerle özgürlük, adalet, halkların eşitliği ve kardeşliği özlemleri, talepleri dalga dalga yayılabilirdi. Doğal olarak, işçi sınıfı ve ezilenlerin öncü bölüklerinin güç toplamasını ve moral üstünlük elde etmesini sağlayacak bu çalışmalar, 22 Temmuz sandıklarında faşist rejimin protestosunu simgeleyecek blok oylarının bir düzeye ulaşmasını sağlamak ve burjuva meclise sözcüler göndermek bakımından da hedeflenen başarılar sağlayabilirdi. Yalnızca hazır enerjiyi değil, potansiyel enerjinin de en tam biçimde harekete geçirilmesini mümkün kılacak bu faaliyetlerde, tek tek blok bileşenleri, partilerine, gruplarına ait düşünceleri ve programı yığınlara götürmesi bakımından da önemli imkanlara sahip olacaklardı.

Ne yazık ki, böyle bir blok oluşturulamadı. Ulusal demokratik hareket başarısız sınavın başta gelen sorumlusudur. Burjuva meclise girmeyi, orada bir grup oluşturmayı her şey haline getiren ve sürece dar ulusalcı bir mantıkla yaklaşan DTP, içinde yer aldığı platformun bileşenleriyle bile bir irade birliği aramadı. Birleşik mücadele veya bir seçim bloku yerine tek tek partilerle sembolik “anlaşmalar” yapmayı esas aldı. Bu arada şovenizme karşı mücadelede tutarlılıkları sınanmış belirli Türk halk aydınlarıyla sağlıklı bir ilişkileniş de sergilenmedi. Murat Karayalçın SHP'siyle blok kurmuş, onun sembolleriyle seçime girmişken, devrimci ve antifaşistlerin yer alacağı bir bloktan uzak durdu, ciddiyetsiz ve sorunlu tutumlar sergiledi.

Ortaya çıkan tablo, ezilenler cephesindeki potansiyel güçleri harekete geçirmeyi ve kazanmayı bir yana bırakın, 2002 seçimleriyle kayıt altına alınmış hazır kitle tabanından dahi geriye düşülmesine yol açtı. Özellikle Batı'da seçim sonuçları bu bakımdan oldukça çarpıcıydı.

22 Temmuz sonrasını gözetmek, bir “antifaşist, antişovenist platform”un temel taşlarını döşemek bakımından herhangi bir başarıdan söz edilemez. Aksini iddia etmek salt kendini kandırmak olmaz, aynı zamanda geleceğe ilişkin sağlıklı bir yürüyüşü de sakatlar.

Kuşkusuz tüm bunlar, DTP'li vekillerin burjuva Meclis'e taşınmış olmasının politik önemini karartmaz. DTP'nin bir grup oluşturacak tarzda Meclis'e girişi, aynı zamanda Kürt ulusunun inkarına vurulmuş bir darbedir.

Meclis'teki DTP Grubu, ezilenlerin mücadelesinde kazanılmış bir mevzidir ve halkın oylarıyla seçilen bu vekillerin halklarımızın temel demokratik ve sosyal talepleri doğrultusunda tutum almasını istemek ve bunu denetlemek halk saflarındaki güçlerin görevidir. Tersinden, burjuvazinin de DTP Grubunu sokaktan ve dağdan, yani köklerinden koparıp cılızlaştırmak istediği görülüyor. Sert mücadeleler yılı olarak gelişen ve aynı yönde akmakta olan 2007'nin geriye kalan döneminde devrimci, antifaşist ve ulusal demokratik hareketi önemli sınavlar ve sorumluluklar bekliyor. Rejim krizinde debelenen, bırakalım özgürlük ve adalet talebine, kitlelerin ekonomik, demokratik istemlerine bile şovenizm uyuşturucusu ve devlet terörü reçetesinden başka bir şey yapamayan düzen koşullarında devrimci hareketin büyütülmesinin nesnel imkanları yeterince güçlüdür. Mesele; sürekliliği sağlanmış, politik faaliyet içinde, halkın aklıyla olduğu kadar yüreğiyle de bağ kurabilmekte ve umut olmayı başarabilmektedir. Bunun irade ve esnekliği birleştiren, politik mücadelenin zengin araç ve biçimlerini kaynaştıran bir “niteliği” gerektirdiği ise sınanmış bir doğrudur.

*Strateji ve Taktik belgesinin şu bölümü onlarca eleştiri ve iftira yazısına konu oldu:

“Teori ve programımızın, Türkiye'nin toplumsal maddi gerçeği, tarihsel, toplumsal, siyasal, kültürel, geleneksel vb. kendine has özelliklerini incelemesinden ortaya çıkan sonuçlar, stratejimizin devrimin gelişme çizgisini, en azından genel hatlarıyla ortaya koymasına olanak vermektedir. Bu genel hatları şu biçimde özetlemek mümkündür:

Birincisi, Türkiye ’yi antiemperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek olan yolun burjuvazi-proletarya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve siyasal karşıtlıkların yanı sıra faşist diktatörlüğün kışkırtıp örgütleyeceği Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen gerici bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişeceğidir.” (MLKP 3. Kongresi tarafından bazı ifadeleri düzeltilmiş biçimi).

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi