A. Öcalan’ın İdealist Tarih Felsefesi Üzerine / İhsan Gönül

A. Öcalan, “Sümer Rahip Devletinden, Halk Cumhuriyetine doğru” ve “Atina Savunması” adlı savunma (tezler) kitaplarından sonra bu kez de “Bir Halkı Savunmak” adıyla, felsefi-ideolojik-politik argümanlarını bir araya getirip kitaplaştırdı. Önceki kitapların genel dokusu korunmakla birlikte, bu son çalışmasında sivil toplumcu ve ekolojist vurgular daha fazla belirginleşmiş ve dolayısıyla evrimci perspektif de aynı ölçüde derinleşmiştir.

Yine aynı paralellikte, Marksizm ve tarihi materyalist analizi ile arasındaki mesafenin daha da büyüdüğünü söylemek mümkün. Öcalan, yine bizleri tarih, felsefe, politika, bilim vs. birçok alanda “engin donanımı” ile karşı karşıya getirirken; elbette tüm bu alanlar arasında mantıksal bir izlek, sıralanım oluşturuyor. Politik tezler, teorik-felsefi bu arka plana, bir tarih anlayışına dayandırılıyor. Buna bir itirazımız olamaz, ama bu durumda biz de bu arka planı, tezlerin omurgasını oluşturan tarihsel olgu ve kategorilerin, idealist tarih sunumuyla nasıl canına okunduğunu göstermek istiyoruz her şeyden önce.

Devlet, iktidar, zor/zorunluluk, sınıf vb. tarihsel olgular, A. Öcalan’ın tarih anlayışında hedef tahtasının merkezinde yer alır. Teorik donanımının bütün “ağır” silahları daha çok burayı döver ve söz konusu olgular bu merkezde durdukça, Öcalan’ın salvo “atışlarından” Marksizm de payını alır. Fakat biz bunu doğal karşılıyoruz. Çünkü tarihe idealist gözlüklerle bakan ve tarihi bu doğrultuda yeniden “yazmaya” kalkışanların tümü için, tarihsel materyalizmin aydınlattığı tarihsel gerçekliklerin inatçılığını ‘bertaraf etmeleri zorunluluktur. Bu beyhude çabaya Öcalan da girişiyor, hem de geçmişte Marksizmin bu ve benzeri söylemlerini olumladığı için şu anda duyduğu pişmanlığın sürüklediği “kararlılıkla”! Öyle ya, Leninizm nasıl ki “iktidarın çok kodlu şifresini” çözemediyse, bir bütün olarak Marksizm de “tarihin çok kodlu şifresini” çözememişti, bunu başarmak Öcalan’a nasip olacak!..

“Devleti, sınıfları ve zor’u toplumsal gelişmenin, ilerlemenin kaçınılmaz evreleri olarak görmek... tarihi kendiliğinden tahakküm güçlerine hediye etmektedir... Marksizmin, kapitalizmi ve ondan önceki sınıflı toplum biçimlerini “tarihin zorunlu ilerleme hattı” olarak ilan etmesi, farkında olmayarak inançları ve .... hilafına, karşısında çok savaştığı kapitalizme en büyük katkısı olmuştur... Tarihsel toplum sistemlerini zorunlu yasaların sonucundan ziyade dönemlerin ideolojik, politik ve ahlaki duruşların mücadele tarzıyla bağlantılandırmak daha özümleyici bir yaklaşımdır.” (Öcalan)

Marksizm, “tarihin zorunlu ilerleme hattı’nın varlığım açıklar, bu doğrudur. Bu gerçekliğin yadsınmasına karşı söyleyeceklerimiz var fakat böyle bir tarih anlayışının kapitalizme katkı sunduğunu iddia etmek, yani Öcalan’m bu ikinci varsayımı gülünçtür. Her şeyden önce tarihsel materyalizm, Marks ve Engels tarafından, kapitalizmin olgunlaşmasının eşiğinde oluşturulan bir tarih yöntem bilimidir. Eğer “tarihin zorunlu ilerleme hattı’na dair bu “kehanet” ilk sınıflı toplumun şafağında söylenmiş olsaydı (!) -gülünç olmasının nedeni işte burada-, Öcalan’a hak verebilirdik. Oysa Marksizm bunu, kendi varlık koşullarının da ancak oluştuğu son sınıflı toplum, kapitalizmin, üretim ilişkilerini dünya coğrafyasına çok önemli oranda yaydığı, hakim kıldığı bir tarihsel kesitte ortaya koyuyor. Öte yandan Öcalan, “Marksizmin ‘komünizme zorunlu gidiş’ inancının kökleri de aslında bu dogmatik düşünce tarzına dayanır” derken, Marksizmin, değil “kapitalizme katkı” sunduğunu, mezara götürecek çelişkileri bağrında taşıdığı için tüm tarihsel kesit içerisinde ona (kapitalizme) sınırlı bir rol biçtiğini teyit etmiş oluyor. Tabi bir şartla: bize, Marksizmin bu yönlü tespitlerinin dogmatik olmadığını ortaya koyma olanağını da tanıyarak. Ayrıca geçerken belirtelim, “tarihin zorunlu ilerleme hattı’nın reddi esasen kapitalizme katkıdır, bu da bizim iddiamız. Buna rağmen bu reddedişi öyle büyük bir ürküntüyle karşılamıyoruz, çünkü gerçekler inatçıdır, binlerce yıl olduğu gibi... Biz yine de acele etmeyelim ve Öcalan’ın parlak tarih çözümlemelerine kulak verelim;

“Ataerkil ilişkilerin güç kazanmasına bir zorunluluk gözüyle bakılamaz... Bu gelişme, bir kader ve ilerlemenin zorunlu koşulu olması şurada kalsın, tam bir sapma halidir.” Köleci toplum formasyonunu sapma olarak niteleyen Öcalan’ın feodalite ve kapitalizme ilişkin yargıları da farklı değildir. Roma köleciliğini yıkıma götüren “barbarları” ve içeriden manastırı kastederek şöyle der: “Bunlar sonuna kadar komünal ve demokratik güçlerdi. Fakat şefleri onları iktidar kalıntılarıyla aldattı. Geliştirilebilecek bir demokratik Avrupa yerine, feodal despot devlet ve devletçiklere dayalı bir Avrupa’ya götürdüler.” Gelin bir an için Öcalan’a hak verelim, bakın neler oluyor: O şeflere, tüm tarihin seyrini değiştirdikleri, onu yolundan “saptırdıkları” için öyle büyük bir öfke duyuyoruz ki, ifadesi zor! Ama bir de “masum” bir soru(n) çıkıyor ortaya: Bu şefleri kim aldattı?... Bu arada yeri gelmişken küçük bir parantez açalım. Gerçekten de, barbar olarak adlandırılan Slav ve Alman topluluklar, köleci toplum biçimini yaşamadan ilkel toplum formasyonundan, direk feodalizme geçmişlerdir.

“Kapitalizmin zaferi bir kader olmayabilirdi” (Öcalan). Okur, eğer Öcalan’a göre “kader” olmayanın sadece köleci, feodal ve kapitalist toplum (üretim) biçimleri olduğunu sanıyorsa yanılıyor. Biraz daha sabır: “... baskı, zor aracı olarak devlet ne zorunlu bir ilerleme aracı, ne de zorunlu bir kötülüktür. Baştan beri bela, gereksiz, hiç zorunlu olmayan, giderek tam bir soyguncu çeteye dönüşen bir araçtır.” Yani bütün tarih aslında bir tür sapmadır(!) Şüphesiz eğer biz de tarihi kendi kurgularımızla açıklasaydık, sömürgeci, sınıflı tüm toplum biçimlerini, devlet gibi “bela, gereksiz” tüm kurumlan, hatta artı-ürüne kendi çıkarları için ilk el koyanı, ilk zulüm edeni vs. yeryüzündeki “doğal-ana toplumu” yolundan saptırdıkları için lanetleyip görevimizi ifa edebilirdik. Engels, “Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı genel formüllerle savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak pek para etmez” der. Öcalan’m “tarihin zorunlu ilerleme hattı”na karşı donkişotvari savaşıyla ilgili daha pek çok örnek verebiliriz, fakat gerek yok. Şimdi kurgular dünyasından gerçekler dünyasına ayak basalım. Tarihin gerçek seyrini belirleyen olgulara ve bunların niteliğine göz atalım.

Tarih boyunca insanlığın yaşadığı tüm ekonomik toplum formlarının devindiricisi üretici güçlerin (insan, iş araçları) sürekli gelişimi ve buna bağlı olarak üretimin sürekli büyümesi, nesnel olgular olarak bilimsel (materyalist) tarih analizinin anahtarıdır. Toplum biçimlerini oluşturup şekillendiren ve son kertede gelişimlerinin önünde engel oldukları için mevcut üretim (mülkiyet) ilişkilerini yerle bir eden çelişkileri yaratan da bu nesnel sürekli ileri atılımın kendisi olmuştur. Başta üretim ilişkileri (sosyo-ekonomik ilişkiler) olmak üzere toplumların bağrında yaşanan tüm temel ilişki ve süreçler bu gerçekliğin ürünüdür. Bu bakımdan üretim ilişkileri de nesneldir. Marks bunu, “Hayatlarının sosyal üretiminde insanlar, belli zorunlu, iradelerinden bağımsız ilişkilere, maddi üretici güçlerin belli bir basamağına tekabül eden üretim ilişkilerine girerler” biçiminde ifade eder. İradi kalkışmalar ise aynı nesnel gerçekliğin sınırlan çerçevesinde kaldığı ve objektif olarak dikkate aldığı sürece çünkü tarihsel materyalizm ilk olarak bu nesnelliği bilince çıkarabilmiştir-anlam kazanabilmiştir. (Köle ayaklanmaları,

İsa’nın çıkışı ya da burjuva devrimleri gibi) Üretici güçler devindirici unsur olmakla birlikte, üretim ilişkilerinin, her zaman pasif, sürüklenen olmadığını da belirtelim. Diyalektik ilişki çerçevesinde üretim ilişkileri de üretici güçleri belli durumlarda -ki esas olarak eski toplumu yıkan çelişkilerin çözümü üzerinde yükselen yeni toplum formasyonunun yükseliş aşamasını koşullayan da budur geliştirirler ve yeni toplum biçimini perçinlerler. Fakat üretim ilişkileri üretici güçlerin seviyesine denk düşmediği, yani çelişkiye düştüğü ve gelişmesine ket vurduğu andan itibaren o ekonomik toplum biçimi çökmeye, yerini üretici güçlerin seviyesine uygun yeni bir üretim biçimine bırakmaya mahkumdur. İşte bu en genel ekonomik yasa, “zorunlu uygunluk yasası’nm işleyiş mantığıdır. İnsanlık tarihi, bu yasanın işleyişiyle, yani uyumsuzlukla büyüyen çelişkilerin devrimci çözümü sayesinde ilkel komünal toplumdan sonra sırasıyla köleci, feodal, kapitalist ve (komünist toplumun ilk evresi olan) sosyalist üretim biçimlerini tanımıştır. Buradaki sıralamayı özellikle vurgulamak isteriz. Çünkü birincisi her üretim biçimi öncekinden daha ileri bir formu ifade eder. Bu ise, tarihin akışındaki mantıki sıralamayı, dolayısıyla meşruluğu tanıtlar. İkincisi, böyle bir sıralama, soruna, yöntem bakımından dünya tarihi ölçeğinde, yani tekil, parçalı değil, bütünlüklü yaklaşmanın zorunluluğunu gösterir. Bir başka deyişle, herhangi bir tarihi topluluğun, ülkenin herhangi bir üretim tarzını yaşamaması, o üretim tarzının tarihsel zorunluluğunu ortadan kaldırmış olmaz. Hatta hiçbir ülke ya da halk, topluluk bu üretim biçimlerini tek tek yaşamamıştır ama gelişiminin belirli bir aşamasında -komünist toplum hariç her üretim tarzı kendi hakimiyetini kurmuştur. Komünist toplum (üretim) biçimi ise insanlık tarihinin gündemine henüz girmiştir. Öcalan her ne kadar “dogmatik düşünce tarzı” olarak nitelese de, evet; insanlığın, tarihin yüzü komünist topluma dönüktür. “Sosyalizm artık şu ya da bu dahinin rasgele bir buluşu olarak değil, ama tarih tarafından oluşturulan iki sınıfın, proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü”dür. (Engels) Bugün sosyalizmin geçici bir yenilgi yaşamış olması bu sonucu değiştirmez, tıpkı Spartaküs’ün çarmıha gerilmesinin köleci toplumun çöküşünü engelleyememesi gibi. Özetle zorunlu uygunluk yasası, insanlık tarihinin, üretim tarzlarının yapıcısı olan, nesnel ekonomik bir yasadır. Değiştirilemez, ancak tanınabilir. Sosyalizm, üretim ilişkilerini, bu yasayı kavrayıp hesaba kattığı için, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayandığı için, sürekli olarak üretici güçlerin önünü açacak bir şekilde düzenleme olanağına, bütün bir toplumsal sistem olarak bu nesnel yasadan yararlanma olanağına sahiptir. Bu yüzden sosyalizmde, üretici güçlerle, üretim ilişkileri arasında antagonist (uzlaşmaz) çelişkilere rastlanılmaz, zorunlu uygunluk yasası bozulmaz.

İlkel komünal toplumun bağrında, üretici güçlerin gelişmesindeki nitel sıçrama (madenlerin bulunması gibi), bireysel ekonomiyi ve mülkiyeti (oradan da özel mülkiyeti) yaratmış ve aynı zamanda emek üretkenliğini artırarak ucuz köle emeğini çekici kılmışsa, bu gelişme de nasıl ki insanların iradesinden bağımsız olarak (hem köle, hem de köle sahibi açısından), köleci üretim biçimini doğurmuşsa, sonraki toplum sistemleri de aynı nesnel faktörlerin itilimiyle tarih sahnesine çıkmışlardır. Yoksa herhangi bir kişi, grup ya da tabakanın sosyal projesi olduğu için değil. Aslında Öcalan da kapitalizm için -kendi mantık silsilesi içinde eklektizme düşse de “Hiçbir önemli düşünürün tasarımı olarak oluşmamıştır” derken tam da bu gerçeği anlatmış oluyor. Altını bir kez daha çizelim: Şu ya da bu düzeyde etki eden tüm öğelere rağmen tarihin bu akışı son kertede nesneldir. Sıralama içerisinde bir sonraki (her) topluma Marksizmin atfettiği -ve Öcalan’ın reddettiği “ilericilik”, anlamını asıl olarak üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinden alır. Bu bakımdan yine Öcalan’ın iddiasının aksine, köleci toplum, ilkel komünal toplumdan ileridir ve tarihsel meşruiyeti daha fazladır. Engels, Anti Dühring de bunu vurguladıktan sonra ekler, “...eğer bay Dühring, helenizme ve kölelik üzerine, kurulu olduğu için burun kıvırırsa,

Yunanlıları, buhar makineleri ve elektrikli telgrafları olmamakla kınamakta haklı olacağı denli haklı olur.” Biz de öyle sanıyoruz ki, köleci topluma ilişkin yargılarında Öcalan da ancak Dühring’ın “haklı olacağı denli haklı olur”!

“İlerilik” meselesi, esasen kapitalizm değerlendirmesinde de Öcalan’da paradoksal halini sürdürür. “Marks ve Engels Komünist Manifesto’da... biraz da şaşkınlar. Kapitalizme devrimci bir rol atfedilirken bile yıkıcılığını, insafsızlığını, bir an önce aşılması gerektiğini ısrarla belirtirler.” diyor Öcalan, ama anlaşılan “şaşkın” olan kendisi. Üretici güçlere pranga vuran feodalizmi tarihin müzesine gönderen kapitalizm elbette devrimciydi, ilericiydi. Bu devrimci niteliği olumsuzlamak için yıkıcılık, insafsızlık gibi kavramaları kullanan Öcalan, tek kelimeyle ıskalıyor. Çünkü devrim yıkıcıdır zaten, hatta belli koşullarda insafsız. Fakat bir yanlışı düzeltelim, Marks ve Engels, kapitalizmin aşılması gerektiğini söyledikleri zaman (bir bütün olarak kendilerinin yaşadıkları dönemler), burjuvazi devrimci barutunu tüketmişti zaten.

Buraya kadar ifade ettiklerimizi toparlarsak, kapitalizm dahil, sınıflı tüm toplum biçimleri ortaya çıkarken tarih saatine uyum göstermişlerdir. (Çekilmekte direnseler bile). Tarihin bu saati ise insanın iradesinden bağımsız çalışır. Peki insan iradesinin hiç mi rolü yoktur, ya da ne kadardır?

“Marksizm, bu tür tarihsel gelişmelerde belirleyici rolü üretim araçları ile ilişkilerine verir. Zihniyet savaşımına tali bir rol verir... Diyalektik yöntemin dogmatik yorumu olarak bu yaklaşımlarla... üst toplumun yüceltilmesine dayanan idealizmi aşalım derken, tersi olarak çok dar sınıf ve ekonomik yapı çözümü ile kaba materyalizme düşülmüştür.” (Öcalan) Marksizmin “altyapı-üstyapı” ilişkisiyle ilgili belirlemeleri, onda dogmatiklik keşfedenlerin istisnasız bir araya gelip sığındıkları bir liman olmuştur her zaman. Öcalan’ın da bu bayat modaya uyduğunu görmek bizi şaşırtmıyor. Fakat bu limanın gerçekte, göründüğü kadar güvenli olmadığını belirtelim. Hiç kuşkusuz Marksizm, tarih-toplum analizinde alt yapıya (ekonomik yan, taban) belirleyici bir rol verir. Ama bu cümle gerçeğin sadece bir kısmını anlatır. Anlatılmayan -Öcalan’ın da “tali” kavramıyla geçiştirdiği ise, Marksizmin üstyapıyı da, altyapıyı sürekli bir biçimde etkileyen, şekillendiren aktif bir unsur olarak gördüğüdür. Üstyapı belirlendikten sonra statik, edilgen olmaz. Tersine devlet, ideoloji, politika, kültür, hukuk vb. üstyapının temel öğeleri, (sınıflı toplumlarda) sınıf savaşımının dolaysız ürünü ve alanı olur. Marksizmin üstyapıya altyapı tarafından determine edilen (belirlenen) dışında bir anlam yüklemediği düşüncesi temelsizdir. Fakat Marksizme göre, sayısız bağlarla gerçekleşen karşılıklı etkileşimden sonra, son kertede belirleyici olan altyapıdır. İkisi arasındaki ilişkiyi şöyle özetlersek yanlış olmaz: Belirlenen (üstyapı), belirleyeni (altyapı) şekillendirir. Ama, madem dogmatizm Marksizmin kendisinde “keşfediliyor”, bizzat kurucularına kulak verelim. İlk pasajımız Marks’tan:

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre değil, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar.”

Engels ise şöyle der, “Bütün (bu) baylarda olmayan, diyalektiktir. Sürekli burada etki, orada tepki görüyorlar... Politik, hukuki, felsefeyi, dini, edebi, sanatsal vb. gelişme ekonomik olana dayanır. Ama bütün bunlar, birbirlerini ve ekonomik tabanı da etkilerler. Örneğin ekonomik durum sebep, yalnız başına aktif, bütün diğerleri sadece pasif etki değildirler.” Her iki pasaj esasen aynı şeyleri ifade ediyor ama, her biri farklı adreslere çeviriyor okun ucunu. Marks, Öcalan’ın deyişiyle “üst toplumun yüceltilmesine dayanan idealizm’e, Engels ise kaba materyalist yaklaşıma... Hani nerede dogmatizm? Bu arada Öcalan muhatap alacağı pasajı seçmekte özgürdür! (Ama biz yine de hatırlatalım: “Kaba materyalizmi aşayım derken, idealizme düşmek de var”).

Öcalan’ın politik tezlerini başlı başına sakatlayan olgulardan bir de zor-zorunluluk-özgürlük ilişkisine yüklenen yanlış anlamlardır. Zor, Öcalan’da sınıfsal içeriğinden, ekonomik temelinden koparılmıştır. Soyut bir kötülük, zalimliktir, ki bu yüzden de sömürü, sınıflar, devlet gibi “gereksiz”likler hep onun başının altından çıkmıştır. Tabi böyle olunca meşru yanı oldukça daralmıştır. “Öcalan, ‘Meşru savunma’ dışındaki tüm zorların en lanetlenmesi gereken insan pratikleri olduğunu” söyler. ‘Meşru’ olan ise aslında kendi zihninde daralttığından ibarettir. Yani tarihte, ezenin sınıfsal zoruna karşı ezilenlerin sınıfsal zorunu bir bütün olarak meşru görmez. Örneğin İsrail siyonizmi ile Filistin Intifadası arasındaki savaşı “kör dövüşü”, “intihardık” gibi deyimlerle nitelendirip, Filistin zor’unu İsrail zor’u ile aynı düzleme koyar, bilinçleri bulanıklaştırır. Ezilenlerin tüm tarih boyunca kullandığı zor meşrudur ama, “meşru savunma” ile bu anlam Öcalan’da kuşa çevrilmiştir. Bu yönüyle “meşru savunma” deyimi politik tasfiyeciliğin, tasfiye sürecine rağmen faşist diktatörlüğün çıplak zoruna çarpmasıyla oluşan melez bir deyimdir. (Kürt halkının kendini savunma hakkını içermesine rağmen, tasfiyecilikten kaynaklı olarak anlam daralmasını da ifade eder.)

Zor, sınıfsal içeriğinden soyutlanınca, Öcalan’ın felsefesinde zorunluluk da reddedilir. Toplum çözümlemelerinde bunu ortaya koyduk. Ama bundan öte zorunluluğun felsefi bir kategori olarak hiçbir değeri yoktur. Birbirini tetikler biçimde zor’a tamamen keyfi bir rol biçildiğinde, zorunluluk da nesnelliğini yitirir Öcalan’da. Engels, zorunluluk ve özgürlük arasındaki ilişkiyi şu biçimde formüle eder; “Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama, bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır. Bu ... insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar... için de böyledir” Öcalan ise, “özgürlük zorunluluğun aşılması ” diyerek çıkar işin içinden, bir çırpıda özgürlüğü zorunluluğun karşısına koyar. Zorunluluktan özgürlüğe geçiş, sadece red üzerine inşa edilir. Özgürlük, sadece zorunluluğun aşılması olarak kavranılır. Zorunluluğu elinin tersiyle itiverdin mi özgürsün! Oysa özgürlük, öncelikle zorunluluğun kavranmasıdır, onun reddi değil. Öcalan, zorunluluğu kavramadan aşmaya çalışır kestirmeden. “İnsanlığın zorunluluk dünyasından özgür lük dünyasına sıçrayışı” ancak sınıfsız, sömürüşüz toplumda mümkündür. Ama o topluma giderken yol üzerinde bir tabelada yazar; “önce zorunluluk kavranmalıdır”. Öcalan’ın yol haritasında bu tabelaya rastlanmaz.

Peki Öcalan tarihi neden böyle okuyor?

Marksist Leninist politik ekonomi, tarihteki üretim biçimlerini inceleyerek, hareketin genel yasalarına ulaşır (toplumda). Bunu yaparken belirli bir yöntem izler. Doğa yasaları ile ekonomi yasaları nesneldirler. Fakat bu yasalara ulaşılırken farklı yöntemlerin kullanılması gerekir. Çünkü aksi halde doğadan çok daha karmaşık ve girift unsurlarla örülü ekonomik toplum formasyonlarını kavramak mümkün değildir. Öcalan’ın tarih anlayışındaki temel problem ise yöntemsizliktir. Bundan yoksun olduğu için de, toplumların gelişim yasalarının nesnelliğini kavrayamamaktadır. Soyutlama ve tahlil yerine, Öcalan, sadece görünür olanla, ampirik olanla yetinir. Bu yüzden üretim biçimlerinin özüne ulaşamaz, orada varolan yasaları açığa çıkartamaz. Gerçi hakkını yemeyelim, Öcalan’ın kısmen de olsa izlediği bir yöntemden bahsedebiliriz. Ne var ki, o da büsbütün çıkmaza sürüklüyor. “Doğadaki yasallığın kaos aralıklarına dayalı insana doğru gelişiminde gayet esnek bir halde olduğu fizik, kimya ve biyoloji bilimlerindeki yasa (kanun) özeliklerinden çıkarılabilmektedir” diyen Öcalan, daha pek çok pasajında doğa ile toplum yasaları arasında tam bir eşitliğe gönderme yapar. (Kuantum fiziğine dayanarak tarih/toplum süreçlerini açıklamaya çalışması gibi). Sonuç; belirsizlik, her şeyde görecelilik, kaos vs.

Marksizme, “dogmatik”, “dar sınıfsal yaklaşım” gibi suçlamaları yönelten Öcalan’ın tarih felsefesi, idealizmin en temel argümanlarıyla şişirilmiş koca bir balondur. Diyalektik ve tarihsel materyalizm ise Marksizm-Leninizmin vurucu silahları olarak, iki de bir şişirilen bu balonları patlatmakta ne tereddüt edecektir, ne zorlanacaktır.

 

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi