Avrupa Birliği Türkiye İlişkilerinde 3 Ekim Gerçeği: Büyük Balık Küçük Balığı Yutar

3 Ekim’le birlikte Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki ilişki, yeni bir mecraya girmiştir. Her ne kadar bu yeni mecranın rotası, Türkiye’ye müzakere tarihinin verildiği 17 Aralık 2004’te çizilmişse de 3 Ekim, bunun belgelendiği ve resmileştiği bir tarih olarak kayıtlara geçmiştir.

Yıllarca kapısında bekledikten sonra sonunda o kapıdan içeriye bir adım atmış olmak, hiç kuşkusuz ki Türk egemen sınıfları bakımından oldukça önemli. Müzakere Çerçeve Belgesi’nin Türk burjuvazisinin çeşitli klikleri arasında yarattığı bütün tepkilere ve rahatsızlıklara rağmen, sermaye oligarşisinin sonuçtan memnun olduğu da aşikar.

Hani ‘azmin elinden bir şey kurtulmaz’ derler ya! Türk işbirlikçi tekelci burjuvazisi de azminin karşılığını, AB’ye aday üyeliğinin artık resmiyet kazanmasıyla almış oldu.

Gerçekten de Türkiye’nin AB macerası, böylesine “azimli” bir süreç. Türkiye’nin, 1959’da -o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan birliğe, ortaklık başvurusu ile başlayan ve 1963’te başvurunun kabulü, 1964’te Gümrük Birliğini öngören Ankara Anlaşmasının imzalanmasıyla devam eden AB macerası, neredeyse yarım asırdır sürüyor ve hala da ‘ucunun nereye çıkacağı’ (Müzakere Çerçeve Belgesi’nin diliyle ‘ucu açık’ bir süreç olarak) henüz netleşmemiş bir yolda devam ediyor.

Genişlemenin ideal adayı derinleşmenin korkulu rüyası

Neredeyse yarım asın bulan ve oldukça da sancılı, inişli çıkışlı geçen bu yolculukta Türkiye yeni bir viraj daha döndü. Ancak bundan sonraki sürecin de oldukça sancılı geçeceği açık.

Bu, AB-Türkiye ilişkilerinin temel bir karakteristiği. Türkiye, AB emperyalistlerinin yuttuğu Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri gibi kolay lokma değil. Tabiri caizse hazmı zor. Hem de oldukça zor. Kolay sindirebilmek için de bir hayli çiğnemeyi gerektiriyor. Türkiye’nin yarım asırdır bekleme koridorunda tutulduktan sonra kapıdan içeri ancak bir adım atmasına izin verilmesi de bundan. Avrupalı emperyalist güçler, Türkiye’yi, mideye indirmeden önce sindirim sisteminin ilk durağı olan ağızda iyice çiğneyip öğütmek istiyor ki, sonra midede hazımsızlık yaratmasın.

AB emperyalistleri, bu niyet ve isteklerini, 3 Ekim’de bir kez daha açıktan belli ettiler. Tam üyelik hedefiyle müzakerelerin başlatılması karan, AB’nin Türkiye’den hiç de vazgeçmek gibi bir niyetinin olmadığını gösterirken; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması şartı, Ermeni sorunu, “demokratikleşme” /Kürt sorunu gibi konularda alınan kararlar ise sürecin hiç de kolay geçmeyeceğine, inişli-çıkışlı seyrini koruyacağına işaret ediyor. Keza serbest dolaşım konusunda sınırlama öngörülmesi ise özel statülü bir üyeliğe dikkat çekiyor. Bir nevi çokça sözü edilen, Türkiye’nin ise duymak dahi istemediği ‘imtiyazlı ortaklığın’ başka biçimde formüle edilişi de diyebiliriz buna. Kısacası Türkiye Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar gibi emperyalist hegemonya ve rekabet merkezlerinin ortasındaki jeopolitik konumuyla, büyük bir iş gücü potansiyeli ve pazar olma özelliğiyle, Avrupa’nın askeri gücüne güç katacak büyük ordusuyla genişlemenin oldukça ideal bir adayı olmasına rağmen, derinleşme denen entegrasyonun da adeta korkulu rüyası olmak gibi bir özgünlüğe sahip. İşte özel statü önerisi, bu çelişkiyi çözen bir formül olarak gündeme geliyor. Yani ‘dahil etmeden nüfuz etme’.

ABD-AB hegemonya mücadelesi ve uluslararası kriz unsuru olarak Türkiye

Kuşkusuz, daha öngörülen en az bir on yıl var. Ve bu süreçte nelerin olacağını da şimdiden kestirmek zor. Köprünün altından daha çok sular geçer ve ilişkilerin seyri ve biçimi de emperyalist güçler arasındaki rekabet ve hegemonya mücadelesinin alacağı biçimler ve gidişatına bağlı olarak daha çok değişebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin üyelik süreci de emperyalist hegemonya mücadelesinin seyri içinde netleşecek, ona bağlı olarak şekillenecektir.

Başından itibaren de bu böyleydi zaten. Sorun, tek başına Türkiye’nin üyeliğe ehil olup olmamasıyla ilgili değildi. Üyelikle ilgili getirilen bütün şartlar, AB’nin Türkiye üzerindeki nüfuzunu güçlendirmeye hizmet ediyordu. “Demokratikleşme” adıyla dayatılan Kopenhag kriterlerinin, başını generallerin çektiği Amerikancı statükocu asker-sivil bürokrasisi kliğinin geriletilmesini hedeflemesi de bundandı; iktidar kurumlan üzerindeki müdahale gücünün zayıflatılmasın!, üzerinde kendini varettiği ideolojik ve siyasi zeminin aşındırılmasını kapsayan siyasi yaptırımlar, AB’nin çıkarlarına uyum planın unsurları olarak devreye sokuldu. Dolayısıyla, Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci, aynı zamanda AB ile ABD arasındaki hegemonya mücadelesinin de bir sorunuydu.

Amerikan emperyalizmi, AB’yi denetim altında tutmak ve birliğin lokomotifi durumundaki Almanya-Fransa emperyalist eksenini kontrol edebilmek, yayılmacı eğilimlerini frenlemek için Türkiye’nin AB’ye girmesini istiyor. Bu bakımdan AB içindeki başlıca emperyalist güçlerden biri olan stratejik ortağı İngiltere’nin yanında ikinci bir güçlü ortağa ihtiyaç duyuyor. Türk burjuva devleti, jeopolitik konumuyla, AB’nin en çok ihtiyacı olan güçlü ordusuyla ve Avrupa’nın hemen hemen en kalabalık nüfusuyla buna uygun bir güç. Diğer taraftan, Almanya-Fransa emperyalist ekseni ise ‘Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, artık Amerikan emperyalizminin liderliği ve korumasına ihtiyaç duymuyor. Yayılmacı-emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyor. Dolayısıyla Amerikan emperyalizminin dünyaya tek başına hakim olma stratejisinin karşısında emperyalist bir odak olarak kendisini tahkim etmeye çalışıyor. AB üzerindeki hegemonik konumuyla bu amaçlarına ulaşmanın hesaplarını yapıyor. Genişleme stratejisi de, bu planın bir parçasıydı. Ancak, genişlemenin öncelikli hedefleri olan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri üzerinde ekonomik bir etkinlik kursa da siyasi bir hegemonya inşa edemedi.

AB içindeki ve AB ile ABD arasındaki bu hegemonya mücadelesi, emperyalist sistemdeki uluslararası krizin de kritik halkasını -ya da ana konusunu oluşturuyor. Uluslararası kriz, bugün kendisini daha çok emperyalist sistemdeki ilişkiler düzeninde gösteriyor. BM, NATO, G8 gibi emperyalist sistemin uluslararası ilişkilerini düzenleyen kurumlar içersinde yaşanan işlev ve işlerlik krizi, bunun bir yansımasıdır. Gelinen aşamada BM, üzerinde anlaşılmış ortak kararlar çıkarmakta hayli zorlanmaktadır. Keza emperyalist güçlerin askeri-politik müdahale gücü NATO da aynı sorunlarla yüz yüzedir. Buna karşılık, AB kendi askeri müdahale gücünü oluşturma, Avrupa çapında ortak bir ‘güvenlik stratejisi’ inşa etme peşindedir. Ancak uluslararası krizin sorunları burada da kendini göstermekte; bu konularda sürecin hızlı ilerlemesini engellemektedir.

Nitekim uluslararası krizin en temel yansıması, AB’nin de başını hayli ağrıtan anayasa krizinde kendini göstermiştir. AB’nin siyasi birliğinin ifadesi olan AB Anayasa’sı Fransa ve Hollanda referandumlarına takılmıştır. AB emperyalistleri, anayasaya karşı ekonomik ve siyasal tepkileri ve bunun ortaya çıkardığı krizi, AB ülkeleri içindeki ırkçı-milliyetçi Türkiye karşıtlığı faktörünü kullanarak aşma hesapları yapmaktadır. Bu da doğal olarak, Türkiye’nin üyelik süreci üzerinde dolaysız bir etkide bulunmaktadır. Diğer yandan AB emperyalistleri, iç kriz unsurlarının giderek birikmekte olduğu bu süreçte -ve önümüzdeki yakın süreçte-, öncelikli olarak kendi içindeki sorunları çözmeye çalışmaktadır. Bu yüzden Türkiye gibi ağır ve krizsel süreçlere açık bir sorunla uğraşmak istemediğinin mesajlarını vermektedir. Müzakere Çerçeve Belgesi üzerindeki yoğun tartışmalar ve ortaya çıkan uzlaşma da bunu gösteriyor. Nihayetinde belgenin, AB-Türkiye ilişkilerinde geçici duraklamalara açık olması da bundandır. Diğer taraftan Türkiye’deki rejimin yapısı ve iç siyasal dengeleri de böylesi krizsel sonuçların ortaya çıkması bakımından oldukça müsaittir. Bu duraklamaları, kendi içinde mevcut olan sorunları çözmek için kullanmak, AB’nin hesapları arasındadır.

Bütün bu tablo gösteriyor ki, emperyalist sistemin uluslararası krizi, Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci üzerinde dolaysız bir etkide bulunurken, aynı şekilde tersinden Türkiye’nin AB’ye giriş sorunu da uluslararası krizin bir konusu ve onu etkileyen faktörlerden birisidir. Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve ideolojik yapılandırılması, emperyalist güçlerin stratejilerinin temel bir unsurudur ve bu konuda AB üyeliği, başat bir rol oynamaktadır.

Ekonomik entegrasyonu güvencelemek için siyasi ve ideolojik yapılandırma ihtiyacı

Türk burjuvazisi ekonomik tercihini, AB’den yana yapmıştır. AB ülkeleriyle olan 40 milyar dolarlık ticaret hacmi de bunu koşullamaktadır. Başını TÜSİAD’ın çektiği sermaye oligarşisi, ekonomik çıkarlarının geleceğini AB’de görmektedir ve ekonomik entegrasyonun gerçekleşebilmesi için siyasi ve ideolojik yapılandırmanın gerekliliğinin de bilincindedir. Ancak bu noktada egemen sınıflar arasında bir görüş ve irade birliğinden sözedilemez. Bu, egemen sınıflar arasında iktidar mücadelesinin alanına girmektedir ve rejimin son on yıllık geçmişine de bu durum damgasını vurmuştur.

Sermaye oligarşisi, AB üyelik sürecini (ki AB’ye üyelik bir devlet politikasıdır ve geride kalan süreç içersinde de ciddi bir kitle desteği almıştır. Dolayısıyla bu, burjuva siyasetinde egemen sınıfların hareket tarzları üzerinde dolaysız bir etkide bulunmaktadır.) ve bunun gerektirdiği ekonomik, siyasal ve ideolojik yapılandırmayı, iktidar üzerindeki inisiyatifini güçlendirmek ve pekiştirmek için etkili bir biçimde kullanmaktadır. AB’ye üyelik süreci, sermaye oligarşisi bakımından statükocu kliğe karşı sırtını yasladığı sağlam bir dayanaktır. AB’ye üyelik konusunda ileri doğru atılan her adım (ya da tersinden AB emperyalistlerinin Türkiye’ye doğru attığı her adım), geçilen her viraj sermaye oligarşisinin inisiyatifini güçlendirmekte, diğer taraftan statükocu güçleri zayıflatmaktadır. 1999’da AB’ye adaylık statüsünün onaylanmasından bu yana da süreç bu eksende ilerlemiştir. 17 Aralık 2004’te üyelik için müzakere tarihinin verilmesinden sonra, 2005 Newroz’uyla birlikte sömürgeci kirli savaşın tırmanışa geçmesi, buna bağlı olarak içte milliyetçi-şovenist reaksiyonun yoğunlaşması ve statükocu güçlerin bu bu milliyetçi-şovenist reaksiyonu arkalayarak, bunu AB karşıtı bir rüzgara dönüştürme çabası, kısmen başarılı oldu ise de bu tür süreçlerin geçici olduğu ve önümüzdeki süreçte de sık sık yaşanacağı, sürecin AB rotasında ve sermaye oligarşisinin inisiyatifinde ilerleyeceği, doğru bir öngörü olacaktır.

Buna karşılık, asker-sivil bürokrasisi kliği ise AB sürecini en az hasarla atlatarak, Amerikan emperyalizminin, -çok bilinen adıyla Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)en son haliyle Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) olan saldırgan stratejisine angaje olarak, iktidar olanaklarını koruma hesapları yapmaktadır. Tam da bu noktada Türkiye, iki emperyalist odak ve strateji arasında durmakta ve bu durumu, kendi lehine bir avantaj olarak kullanmaya çalışmaktadır. Bir elini, Amerikan emperyalizmi ve onun saldırgan stratejisine doğru uzatırken diğer eliyle de AB emperyalistlerinin kuyruğuna sıkı sıkıya yapışmıştır.

‘Soğuk Savaş’ yıllarında “komünizm tehlikesine” karşı emperyalist-kapitalist dünyanın ileri/uç karakolu olarak oldukça işlevli bir rol oynayan Türkiye’nin, bu yıllarda Amerikan emperyalizmine ekonomik ve siyasi bağımlılığı da hayli pekişti. Diğer taraftan AB emperyalistleri, ‘Soğuk Savaşın bitmesinden sonra Türkiye’nin rolünün zayıfladığını varsayarak, önceliklerini, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla boşalan alanlara çevirdi. Emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesinin ağırlık merkezleri olarak Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanların belirginleşmesi, ABD’nin Avrasya stratejisi kapsamında Türkiye’nin öneminin artması, AB emperyalistlerinin geç de olsa Türkiye’yi farketmesini sağladı.

Kürt sorunu başlıca kriz unsuru

Rejimin ve kapitalist düzenin ekonomik, siyasi ve ideolojik yeniden yapılandırılması, kaçınılmaz biçimde egemen sınıflar arasında sürekli bir gerilim durumuna yol açmaktadır. Yeniden yapılandırmaya konu olan; Kürt sorunundan Kıbrıs’ta emperyalist çözüm politikalarına, “demokratikleşme” maskesi altındaki uyum yasalarından azınlıklara yaklaşım konularına, rejimin temel kurumlarının (yargı, YÖK gibi) yeniden düzenlenmesinden bu kuramlardaki kadrolaşma girişimlerine kadar hemen her konu, bu gerilimin unsurları olarak hızla güncelleşmekte ve siyasi krizi krizleri tetikleyen faktörler olarak risk depolanmasına neden olmaktadırlar. Her konu, rejim içindeki iktidar odakları arasında siyasi çatışmanın nedeni olabilmektedir.

Rejimin, bu gerilimli/çatışmalı tablosunun sosyo-politik araka planında ise Kürt sorunu başlıca kriz unsuru olmayı sürdürmektedir. Keza siyasal İslam devrimci hareketin sökülüp atılamayan direnişçi inadı politik özgürlükler kapsamında genişleyen toplumsal talepler, özelleştirme karşıtı kitle mücadelesi, demokratik Alevi hareketi gibi toplumsal hareketler de, Kürt sorunun yol açtığı krizin üzerine binen ve onu ağırlaştıran unsurlardır. Kürt sorunu, rejimin siyasi yapısını bozmaya, ideolojik mayasını çözmeye devam ediyor. Kürt sorununun, Kürt halkının ulusal-demokratik taleplerinin kabulü ekseninde çözülmeyişi, Kürt ulusal hareketinin bu noktada direncini koruması ve silahlı mücadeleyi sürdürme iradesine sahip olduğunu ortaya koyması, AB’ye üyelik süreci üzerinde ciddi basınç yaratıyor. Bu durum, egemen sınıflar arasındaki ilişkileri geriyor ve gerilimleri tetikliyor; bu da yer yer AB’ci burjuva programdan sapmalara yol açıyor.

Diğer taraftan Kemalizmin aldığı darbeler sonucunda (ki burada Kürt ulusal devriminin ve -daha az olmak üzere politik-islamın rolü büyüktür. Son yıllarda bunlara demokratik Alevi hareketi de eklenmiştir) delik deşik olması, birleştirici maya özelliğinin alabildiğine zayıflaması, rejimin bir ideolojik hegemonya krizi yaşaması egemen sınıfların bir diğer açmazı olarak belirginlik kazanmıştır. Burjuvazi, toplumu düzene bağlayacak yeni birleştirici maya olarak AB ideolojisini, bütün olanaklarını kullanarak örgütlemektedir. AB’ci burjuva programı ve ideolojisini, kitlelerin bütün yaşam alanlarına -hücrelerine kadar sokmak için toplumu müthiş bir ideolojik bombardımana tutmakta, bu amaçla başta medya olmak üzere bütün araçlarını seferber etmektedir. Kitlelerde bir ‘Avrupalılık’ bilinci inşa etmeye çalışmaktadır. AB siyasi yaptırımlarını da arkasına alarak rejimi ideolojik olarak yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla bu da egemen sınıflar arasında ciddi sorunlara ve gerilimlere yol açmaktadır. Bu durum, milliyetçi-şovenist reaksiyonları tetiklemektedir.

AB üyelik sürecinden emekçilerin, ezilenlerin payına ne düşmektedir?

AB, bugün Avrupa’daki neoliberal toplumsal ve ekonomik modeli kurumsallaştıran başlıca araçtır. Ezilenlere refah ve demokrasi yalanıyla sunulan AB için Türkiye, genç ve dinamik, büyük ve ucuz bir işgücü cennetidir. Malların, hizmetlerin ve sermayenin sınırsızca dolaşımı için ekonomik yaptırımlar dayatan AB, işgücünün serbest dolaşımına ise sınırlama öngörerek sınırsızca sömürü ve yağmadan, dünya üzerindeki emperyalist çıkarları için önemli bir sıçrama tahtası, güçlü bir dayanak yaratmaktan başka amacı olmadığını net bir biçimde ortaya koymuştur. İşçi ve emekçiler için AB, özelleştirmelerdir, küçük ve orta ölçekli tarımın tasfiyesidir.

Diğer taraftan AB’ci burjuva programın “demokratikleşme” balonu da daha yılı dolmadan sönmüştür. AB’ci demokratikleşme programı sınırlarına gelmiş, uyum paketleriyle açılan sınırlı iyileştirme alanları, sonradan yapılan düzenlemelerle yeniden daraltılmıştır. AB, yayınladığı raporlarda -her ne kadar uygulamada sorunlar var dese de verdiği olumlu notlarla buna onay vermektedir. Keza, AB’ci demokratikleşme programının en kritik konusu olan Kürt sorunu da, Türk faşist rejiminin çözümüne destek vermektedir. AB ülkeleri içinde Kürt kurumlarına saldırarak, tırmandırılan kirli savaş ve bu eksende geliştirilen politikalar karşısında tutum almayarak da bunu göstermiştir.

‘Kelin ilacı olsa başına sürer’ derler. Bugün AB ülkelerinin bütününde yaşam standartları hızla düşüyor. Kitlelerin yaşantısı sürekli kötüleşiyor. İşsizlik, kimi ülkelerde İkinci Dünya Savaşı öncesi boyutlara ulaşmış durumda. Diğer taraftan, demokratik haklar, “antiterör” yasaları, göçmen yasalarıyla hızla tırpanlanıyor. “Refah ve demokrasi kıtası” Avrupa, ezilenler bakımından her gün daha fazla çekilmez hale geliyor. İşte, emekçilere refah ve demokrasi getirecek AB, bu AB. Kendi coğrafyasında, neoliberal ekonomik ve siyasal programı en acımasız biçimlerde uygulayan bir emperyalist birliğin, mideye indirmek için hesap yaptığı Türkiye’ye nasıl bir hayrı olabilir ki?

İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası koşullarda emperyalist bloğun sosyalizme karşı ileri karakolu rolüyle konumlandırdığı Türkiye’nin mevcut uluslararası emperyalist iş bölümü içindeki konumu giderek belirginleşiyor. AB ile bütünleşme sürecinin, bunu daha da netleştireceği anlaşılıyor. Türk egemen sınıfları, kendi iradesinin dışındaki bütün baskın faktörlere rağmen, -AB ve ABD arasında iki emperyalist stratejiyi birleştiren bir volan kayışı olmanın hesaplarını yapıyor. Buradan ezilenlerin payına ise, açık yağma ve sömürü pazarı ile emperyalist saldırganlığın etkin taşeronu olmak düşüyor.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi