BOP: Yeniden Sömürgeleştirme Ve Direniş

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adıyla bilinen emperyalist stratejinin biçimlenmesinde, yakın tarihli iki belge temel dayanak noktalarını oluşturmuştur. İlki, 1998’de Paul Wolfowitz, Richard Perle, Francis Fukuyama gibi isimlerce hazırlanarak ABD yönetimine sunulan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”dir.(1) Bu belge, ABD’nin askeri gücüne ve üstünlüğüne dayanarak dünya sistemine daha etkin müdahale etmesi, ordusunu ve savaş teknolojisini aynı anda birden fazla savaşı kazanmayı olanaklı kılacak şekilde yapılandırması, Ortadoğu topraklarında askeri varlığını genişletip kalıcılaştırması anlayışını ortaya atmaktadır. İkinci belge ise, 11 Eylül saldırısının ardından hazırlanan ve “uluslararası terör”, “kitle imha silahları tehdidi”, “haydut devletler” gibi kavramları yeniden tanımlayarak “önleyici savaş doktrini”ni geliştiren, 2002 tarihli “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesidir.

BOP, Irak’ın işgalinin ardından, 2003’te “Marakeş’ten Bangladeş’e” politik-coğrafik söylemi eşliğinde gündeme getirildi. Ortadoğu’nun odağında durduğu Müslüman ve Arap ağırlıklı bir bölgenin, başta politik rejimler gelmek üzere, toplumsal dokusunun değişikliğe uğratılması öngörülüyordu. Ve ABD’nin emperyalist stratejisinin başlıca yöntemleri önleyici savaş, askeri saldırı ve işgal, miadını doldurmuş olan BM gibi uluslararası kurumların sınırlayıcı normlarının bir yana atılması idi.

2004 Haziran’ında ABD’de düzenlenen G-8 toplantısına sunulan ve “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi” adını taşıyan emperyalist strateji belgesi ise, bazı değişiklikler yaparak BOP’un teorik formülasyonunu ortaya koydu ve onun ikinci aşaması ya da versiyonu oldu. Aynı ayın sonunda İstanbul’da gerçekleştirilen NATO toplantısında, ABD’nin öncelikli gündemi, teorik bir şekil almış olan BOP’un bazı askeri boyutlarının belirginleştirilmesiydi.

BOP’la Amaçlanan

Öncelikle, BOP’ta ifadesini bulan emperyalist stratejinin ve politikaların oluşumuna kaynaklık eden nesnelliğe göz gezdirmek gerekir:

Emperyalist küreselleşme dönemi ve uluslararası tekelci sermayenin dünyanın her yerinde serbestçe hareketi, tüm burjuva devletlerin ve ülke ekonomilerinin emperyalist sistemin değişen koşullarına yeniden entegre edilmesini gerektirmektedir. Bu gereklilik, eski koşulların ürünü olan bağımlılık ilişkilerinin, siyasal ve ekonomik yapıların değişikliğe uğratılması, yeni tipte sömürgeleştirmenin sağlanması anlamını taşımaktadır. Bir başka deyişle, dünya çapında yaşanmakta olan süreç, emperyalist mali oligarşinin giriştiği doğrudan ekonomik ilhak sürecidir. Ve mali oligarşinin çıkarları açısından, bunun önünde bulunan her türlü engel ortadan kaldırılmalıdır.

Ortadoğu’nun ve Arap ülkelerinin mevcut politik rejimleri ve şekillenişleri, halen büyük ölçüde Soğuk Savaş dönemine ait uluslararası dizginin damgasını taşımaktadır. Sovyetler Birliği’nin ekseni karşısında, ABD, siyasal İslama ve despotik hanedanlara dayanarak kendi eksenini kurmuştu ve bu statükoyu koruyordu. Dünyanın değişen koşulları altında bu durum, emperyalist sisteme yeni tipte ekonomik ve siyasal entegrasyonun engeli haline gelmiştir. Buna göre, eskinin ürünü olan yapılar dönüştürülecek, boyun eğmeyenler devrilecektir. Aynı değişim, El Kaide gibi dün bizzat ABD tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı örgütlenen ve kullanılan bazı radikal siyasal İslamcı güçlerin, bugün ABD’nin düşmanı haline gelmiş olmaları gerçeğini de açıklamaktadır.

Uluslararası tekelci sermayenin yeniden sömürgeleştirme ve ekonomik ilhak hareketinin tipik bir örneği, işgal altındaki Irak’ta görülebilir. Dev Amerikan petrol tekelleri, bu ülkenin petrol kaynaklarını ve nakliyatını doğrudan egemenlikleri altına almış durumdadırlar.

Özetlenen tüm bu nesnel zemin üzerinde ve keskinleşen emperyalistler arası rekabet nedeniyle, emperyalist devletler birbirlerinden farklı politik-stratejik pozisyon almaktadırlar. ABD emperyalizminin ideologlarından Zbigniev Brzezinski, “Amerika için ana jeopolitik ödül Avrasya’dır” ve “Şimdi Avrasyalı olmayan bir güç Avrasya’da öncüdür ve Amerika’nın küresel önceliği doğrudan doğruya Avrasya kıtasındaki hakimiyetini ne kadar süreyle ve nasıl bir etkiyle sürdüreceğine bağlıdır”(2) dedikten sonra, onun pozisyon alışının mantığını şöyle ifade etmektedir: “Avrasya için kapsamlı ve bütünleşmiş jeostrateji aynı zamanda, Amerika’nın etkin gücünün sınırlarının ve onun çapının zaman içindeki kaçılmaz aşınmasının tanınması temeline dayanmalıdır.” “En acil görev, hiçbir devlet ya da devletler birleşiminin ABD’yi Avrasya’dan atma, ya da hatta onun belirleyici hakemlik rolünü önemli ölçüde azaltma kapasitesini elde etmemesini sağlamaktır.”(3) Kısacası, “kaçınılmaz aşınma”nın önlenmesine yönelik bir pozisyon alıştır bu.

ABD’nin BOP’la amaçladığı, Ortadoğu’nun, yani Avrasya’nın kalbinin yeniden sömürgeleştirilmesidir. O bunu yaparken, bu stratejik bölge üzerindeki hâkimiyetini ayakta tutmayı hedeflemektedir. Başlıca dayanakları askeri üstünlüğü, giriştiği işgaller ve kurduğu üsler olmaktadır. Bölgedeki hâkimiyetini korumasında, petrol ve diğer enerji kaynakları ile bunların nakil hatları üzerindeki kontrolü elinde tutması; dahası, diğer emperyalist devletlerin kendi egemenliklerini kurmalarının engellenmesi temel öneme sahiptir. ABD’nin Afganistan’ı işgali belki her şeyden önce, rakip emperyalistler karşısında bir güç ve rakipsizlik gösterisi idi. Ve böylece, Kırgızistan ve Özbekistan gibi Orta Asya ülkelerinde, Rusya ve Çin karşında askeri üsler de edinmiştir. En önemlisi ise, BOP, Müslüman halkların emperyalizme köleleştirilmesi anlamına gelmektedir.

BOP’un Kapsamı

BOP, tüm Arap ülkelerini ve bunların yanında Afganistan, Pakistan, İran, Türkiye ve İsrail’i kapsayan bir alanda uygulamaya konulmuş bir stratejidir. Genel bir tanımlama yapılacak olursa, Arap ve İslam ülkelerinin toplumsal dokusunun değişime uğratılması; yani politik, ideolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak dönüştürülerek yeniden sömürgeleştirilmelerini içermektedir.

İran ve Suriye rejimleri (dün Irak da öyleydi) söz konusu dönüştürme dahilinde öncelikli ve aynı zamanda askeri yoldan devrilmesi öngörülen hedeflerdir. Fakat Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Kuveyt, Bahreyn gibi işbirlikçi devletler de bu yeniden şekillendirmenin kapsamındadır. BOP’a göre, ister İslami bir hanedanın isterse modernist askeri bir kastın egemenliğine dayansın, ve üstelik işbirlikçi olsalar dahi, bürokratik-kapalı rejimler değişim geçirmek durumundadırlar. Dünya Ticaret Örgütü normları, uluslararası tahkim, kadın işgücünün kullanılması, merkez bankalarının özerkliği gibi emperyalizmin yeni kurallarına ve uluslararası dev tekellerin sınırsız sömürü ve dolaysız hükmetme koşullarına adapte edilmeleri gerekliliği, bu ülkelerdeki dönüşümü zorunlu kılmaktadır. Dahası, bunlar, halkları nezdinde toplumsal çürümüşlük ve tecrit olmuşluk durumlarıyla, fakat aynı zamanda, birçoğu sahip oldukları İslami devlet yapısıyla, Amerikan emperyalizmine karşı direnen radikal siyasal islamcı güçlerin gelişimine zemin yaratmaktadırlar. BOP açısından, mevcut devlet yapılarının ve geleneksel İslami dokunun çözülmesi şarttır. Suudi Arabistan, Mısır, Kuveyt ve Bahreyn’de ABD’nin politik müdahaleleri altında gerçekleştirilen seçimleri de buna bağlamak gerekir. Hamas ve Hizbullah gibi siyasal İslamcı örgütler, yalnızca ABD-İsrail saldırganlığında önde gelen direniş güçleri değil, aynı zamanda ideolojik odaklar ve toplumsal hayatı İslami normlara göre örgütlemeyi esas alan anlayışlar olduklarından dolayı da yok edilmesi veya tasfiyesi zorunlu düşmanlardır ABD için. İsrail ise, ordusu ve nükleer silahlarıyla, BOP’un vurucu askeri gücü konumundadır.

“Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi” belgesi, belirtilen ülkelerde gerçekleştirilecek dönüşümün alanlarını ve yöntemlerini ortaya koymaktadır. Bu kapsamda vurgulananların en önemlileri, kendi dillerinden söyleyecek olursak, “serbest seçimlerin düzenlenmesi ve parlamenterlerin eğitimi, kadınların eğitimi ve hakları, bağımsız medya ve sivil toplum örgütlerinin geliştirilmesi, eğitim reformu, okuma-yazma kampanyaları, mikrofinans, serbest ticaret bölgeleri, Büyük Ortadoğu Para Fonu ve Büyük Ortadoğu Kalkınma Bankası kurulması, bilim insanlarının ve üniversitelerin desteklenmesi, kültür kurumlarının teşvik edilmesi, devlet bürokrasisinin reforma tabi tutulması” gibi konulardır.(4) Bu, ABD emperyalizminin “ulus inşa etme” ve “ılımlı İslam modeline geçme” programıdır: Devlet aygıtının, dinin, hayat tarzının, kültürün, ekonominin ABD ve uluslararası tekelci sermayenin çıkarlarını içselleştirecek şekilde yeniden düzenlenmesi.

Seçimlere dayanan burjuva parlamenter biçimlerin uygulanması ve devlet bürokrasisinin yeniden yapılandırılması planları, bütünüyle mali oligarşinin serbest hareketi önündeki engellerin kaldırılması amacına bağlıdır. Serbest ticaret bölgeleri ile para fonu ve kalkınma bankası gibi kurumlar da açık ki, uluslararası tekellerin giriştiği ekonomik ilhak sürecinin araçları olarak tasarlanmıştır. Kadınların eğitimine ya da haklarına gösterilen ilgi, kadın işgücünün kapitalist sömürü çarkına çekilmesi ihtiyacından ileri gelmektedir. Kaderleri emperyalist sermayesinin ellerinde olan burjuva medya ve kitle örgütleri, üniversiteler ve kültür kurumları, mali oligarşinin yerel uzantıları rolünü oynayacak ve onun çıkarlarını toplumsal hayatın her hücresine içselleştirme görevini yerine getireceklerdir.

BOP’un ABD bakımından ideolojik düzlemi, “medeniyetler çatışması” ve “islamo-faşist” gibi kavramlaştırmaları içeren evangelist dini anlayış ve ırkçılığın harmanlanmasına dayanan bir ideolojik motif üzerine inşa edilmektedir. Kendini “ilahi misyon”un uygulayıcısı sayan Bush, “Amerikan değerleri her kişi için her toplumda doğru ve gerçektir”(5) demektedir. Bunun Müslüman haklara yansıtılan tarafı ise, İslam’ın yeniden yorumlanmasıyla iç içe geçirilen bir “medeniyetler buluşması” söylemi olmaktadır.

BOP için karakteristik bir gerçeği, ABD Dışişleri Bakanı C. Rice, Lübnan’da yaptığı bir konuşmada dile getirmiştir. O, küstahça bir edayla, bölgenin haritasında değişiklikler olacağını söylemiştir. Pentagon menşeili olduğu iddia edilen ünlü “Yeni Ortadoğu Haritası”nın gündeme gelişi de, bir boyun eğdirme tehdidi olması ve emperyalist çıkarlar gerekli kıldığında yapılacak olası sınır değişikliklerini göstermesi açısından dikkate değerdir.

İçinden geçmekte olduğumuz dönem; Ortadoğu’da ve bütün bir Müslüman ülkeler coğrafyasında büyük değişimlerin gerçekleşmekte olduğu bir dönemdir. Fakat bu değişimin yönünü ve muhtevasını, Amerikan emperyalizminin planları ve emperyalistler arası rekabetin sonuçlarıyla birlikte, ama bunlardan daha çok, halkların direnişi ve mücadelesi belirleyecektir. Geride kalan sürecin gelişmeleri ve olguları da bu varsayımı fazlasıyla doğrulamaktadır.

Siyasal Yenilgi

2004’teki G-8 toplantısına sunulan “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi” belgesine kadar olan dönemi, BOP’un birinci aşaması olarak değerlendirmek yerinde olur. Bu ilk dönemde, bir taraftan Afganistan’da ve Irak’ta direnişin bastırılamaması ve daha da boyutlanması, diğer taraftan Almanya, Fransa, Rusya ve Çin gibi emperyalist devletlerin Ortadoğu’da ABD hegemonyası altında bir siyasi-askeri koalisyona dahil olmamaları ve ABD ile aralarındaki çelişkilerin keskinleşmesi, BOP’un tıkanmasına neden oldu. “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi”nin gündeme getirilmesi; bu tıkanma karşısında,

ABD’nin manevra yapmak zorunda kalmasının ürünü idi. Bu emperyalist stratejide, BOP’un amaçları ve ana çizgileri aynı kalmasına karşın, rakip emperyalist ülkelerle ortaklık kurmanın ve uluslararası burjuva yasallığın daha fazla dikkate alınması; ABD’nin askeri gücünün baskın rolünün, dönüşüm için Müslüman ülkelerin (burjuva-gerici) ‘iç dinamiklerinin’ harekete geçirilmesine vurgu yapan bir yaklaşım ile dengelenmesi biçiminde değişiklikler yer aldı. Fakat, gerek Mısır ve Suudi Arabistan’ın işbirlikçi rejimlerinin daha baştan karşı çıkışları, gerekse rakip emperyalistlerin ABD politikaları doğrultusunda bir ortaklığa yanaşmamaları, BOP’un bu ikinci aşamasının da, ABD’nin karşı karşıya kaldığı açmazları gidermesini önleyen etmenler oldu. Dahası BOP, Irak ve Afganistan’daki direnişler ile Ortadoğu halkları ve dünya çapında ezilenlerin mücadelelerinin önlenemez yükselişine çarpmaya devam etti.

Irak’ta, Mart 2003’ten bu yana, işgalden kaynaklanan nedenlerle 650 binden fazla Iraklı insanın öldüğü iddia ediliyor. ABD’nin askeri kayıpları ise, 3 bin ölü ve 20 bin yaralı düzeyine ulaştı. Direnişin gücü ve çapı gün geçtikçe büyüyor; Irak’ın batısında, Ramadi gibi kentlerde tümüyle hakimiyet kuracak bir noktaya varıyor. Saddam Hüseyin’in yakalanması ve asılması da, Zerkavi’nin öldürülmesi de direnişin gelişme ivmesini düşüremedi. Sadr’a bağlı Şii güçleri ile işgalci emperyalistler arasında yeniden silahlı çatışmalar yaşandı. Sadr milisleri Amara’nın kontrolünü ele geçirdiler. Sadr yanlısı milletvekilleri ayrılmış oldukları hükümete tekrar girseler de, Mehdi Ordusu ABD’nin tasfiye etmeyi hedeflediği güçlerden biri durumunda. Şiiler arasında da politik bir yarılma meydana geliyor; silahlı direnişte yer almayan Şiilerin giderek büyüyen bir bölümü de, emperyalist işgalin artık son bulmasını dillendirmeye başladı.

2004’te, İstanbul’da düzenlenen NATO toplantısından ABD’nin çıkarabildiği tek karar, “Irak güvenlik güçlerinin, NATO üyesi ülkeler tarafından Irak toprakları dışında eğitilmesi” idi. Ardından, İspanya ve İtalya da, her iki ülke halklarının emperyalist işgal ortaklığına artan tepkisinin hükümetlerin değişimine yol açmasıyla birlikte, Irak’tan askerlerini çektiler.

ABD, bir yandan, Şiiler için kutsal olan Askeriye Türbesi’nin bombalanmasından başlayarak, provokasyonlarla Şiiler ve Sunniler arasında mezhep çatışmalarını kışkırtmaya, böylece direnişin zayıflamasına ve yönetilebilir bir durumun ortaya çıkmasına uğraşıyor. Saddam’ın idam ediliş biçimi de mezhep savaşı kışkırtmalarına kan taşıyor. Öte yandan, Irak’ın Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında üçe bölünme olasılığının tartışılmaya başlaması, ABD’nin emperyalist planını çıkışsızlığa doğru sürüklenmesinden doğuyor. İşgalci Amerikan güçleri, Irak’ın bütününde tutunamadıkları durumda, hiç değilse Güney Kürdistan’da üslenmeyi hesaplıyorlar.

Irak işgalinin, dünya halkları nezdinde çoktandır hiçbir meşruiyeti kalmamış durumda. Ve silahlı direniş, her geçen gün daha çok sempati toplar hale geliyor. Yüz binler ABD’nin neredeyse bütün kentlerinde, Irak işgalinin sürdürülmesine karşı gösteriler düzenliyor ve ABD askerlerinin geri çekilmesini istiyorlar.

2006 sonbaharına gelindiğinde, İngiltere Genelkurmay Başkanı’nın İngiliz ordusunun Irak’tan çekilebileceğinden bahsetmesinin ardından, ABD hükümetinden çeşitli yetkililer de, Irak politikasının başarısızlığa uğradığını itiraf etmeye başlamışlardı. Irak savaşının ve BOP’un mimarlarından Richard Perle’nin ağzından “Irak’taki şiddetin boyutu, gerçekten korku verici. Kötülüğün bu boyuta ulaşacağını tahmin edemedim... Zamanında geleceği, bugün bulunduğumuz noktayı görebilseydim ve bana o zaman ‘Irak’a girmeli miyiz’ diye sorsalardı, ‘Hayır, Saddam Hüseyin’in yönelttiği tehdide karşı başka stratejiler düşünelim’ derdim”(6) sözleri dökülüyordu. ABD Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Haas ise şunları söylüyordu: “‘Kazanılabilir’ kelimesinin bir anlamı varsa, Irak’taki durum kazanılabilir değil. O yüzden şimdi yapmamız gereken, kayıpları ve bedelleri azaltmanın bir yolunu bulmak, bölgedeki diğer cephelerde ilerlemeye çalışmak ve Irak’taki çöküşü sınırlamaya gayret etmek ”(7) Son olarak, James Baker ve Lee Hamilton başkanlığındaki Irak Çalışma Grubu raporunda da, ABD işgali için “çöküş” ve “felaket” gibi kavramlar kullanıldı.

ABD, Irak’ta yönetemiyor. Kasım ayında düzenlenen ABD Temsilciler Meclisi ve Senato seçimlerinin sonucu ile Savaş Bakanı Donald Rumsfeld’in istifası, ABD-İngiltere emperyalist koalisyonunun işgal politikasının dikiş tutmadığının kesin bir ilanı oldu.

ABD ve NATO işgali altındaki Afganistan’da, Karzai hükümeti halen Kabil dışına çıkamıyor. Afganistan’ın güneyi büyük oranda Taliban güçlerinin egemenliği altında. İşgal ordusunun hakimiyet alanı ise giderek daralıyor. Kabil’in de düşebileceğinin korkusunu duyan Karzai, Taliban lideri Molla Ömer ile görüşmeye hazır olduğunu açıkladı. Büyük askeri kuvvetlere dayanarak bir üstünlük kurma arayışındaki ABD, NATO askerlerini Kabil dışında da savaşmaya yöneltti. NATO, Ağustos’tan itibaren güneyde ve Ekim’den beri de doğuda, Pakistan sınırında savaşıyor. Fakat, böylece Afganistan’ın bütününde savaşa sürülmüş olan işgalci askerler, sadece İngiltere, Kanada ve Hollanda birliklerinden oluşuyor. NATO’nun son olarak gerçekleştirdiği Letonya-Riga toplantısında da, NATO üyesi diğer ülkeler, ABD’nin ek askeri güç talebini karşılamaya uzak durdular. Pakistan topraklarında da Taliban’a yönelik doğrudan askeri saldırılar gerçekleştirmeye başlayan ABD’nin, bundan önce Pervez Müşerref rejimini “Pakistan’ı bombalayarak taş devrine döndürmek” ile tehdit etmiş olduğu dünya basınına yansımıştı. ABD Afganistan’da da yönetemiyor ve tam bir bataklığa saplanıyor.

Lübnan’a yönelik İsrail saldırısı, bu ülkedeki en önemli direniş gücü olan Hizbullah’ı ezme ve Lübnan’ı ABD vesayeti altına alma hamlesi olduğu gibi, İran’a karşı tırmandırılacak saldırganlığın da ilk denemesiydi. Lübnan direnişinin İsrail’i yenilgiye uğratması, ABD ve İsrail’in planını bozdu. Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi işbirlikçi devletlerin Hizbullah’a karşı İsrail yanlısı tutum almaları, Arap halklarının öfkesinin artmasına ve işbirlikçi rejimlerin tecrit olmuşluklarının derinleşmesine yol açtı. Büyüyen politik gücünün hükümete yansımasını isteyen Hizbullah, bir ulusal birlik hükümeti kurma çağrısı yaparak ve onu destekleyen 6 bakanın hükümetten istifa etmesiyle, Lübnan’ın mevcut yasal-siyasi yapısını değiştirmeye yöneldi. Gerçekleşmesinden iki ay sonra Suriye’nin Lübnan’daki askerlerini çekmek zorunda kalmasına neden olan Şubat 2005’teki Refik Hariri suikastına benzer bir provokasyon, bu kez Savunma Bakanı Pierre Cemayel’in suikast sonucu öldürülmesiyle sahneye konuluyor. Böylece, politik inisiyatifi ele almış olan Hizbullah ile İran ve Suriye, Lübnan’da ve uluslararası alanda hedefe oturtulmak isteniyor. Sünni, Hristiyan ve Dürzi egemenlerinin işbirlikçi güçlerinden oluşan 14 Mart Hareketi, politik tabanı büyük ölçüde daralmış ve yüzbinlerin göstericileriyle sarsılan bir hükümeti ayakta tutmak için iç savaş kışkırtıcılığına girişiyor. Fakat ABD-İsrail saldırganlığının ve “BM Barış Gücü” işgalinin kıskacındaki Lübnan’da, halkın büyüyen direnişinin önü alınamıyor. Beyrut, tarihinde hiç görmediği, Lübnan’ın tüm inanç, mezhep ve halklarından 2.5 milyonluk dev bir kitlenin gösterisiyle sarsılıyor.

Gazze’de bir İsrail askerinin kaçırılmasından sonra, Filistin halkına yönelen ağır İsrail saldırısı, savaşı yeniden kitlesel katliamlar düzeyine vardırmıştı. Evimiz İsrail Partisi’nin hükümete dahil olmasıyla da, siyonist saldırganlığın tırmandırılacağının işareti verilmişti. İsrail’in Beyt Hanun’da gerçekleştirdiği kitle katliamının BM’de kınanmasını veto eden ABD, siyonist terörün arkasında durduğunu ilan ediyordu bir kez daha. Hamas’ın seçim zaferinden ve hükümet olmasından bu yana, uygulanan katı ablukaya rağmen Filistin halkının direniş iradesi kırılamadı. Abluka altında tüm ekonomik ve mali kaynaklardan yoksun kalmanın bir iç politik krizi tetiklemesi, Gazze Şeridi’ndeki geçici ateşkes ve Hamas’ın politik hegemonyasının zayıflamasına yol açacak yeni bir hükümet kurma girişimleri, Filistin’de direnişçi güçler ile El Fetih liderliğinde somutlaşan “ABD barışı”na eklemlenenler arasında büyük bir yarılmayı hazırlıyor. Fakat Filistin halkının köleleştirilmesine dayanan “ABD barışı” yürümüyor, 3. İntifada mayalanıyor.

Nükleer enerji programını engellemek için İran üzerinde uluslararası baskı kurmaya çalışan ve savaş tehditleri yağdıran ABD emperyalizmi, Irak’ta yüz yüze kaldığı açmazlar nedeniyle, İran’a karşı olası bir askeri saldırıyı şimdilik ertelemiş görünüyor. Fakat bunun yanında, Azeri, Beluci ve Kürt ulusal hareketlerini yedekleyerek molla rejimini devirme hesapları yapıyor. Nükleer enerji programına devem eden İran ise, füze denemeleri ve askeri tatbikatlarla hazırlık içinde olduğunu gösteriyor. İran, Rusya ve Çin’le imzalamış olduğu petrol ve enerji anlaşmaları sayesinde, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesinden doğan uluslararası bir manevra imkanı elde ediyor. Rusya, Çin, Fransa ve Almanya, İran’a Amerikan askeri müdahalesine karşı bir konumu alıyorlar. Sadr güçleri, hükümette bulunan Şii örgütlenmeleri ve Bedir Tugayları ile ilişkileri üzerinden, İran, Irak’ta politik inisiyatif kazanıyor. Ve Irak’ın yanı sıra, Lübnan’da Hizbullah ve Filistin’de Hamas ile politik teması, İran’ın ABD saldırganlığı karşısındaki pozisyonunu güçlendiriyor.

Faşist Bush hükümeti tarafından “şer ekseni”nin diğer bir devleti olarak anılan Suriye, Hariri suikastının soruşturulması aracılığıyla politik ve diplomatik baskı altında tutuluyor. Fakat İran’la birlikte Irak’ta politik inisiyatif olma girişiminde bulunan ve Lübnan üzerinde yeniden etkinliğini arttıran Suriye de, ABD şantajlarına boyun eğmiyor.

Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi işbirlikçi rejimlere sahip Arap ülkelerinde, halkların ABD emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı nefreti ve mücadelesi büyüyor. Suudi Arabistan, El Kaide eylemleriyle sarsılıyor. Filistin seçimlerinde Hamas’ın ve Mısır seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in artan politik güçleri, BOP’un kaçınılmaz bir çelişkisini belirginleştiriyor: ABD, Müslüman-Arap ülkelerin emperyalizme yeni tipte ekonomik ve siyasal entegrasyonunu sağlama amacına bağlanan seçimler istiyor, fakat seçimler, istenmeyen radikal siyasal İslamcı güçlerin yer yer etkinliklerini arttırmalarına yol açıyor.

Özetle ortaya konulan tablo şuna işaret ediyor:

ABD, Irak’tan başlayarak bir siyasal yenilgiye uğramıştır. Emperyalist savaş suçlularının ağızlarından dökülen itiraflar, savaş iradelerinde ve kararlılıklarında bocalama belirtileri anlamına gelmektedir. Böylece siyasal yenilgi, ABD’nin Ortadoğu’da askeri yenilgisinin de koşullarını hazırlamaktadır. Halkların direnişine çarpan BOP; amaçlanan rotada ilerleyememiş ve bir çöküş sürecine girmiştir. Son ABD seçimleri de, işte bu yenilginin tescil edilmesine sahne olmuştur. Seçimlerde Cumhuriyetçi Parti’nin önemli oranda oy kaybetmesini, ABD’nin saldırgan dış politikasına ve Irak işgaline karşı halktaki tepkinin artmasıyla, Amerikan askerlerinin işgal edilen ülkelerden geri çekilmesi talebinin büyümesiyle açıklamak gerekir. Ayrıca, emekçilerin yaşam koşullarındaki artan kötüleşme ve sosyal hakların tırpanlanması da, faşist Bush çetesinin seçim hüsranına uğramasında etkili olmuştur. Seçimlerden hemen birkaç ay önce de, ABD’de yüzün üzerinde kentte emperyalist işgal karşıtı içeriğe sahip kitlesel protesto gösterileri düzenlenmişti. Ve seçim sonuçları, Irak işgalinin ve ABD’nin karşı karşıya kaldığı siyasal yenilgi halinin, halkta derinleşmekte olan bir bölünme yarattığına işaret etti. Fakat daha etkin ilerici bir politik kuvvetin belirginleşememesi, gerçekte emperyalist stratejinin bir başka savunucusu olan Demokrat Parti’nin oylarının artmasını getirdi.

Aldığı siyasal yenilgi ve seçimin ortaya çıkardığı yeni iç-politik dengeler, ABD’nin Irak’ta ve Ortadoğu’da artacağı adımları yeniden belirlemesini zorunlu kılıyor. Nitekim, yürütülen tartışmalar ya da Irak Çalışma Grubu’nun raporu, bu yeniden belirleme sürecinin unsurlarıdır.

Richard Haas, yukarıda sözü edilen röportajda söyle diyor: “Tehlike, bir Irak Sendromunun hasıl olması... Tehlike, ABD’nin artık başka yerlere müdahale edemeyecek kadar yorulması; sütten ağzı yanıp yoğurdu üfleyerek yemesi. Dünyanın ABD’ye ihtiyaç duyduğuna şüphe yok. Aktif olmaya devam etmeliyiz, sadece başkaları için değil, kendimiz için de. Küreselleşme çağında kendi içimize dönemeyiz. Yoksa dünyada kötü şeyler yaşanır” Faşist Bush çetesiyle ve “neo-conlar” ile yolunu ayırdığını belirten Francis Fukuyama ise, “ABD’nin Vietnam’dan sonrakine benzer bir diğer geri çekilme sürecinden geçmesi çok kötü olacaktır. ABD, dünya siyasetinde büyük tutkulardan vazgeçemeyecek kadar büyük, zengin ve etkili olmaya devam etmektedir”(8) diye buyuruyor. Fukuyama, “Uluslararası işbirliğine, yeni uluslararası kurumlar şekillendirmeye, ulus inşasına ağırlık vermeyi” öğütlerken, ABD askeri gücü için, “Süratle ve kesin biçimde konuşlandırılabilir olmalıdır; kullanımı, bazı durumlarda ulusal egemenliklerin ihlal edilmesini gerektirecektir ve bazı durumlarda da önceden müdahaleyi gerektirebilecektir”(9) tanımlamasını yapıyor.

Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki fark, BOP’ta ifadesini bulan emperyalist amaçlara ve stratejinin ana çizgilerine dair değil, yönteme ilişkindir. ABD, mutlak bir yenilgi anlamına gelecek şekilde Irak’tan çekilmekten kesinlikle kaçınacaktır. Dahası, onun Ortadoğu’daki stratejik çıkarları, askeri güçlerini ne pahasına olursa olsun bölgede tutmasını zorunlu kılmaktadır. Ve emperyalist işgalcilerin geri çekilmelerinin, ancak savaşarak ve onları kovarak gerçekleştirilebildiği tarihin bütün örneklerinden bilinmektedir. ABD, Irak ve Afganistan’daki işgalleri, Ortadoğu’da stratejik müdahale girişimlerini sürdürmek için her yolu deneyecektir.

Bugün, Büyük Ortadoğu Projesi; yeni bir aşamaya, “Yeni Ortadoğu” söyleminde yansıtılan üçüncü aşamaya geçmiştir. ABD emperyalizmi siyasal yenilgi halinden çıkmak ve açmazlarını çözerek bölgeye ilişkin emperyalist stratejisini ilerletmek için politik-taktik mevzilenmesinde değişiklikler yapacaktır. Fukuyama ya da Haas gibi emperyalist ideologların sözlerinde veya Irak Çalışma Grubu’nun raporunda bu zorunlu değişikliklerin izi sürülebilir. Tüm bunlar, Nikaragua devrimine karşı yürütülen kontrgerilla savaşının yöneticiliğini yapmış ve yeni savunma bakanı olan Robert Gates eliyle, ABD’nin askeri stratejisine de uyarlanacaktır. ABD’nin Irak politikasında ve BOP’un yeni aşamasında gündeme gelecek olası manevralar şöyle görünmektedir:

Almanya, Fransa ve Rusya başta olmak üzere, emperyalist ülkelerle uzlaşma ve işbirliği arayışı gelişecek; bu işbirliği, petrol ve enerji kaynakları üzerindeki egemenliğin paylaşılmasını kapsayacaktır. NATO, Riga toplantısında kabul edilen ve “dünyanın tüm köşelerine, uzun süreler için olağanüstü kuvvetler gönderilmesi” hedefini, “terörizm” ve “istikrarsız ülkeler” şeklinde kavramlaştıran tehdit algılamalarını ve “Acil Müdahale Gücü”nün işlevlendirilmesini içeren “Kapsamlı Siyasal Yönerge”de yansıtıldığı gibi etkinleştirilecektir. İran ve Suriye ile görüşmeler ve geçici anlaşmalar yoluyla Irak’ta direnişin zayıf düşürülmesi ve işbirlikçi hükümetin tabanının genişletilmesi hedeflenecektir. Nitekim, James Baker’ın İran ve Suriye rejimlerinin temsilcileriyle bu yönlü görüşmeler yaptığı bilinmektedir. Irak için bir uluslararası konferans toplanması da imkan dahilindedir. İran ve Suriye’ye karşı olası askeri saldırı planları ertelenecek, ama bu rejimler ayakta kaldığı müddetçe gündemden çıkmayacaktır. Özellikle nükleer silah rezervine sahip olacak İran’daki molla rejiminin devrilmesi, ABD’nin temel bir hedefi olmaya devam edecektir. Irak’ta işbirlikçi hükümetin ve ordunun gücünün gelişmesine paralel olarak, Amerikan işgal kuvvetlerinin bir bölümünün geri çekilmesi gerçekleşse dahi, ABD, Irak’taki askeri üslenmesinden vazgeçmeyecektir. Irak Çalışma Grubu raporunun sunduğu plan, geri çekilme görünümüne karşın, en az 40 bin askerden oluşan bir kuvveti, muharebe amaçlı olmasa da Irak ordusuna destek amaçlı işlevlendirmeyi ve inşa edilmekte olan yeni ve büyük askeri üslerde konumlandırmayı öngörmektedir. Dahası, kısa vadede işgalci ordunun 50 bin askerle takviye edilmesi tartışılmaktadır. Irak’ın politik yapısının ise, Şii, Sünni ve Kürt bölgelerine göre yapılanan gevşek bir 3’lü federasyon olarak şekillendirilmesi tasarlanmaktadır. Afganistan’da daha büyük askeri kuvvetlerle işgal boyutlandırılacaktır. ABD, Filistin halkının iradesini kırmaya ve onu köleci bir “ABD barışı”na razı ederek masaya oturtmaya zorlayarak, bunun için Siyonist İsrail terörünü desteklemeyi sürdürecektir. Lübnan’da emperyalist işgal kuvvetlerine ve iç savaş kışkırtmalarına dayanarak Hizbullah’ı etkisizleştirme denemeleri yapacaktır.

BOP’un bu üçüncü aşamasının, yani “Yeni Ortadoğu” planının önceki aşamadan başlıca farkı, diğer emperyalist devletlerle işbirliği arayışına, Irak ve Afganistan’da “ulus inşası”na, Ortadoğu ülkelerinde değişim için burjuva iç dinamiklerin dolaysız teşvikine somut biçimlerde girişilecek olmasıdır.

Emperyalizmin Müslüman-Arap coğrafyasını yeniden sömürgeleştirme programı ve stratejisi çıkmaz sokaktadır. BOP çökmüştür. Onun yeni baskısı da, akıbetini değiştiremeyecektir.

Fakat BOP’a ruhunu veren yeniden sömürgeleştirme programı emperyalist sistemin nesnelliğinden kaynaklandığı için, bu program -BOP’la veya başka bir stratejiyle- her durumda yürürlükte olmaya devam edecektir. Yakın geleceğin siyasi gelişim eğrisinin ise Irak, Lübnan, Filistin ve Afganistan direnişlerinin ABD’yi zorlamayı sürdürmesi, İran ve Suriye’nin şantaj ve tehditlere boyun eğmemesi, işbirlikçi Arap rejimlerinin daha da sarsılması, ABD’de ve dünyada emperyalist işgallere karşı mücadelenin ve enternasyonal kitle hareketinin büyümesi yönünde olması son derece muhtemeldir.

BOP Ve Türkiye

BOP, “modern İslam ülkesi” olarak tarif ettiği Türkiye’ye, Ortadoğu’da “model ülke” rolü biçmektedir. Müslüman-Arap halkların toplumsal dokusunu başkalaşıma uğratmanın önde gelen bir aracı olan “ılımlı bir İslam” anlayışının yayılmasında, Türkiye önemli bir üs olarak görülmektedir. Bu bakımdan ABD’nin Türkiye’deki başlıca iki dayanağı ise AKP ve Fethullah Gülen Cemaati’dir. Hem AKP hem de Fethullah Gülen, BOP’a angaje edilmiş bir “ılımlı İslam”ın taşıyıcılığını yapmaktadırlar. Bu kesimlerin bölgedeki ekonomik ve siyasal ilişkileri, Türkiye’nin İslam Konferansı Örgütü’ndeki konumu, İslamiyet’i yeniden yorumlama tartışmaları, Abant Platformu vb. -bunların tümü, bölgenin yeniden sömürgeleştirilmesi için Müslüman-Arap ülkelerin BOP tipi dönüşüme tabi tutulması girişimleridir. Tayyip Erdoğan ya da Abdullah Gül, Ortadoğu devletlerinin temsilcileriyle yaptıkları her görüşmede toplumsal değişim zorunluluğunu vurgularken, Fethullah Gülen, BOP’la uyumlu yeni bir İslam ideolojisini teorize etmekle uğraşmaktadır.

Türkiye’de askeri bürokrasi de BOP’a angaje edilmektedir. Afganistan’a, Irak’a, Lübnan’a gönderilen Türk ordu birlikleri, bu ülkelerin işgalinde ABD’nin ve İsrail’in bekçiliğini yapmaktadır. Başta İncirlik Üssü, ayrıca birçok havaalanı ve liman ABD’nin sınırsız kullanımına açılmıştır.

Türk burjuva egemen sınıfları ile ABD’nin bölgeye dönük stratejisi ve politikaları arasında önemli çelişkiler de mevcuttur. Bu çelişkiler başlıca üç ana konuda toplanmaktadır. Birincisi, Kürt sorunu nedeniyle, gerek Kuzey Kürdistan’da uygulanmakta olan geleneksel faşist inkarcı devlet politikasına ilişkin olarak, gerek Güney Kürdistan’ın statüsüne dair ve gerekse Kürt ulusal mücadelesinin ezilmesi amacıyla İran ve Suriye ile geliştirilen ittifak bağlamında çelişkiler gün yüzüne çıkmaktadır. İkincisi, halklarımızın emperyalizme ve ABD’ye öfkesi, Türk egemen sınıflarının ABD ile işbirlikçi ilişkisini zorlamakta; örneğin AKP, ABD işbirlikçiliği ile geleneksel İslami tabanının anti-Amerikan şekillenişi arasında ip cambazlığı yapmak zorunda kalmaktadır. Üçüncüsü, Türkiye’nin emperyalist dünya sistemine yeni tipte ekonomik ve siyasal entegrasyon zorunluluğu karşısında, ayaklarının altındaki iktidar zemini kaymakta olan faşist-statükocu blok yani generaller ve Kızılelmacılar, sahte antiemperyalist nutuklarla bu duruma itiraz etmektedirler.

Tüm bu çelişkilere karşın, sermaye oligarşisi de, AKP de, generaller de ABD işbirlikçisi bir konumdan uzaklaşmıyorlar ve uzaklaşamazlar da. BOP için askeri bir üs, siyasi ve ekonomik bir yayılma basamağı ve bir yeniden sömürgeleştirilme alanı olmak dışında bir alternatife sahip değiller. Türk egemen sınıflarının hiçbir kliğinin, ABD karşısında bağımsız hareket etme ve sözde “ulusal” bir çizgi izleme yeteneği de, gücü de yoktur. Süreç, söz konusu çelişkilerden doğan iç çatışmalar ve uluslararası gerilimlerle ilerleyecek olsa da, işbirlikçi burjuvazi ve faşist devlet, ABD’nin siyasi-askeri taşeronu rolünü oynamaya devam edecektir. BOP’a ve ABD emperyalizmine karşı mücadele, Türkiye’de de önümüzdeki dönemin temel bir gündemi olacaktır.

Halklar Ve Mücadele

Ortadoğu’da ABD-İsrail saldırganlığına karşı direnişin en etkin güçleri, öncelikle siyasal İslamcı radikal örgütler ve ardından Arap milliyetçisi akımlardır. Hâlihazırda böyle olması da anlaşılır bir durumdur. BOP’a göre devrilmeleri hedeflenen İran ve Suriye rejimlerinin bölgedeki varlığı, bu güçlerin etkinliğine önemli bir dayanak sağlamaktadır. Müslüman ve Arap halkların sosyal yapısı ve gelenekleri ve ABD-İsrail saldırganlığının “Haçlı Seferi” ile özdeşleşmiş görünümü, bu etkinliğin kendini sürekli yeniden üretmesine toplumsal zemin oluşturmaktadır. Hepsinden önemlisi, emperyalist işgale ve saldırganlığa karı en şiddetli savaşıma giren akımların arkasında, doğaldır ki, halkların en büyük bölümü birikmektedir. Vurgulanan bu son gerçeğin bir başka çarpıcı görünümü, Hizbullah’ı destekleyen on binlerce Lübnanlının Beyrut sokaklarında Chavez’in seçim zaferini kutlamasıdır. ABD emperyalizmine karşı dişe diş bir savaşım kararlılığı ve pratiği, Ortadoğu halklarının mücadele dinamikleriyle buluşmanın başta gelen koşuludur.

ABD-İngiltere-İsrail eksenine karşı direnen siyasal İslam ve Arap milliyetçiliği, emperyalizme karşı mücadelede bugün için tuttukları önde gelen yere karşın, yapısal sınırlılıklar taşıyorlar. Sınırlılıkları, bütün bir emperyalist dünya sistemine karşı dövüşme perspektifine ve dolayısıyla bir toplumsal kurtuluş projesine sahip olmamalarından kaynaklandığı gibi, politik açıdan da, siyasal İslamcıların mezhepsel bölünmüşlük nedeniyle ve Arap milliyetçiliğinin iktidarda bulunduğu ülkelerde halkları ezen gerici-despotik karakteri nedeniyle halkları ve bütün direniş odaklarını geniş ölçüde birleştirme yeteneğinden yoksun olmalarından ileri geliyor.

Emperyalizmi yenilgiye uğratmayı başaracak tutarlı bir antiemperyalist mücadelenin geliştirilmesi ve bunun tüm politik aktörlerinin ve halkların birleştirilmesi ancak devrimci ve komünist güçlerin önderliğinde mümkündür. Ve böyle bir devrimci önderliğin gelişmesinin olanakları, Ortadoğu halklarının büyüyen direnişinde mayalanmaktadır.

Komünistler, antiemperyalist mücadelenin programını ve perspektiflerini, iktidarı aldıktan sonra da, ulusal sınırlar ve mevcut ulus-devletler çerçevesinden bakarak şekillendiremezler. Ortadoğu’da Arap, Fars, Türk, Kürt ve diğer halkların emperyalizme karşı birleşmelerini temel alan bir mücadele, halkların demokratik ve sosyalist federasyonunu program edinmelidir. Ortadoğu’nun ezilenlerini kurtuluşa götürecek en elverişli zemin, bölgedeki emperyalist tahakkümün ve tüm gerici rejimlerin yıkılmasına, halkların eşit ve gönüllü birliğine dayanan Demokratik Ortadoğu Federasyonu’nun kurulmasıyla oluşacaktır.

Halkların BOP’a vereceği karşılıktır, Demokratik Ortadoğu Federasyonu. Bu, Ortadoğu halklarının devriminin ürünü olacak, emperyalist sömürgeciliğin ve bütün gerici devletlerin yerle bir edilmesiyle doğacaktır.

Böyle bir programın ve emperyalizme karşı güncel politik mücadeleyi güçlendirmenin en önemli ihtiyacı, savaşımı uluslararası düzeyde örgütlemektir. Ortadoğu’da tek bir ülke halkının mücadelesi, emperyalizmin bölge çapındaki hakimiyetini yenilgiye uğratamaz.

Bunun için enternasyonal bir mücadele ve örgütlenme gerekir. Ortadoğu, emperyalizme karşı mücadelenin temel bir ekseni durumundadır. Ve Ortadoğu’daki mücadelenin en etkili müttefiki, bir diğer temel ekseni oluşturan Latin Amerika ezilenlerinin büyüyen antiemperyalist hareketidir. Ya da ABD halkındaki politik bölünme, onun için önemli bir yedek durumundadır.

Emperyalizme karşı Ortadoğu’da enternasyonal bir mücadele ve örgütlenme nasıl şekillenecektir?

Antiemperyalist mücadelenin bölgesel stratejisinin odağında, bölgedeki devrimci ve komünist güçlerin birleşik bir mevzi edinmeleri durmaktadır. Devrimci ve komünist güçlerin stratejik ittifakının hedefinde bütün emperyalist ve gerici devletlerin egemenliklerinin yıkılması duracaktır. Ve bu, Ortadoğu’da demokratik ve sosyalist federasyonlar amacına bağlanacaktır. Böyle bir uluslararası devrimci birlik, halkların emperyalizme karşı politik cepheleşmesinin ve tüm direnişçi kuvvetlerle başarılı taktik ittifaklar yapılabilmesinin de merkezinde bulunmaktadır.

Bölge çapında ya da yerel düzeydeki taktik ittifaklar, politik amaçlara bağlanacaktır. Politik amaçlar ise başta ABD, İngiltere, İsrail ve NATO olmak üzere, emperyalist işgal güçlerine ve işbirlikçilerine karşı direniş ve mücadele safında bulunmakla tanımlanır. Ve taktik ittifak politikasının başarısı, ‘an’ın ihtiyaçlarına yanıt veren bir esneklik ve değişkenlikle ele alınmasından geçer. Birbirine düşman sayılabilecek ideolojilerin, somut politik amaçlarda ortaklaşmaya bağlı olarak yan yana gelmeleri -ve ittifak yapan güçlerin bileşiminde, bir sonraki adımda muhtemel değişimler olması- Ortadoğu’da emperyalizme karşı cepheleşmenin politik mantığı kapsamındadır. Dolayısıyla, siyasal İslamcı ve Arap milliyetçisi direnişçi örgütler, bölgesel bir antiemperyalist taktik ittifakın doğrudan muhatabı olabilirler.

Filistinli, Türkiyeli ve İranlı güçlerce Ortadoğu Antiemperyalist Koordinasyonu’nun kurulması ya da Beyrut’ta toplanan Lübnan Halkıyla Dayanışma Konferansı türü girişimler, Ortadoğu’da halkların emperyalizme karşı cepheleşmesini hazırlayan adımlar olarak görülmelidir. Uluslararası düzeyde konferanslar, koordinasyonlar, eylem birliği örnekleri, eş zamanlı ve aynı somut hedefe sahip hareketler, dayanışma eylemleri gibi adımların tümü antiemperyalist cepheleşmenin araçları şeklinde değerlendirilmelidir. Her ülkede ABD askeri üslerine, emperyalistlerle ikili ve çok taraflı anlaşmalara, egemen sınıfların ve hükümetlerin işbirlikçi politikalarına veya asker göndererek emperyalist işgallere ortak olmalarına karşı mücadeleler, büyük iç-politik önem taşımanın yanı sıra, halklarının emperyalizme karşı enternasyonal mücadelesinin bileşenleri olarak ele alınmalıdır.

Dipnotlar

1- Bkz. Haluk Gerger, Kan Tadı, Ceylan Yayınları, s. 467-468

2- Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Sabah Kitapları, s. 31

3- Age, s. 177-178

4- Bkz. “Büyük Ortadoğu Girişimi” Taslak Metni, Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji, Araf Yayıncılık

5- Aktaran Haluk Gerger, ABD-Ortadoğu-Türkiye, Ceylan Yayınları, s. 520 (Bush’un 17 Eylül 2002 tarihli “Birleşik Devletler’in Ulusal Güvenlik Stratejisi” raporunun sunuş mektubundan aktaran Rashid Khalidi)

6- Richard Perle’nin 4 Kasım’da Vanity Fair dergisiyle yaptığı röportajdan aktaran Cumhuriyet Gazetesi.

7- Richard Haas’ın 13 Kasım’da Der Spiegel ile yaptığı röportajı yayınlayan Radikal Gazetesi

8- Francis Fukuyama, Neo-Conların Sonu, Profil Yayıncılık, s. 183

9- Age, s. 191

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi