Bir Teslim Alma Yöntemi Olarak “Proje” Siyasetçiliği

“Birine, sebebi ne olursa olsun; biçimi nasıl olursa olsun para veriyorsan, onu devşirmişsin demektir. Çünkü kendisine verilen paranın bir karşılığının olacağını bilir.”

(Mossad-Hile Yolu)

CIA’nın gerçekleştirdiği, açıktan karıştığı darbelerle, komplolar ve siyasi cinayetlerle yaygın olarak ‘60 ve ‘70’li yıllarda tanıştı ilerici insanlık. Doğrudan müdahale etmediği yerlerde ise mutlaka satın alınmış, devşirilmiş işbirlikçileri yoluyla tezgahlardı kirli işlerini. Biraz daha dolambaçlı ve uzun sürse de, adını tartışmaların dışına çıkarmış olduğu için tercih ederdi. Ama bu işin maliyeti doğrudan darbe tezgahlamaktan daha pahalıya mal oluyordu. Olsun; onun da çaresi bulunurdu; uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen kirli-kanlı para, uluslararası mafyanın aklanacak kaynağı “belli” kara parası, ambargo uygulanan ülkelere gizlice el altından satılan silahlardan elde edilen paralarla finansman sağlanıyordu.

Sonuçta amaç; yeryüzünün Amerikan sermayesine engelsiz biçimde açılması, Amerikan kültürünün bütün coğrafyalara yayılması, sömürge küçük Amerikalar yaratmaktı. İşin sahibi ABD olunca kendi bildiği-anladığı dilden konuşurdu o; kirli-kanlı katliamlar, kıyımlar, “kaba saba” yöntemler, Amerikancaydı konuşulan dil yani...

Burada ABD’ye haksızlık (!) etmemek için bir parantez açmak ve ek açıklamalar yapmak gerekiyor. ABD’den önce sömürgeciliğin mimarları bugünün Avrupalı emperyalistleriydi. Başta İngiliz ve Fransız emperyalistleri ve bugün gerilemiş orta düzeyde güçler haline gelmiş olan Portekiz, İspanya ve Hollanda, Afrika kıtasının tümünü, Arap yarımadasından Hindistan ve Çin’e kadar, Amerika kıtasında Latin Amerika ve Güney Amerika’yla birlikte dünya coğrafyasının yarısından fazla topraklarını halklara zindan etmemişler miydi? ABD, atalarından dersi “yeterince” almıştı. Boynuz kulağı geçecek elbet!

Tarihin ilk kapitalist sömürgeci devletlerinin bir araya gelerek oluşturduğu AB (Avrupa Birliği) ve onunla bağlantılı kuruluşlar, benzer süreci bugün daha ince yöntemlerle sürdürüyorlar. Yüzyıllardır soyup talan ettikleri, yoksullaştırdıkları halklara, “uygarlaştıkça” ödül veriyorlar, küçük hediyelerle, rüşvetle daha fazla uygarlaşmaları için teşvik ediyorlar. İnsanın gözlerini yaşartacak (!) denli ısrarla paranın musluğunu açmış akıtıyorlar; yüzyılların yoksul ve geri bırakılmış “barbar” halklarını “medeniyetin doruğuna” yükseltecekler!...

Dönem dönem skandallar biçiminde patlak verdikçe açığa çıkan ama boyutunun tahmin edilenden daha kapsamlı olduğuna inandığımız bir satın alma, devşirme yöntemi: “Fon karşılığı projecilik!” Kaynak;

Avrupa Birliği, Dünya Bankası Fonları, uluslararası farklı sendikal birliklerin fonları, Kilise ve uluslararası vakıf, vb. bazı emperyalist tekeller ve başta uluslararası spekülatör, finans oligarkı George Soros!

Uluslararası borsalarda kazandığı milyar dolarlar nedeniyle burjuva medya, “para sihirbazı” olarak sundu Soros’u. Ama arkasından başka işler de çevirdiği ortaya çıktı. İlk olarak Sırbistan’da etkin bir muhalefet hareketinin perde arkası finansörü iddiaları atıldı ortaya. Açıkça kabul etmiyor, ama bu tür hareketlerin desteklenebileceğini açıklayarak dolaylı üstleniyordu rolünü. Gürcistan’da Rusya’nın adamı Şevardnadze’nin devrilip, ABD’nin adamı Şaakaşvili’nin yönetim darbesiyle tereddütler ortadan kalktı. Sırbistan’da ana gövdesini gençliğin oluşturduğu muhalefet hareketinin benzeri Gürcistan’da da ortaya çıkıverdi. Kimdi bunlar, nereden gelmişlerdi? Sloganları ve amblemlerindeki figürlerin Sırbistan’daki hareketin aynısı olması Soros’u yeniden gündemleştirdi. İzleyen günlerde Soros’un icraatları art arda yayınlanmaya başladı.

ABD’nin ve Batı’nın, “kadife devrim” olarak tanımlayıp meşrulaştırdığı yönetim değişikliği, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin hiç de yabancısı olmadıkları darbe ve komployla, yolları ayrılan karşı tarafın adamının yerine kendi adamlarını yönetime getirmekten başka bir şey değildi. Hiçbir yasaya dayanmayan tamamen kanun dışı yöntemin “kadife devrim” olarak lanse edilmesi darbe ve komplonun meşruluğunun sağlanması amacı taşıyordu. Devletin kilit noktalarını; şantaj, tehdit ve para yoluyla ele geçirdikten sonra, milyon dolar akıtarak bir araya getirilmiş, bileşimi belirsiz, karanlık tiplerin yönlendirdiği, bir program ve siyasi perspektifi, toplumsal projesi olmayan, devşirme kalabalık darbe ve komplonun toplumsal meşruiyetini sağlayacak konu mankeni olarak iş görecek. Vazifesini tamamladıktan sonra geldiği gibi çekilecek tekrar yeraltına, ta ki başka bir ülkede yeniden ihtiyaç duyuluncaya kadar...

Ulusal basında çıkan yeni bilgilerle, önceki yıllarda ortaya atılan ama iddia olmaktan öteye geçmeyen söylentilerin gerçek olduğu anlaşıldı. Soros ülkemize de el atmıştı!

Soros, yalnızca bir para avcısı oligark değil, Açık Toplum Felsefesi’nin en aktif organizatörü ve finansörü aynı zamanda. Merkezi ABD’de olan ve tüm dünyada yaygın örgüt ağına sahip Açık Toplum Enstitüsü’nün de kurucusu. Bir tür toplum mühendisliği projesi yürütüyor. Amacı “Açık Toplum!” Rusya ve eski SSCB bünyesindeki bugün “bağımsızlaşmış” hemen tüm ülkelerde, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde onlarca vakıf bu amaç doğrultusunda faaliyet yürütüyor. Açık Toplum Enstitüsü (OSI) 1993 yılında bu vakıfları finanse etmek, çalışmalarının koordinasyonu için kurulmuş. Türkiye’de de bir temsilciliği var Açık Toplum Enstitüsü’nün. Türkiye’deki faaliyetlerinde kime, ne kadar dolar “fonlandığı” belli değil, açıklanmıyor çünkü. Bunun esas nedeni parayı alan kişi ve kuramların açıklanmasını istememeleri. Fonlanan paranın miktarı Türkiye koşullarına göre küçümsenmeyecek düzeyde. Bazı iddialara göre sadece geçen yıl dağıtılan fonlar 1 milyon 100 bin dolar civarındaymış.

Enstitü temel olarak; siyasi reform, AB, medya, cinsiyet ve bölgesel eşitsizlikler ve sivil toplum alanında faaliyet yürütüyor. Bu alanlarda yürütülen her türlü çalışmayı, kişi ve kurum halinde destekliyor.

Açık Toplum Enstitüsü’nün, yani Soros fonlarından en büyük payı alan TESEV. Ardından; Açık Radyo, Açık Site, Bianet, Umut Vakfı, AÇEV, Tarih Vakfı, Avrupa Hareketi geliyor. Açık Toplum Enstitüsü’nün dönüşümlü değişen bir danışmanlar kurulu var. Kurul üyeleri de basında ve kamuoyunda yakından tanınan-bilinen isimler. Soros’la bağlantılı kuramların yukarıdaki isimleri buz dağının görünen kısmı sadece. Bir kısmının faaliyeti basından da izlenebiliyor. Ama örneğin Avrupa Hareketi ne işle iştigal eder? Birkaç ay önce kamuoyu, hemen bütün büyük gazetelerde haftalarca süren “Teröre Hayır” ilanlarıyla haberdar oldu Avrupa Hareketi’nden. Adreslerini vermek istemiyorlar, telefonları ise bir Avrupa ülkesinin telefonu. Milyon dolarlar tutacağı tahmin edilen ilanların finansmanı nasıl sağlanıyor, yanıtı merak edilen haklı bir sorudur.

Soros’la ilişkili olan kişiler bu ilişkilerini reddetmiyorlar, ama sormazsanız da açıklamıyorlar. Ayrıca fazla soru sorulmasından da hoşlanmıyorlar. Yaptıkları işler kurdukları ilişkiler doğru, meşru, yararlı ilişkiler ise niye açığa çıkıp savunamıyorlar? Bir borsa simsarı, vahşi kapitalizmin en asalak tabakasının bir numaralı adamıyla, topluma yararlı nasıl bir proje yürütülebilir? Az gelişmiş ve gelişmekte olan borsaların zayıf-yüzeysel köpük finansal piyasalarında sıcak para spekülasyonu peşinde koşan bir borsa cambazının halktan yana, ilerici, adil paylaşım, şeffaf toplum amacının olması mümkün müdür? Var olduğunu iddia etse bile inanmamız için tek bir neden gösterilebilir mi? Ne idüğü belirsiz toplum mühendisliği projelerinin iki “nadide” örneği Sırbistan ve Gürcistan orta yerde durmuyor mu?

Darbe sonrası, Şaakaşvili’ye 1500 dolar, hükümet üyelerine ve bazı bürokratlara 1000 dolar aylık-maaş verdiğini açıkladı Soros. Amacı; Gürcistan’da rüşvetin ortadan kaldırılması ve şeffaflaşma imiş!

Soros’a ve toplum projelerine inanmamız ve güvenmemiz için, iyi niyetli düşünmemiz için inandırıcı tek bir neden gösterilebilir mi? Geriye ne kalıyor o halde? Dolar cazibesi!

Bütün bu politikaların hayata geçirilebilmesi için bir sınıfa dayanılmak zorundadır. Sömürgecilerin klasik yöntemidir, her politik-iktisadi toplumsal-kültürel hedef, plan, proje için bir yerli işbirlikçi sınıfa dayanırlar, yoksa da bir kesimi devşirirler ve dayanak haline getirirler. Bugün, uluslararası sermayenin ideolojik yerli taşeronluğunu ağırlıklı olarak orta sınıflar üstlenmiş görünüyor. Soros’un da hedef kitlesi orta sınıflardır. Liberalizm bugün orta sınıfların ideolojisi olmuştur. Liberal yazarlardan (Murat Belge), gazetecilere (Nadire Mater), iletişimcilerden, (Ömer Madra-Açık Radyo), üniversitelere (Bilgi Üniversitesi), kadın kuruluşlarından (Diyarbakır Kadın Araştırmaları Merkezi Vakfı), internet yayıncılarına (Bianet) kadar geniş yelpaze etrafında oluşturduğu ağla Soros’un ilişkisi masum olabilir mi?

Soros’un Türkiye’deki Açık Toplum Enstitüsü’nün danışma kurulunda yer alan isimler ise şöyle: Hakan Altınay (Direktör), Can Paker (Türk Henkel Genel Müdürü, TESEV Başkanı, TÜSİAD Haysiyet Divanı Üyesi), Nebahat Akkaç (Diyarbakır’da kurulu Kadın Araştırmaları Merkezi Vakfı Yöneticisi), Şahin Alpay (Gazeteci-yazar), Murat Belge (Yazar), Üstün Ergüder (Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü), Osman Kavala (Kavala grubunun sahibi), Ömer Madra (Açık Radyo’nun kurucusu, Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi), Nadire Mater (Gazeteci), Oğuz Özerden (Bilgi Üniversitesi kurucusu). Tablo yeterince açık; normal koşullarda ortak paydası olmayan isimlerin Soros çatısı altında yan yana gelmiş olmaları hangi “yüksek değerler ve ilkeler” sayesinde mümkün olmuştur acaba?

Dünyanın çeşitli bölgelerinde, özellikle 1960-70’li yıllarda devrimci hareketlerin önce duraklama, ardından gerileme ve yenilgi sürecine girmeleri, uluslararası çapta yeni türde kitle hareketlerinin gelişmesi ve yayılmasıyla eş zamanlı gerçekleşti. Buradan her iki hareket arasında birbirini dolaysız etkilemeleri ya da birinin diğerinin boşalttığı alan üzerinde geliştiği gibi bir iddiamız yok, birebir doğru da olmaz böyle bir iddia. 1970-1980 arası; 1968 hareketinin uluslararası sloganı ve temel talebi “gerçekçi ol imkansızı iste!” formülasyonu özellikle emperyalist yayılmacılık, savaş ve işgale duyulan tepkiyle antiemperyalist karakterli devrim mücadelesine esin kaynağı olmuştu. 1980’li yıllara gelinirken emperyalist kampla revizyonist kamp arasında olası bir dünya savaşına karşı dünya barışı talepli hareketler öne geçti. 1980-90’lı yılarda nükleer savaş tehlikesine karşı nükleer karşıtı hareket adından söz ettirmeye başladı. 1990’ların başında revizyonizmin havlu atmasının moral bozucu, umutsuzluk ve karamsarlık bulutlarının dünyayı kaplamasının etkisi kısa bir araya yol açtı. Ama 1990’larm ortalarından itibaren bu kez daha güçlü olarak geldi enternasyonal kitle hareketi. Bu sefer hedefi emperyalist küreselleşmeydi, adını da buradan aldı; antiküresel hareket! Daha örgütlü, bileşimi geniş, yer yer militan öğeler içeren, antiemperyalist karakteri baskın, cılız, antikapitalist unsurlar taşıyan, devrimci müdahalelere daha açık, kimi kopuşlarla devrimci yapılanmalara dönüşebilecek potansiyeller de barındıran bir hareket.

Bu süreç boyunca, dünya genelinde reformcu-revizyonist hareketlerden, devrimci sosyalist partilere, sol-sosyalist söylemli partilerden, çevreci, feminist hareketlere kadar çok geniş yelpazede genel olarak her birinin kendi kulvarında sorgulama, iç mücadele, hesaplaşma, yeni arayışlar; ayıklanma ve ayrışmalar-birleşmeler biçiminde hareketli-dinamik süreçler yaşanıyordu. Bu süreç esas olarak hala devam etmekte, henüz gerçek toplumsal-siyasal-sınıfsal zeminine yerleşememiştir.

Emperyalist burjuvazinin 1990’ların başındaki zafer havasının kısa sürmesi, teorik-ideolojik tezlerinin hızla altının boşalması, safsata haline gelmesi, dünya çapında ekonomik durgunluk ve kriz darbeleriyle sarsılması, bir yandan çöken ideolojik temellerine yeni dayanaklar aramaya iterken, karşı taraftaki hareketliliği de daha dikkatli biçimde izlemeye-müdahale etmeye-manipüle ederek etkilemeye koşulluyor kendisini.

Dünya Bankası’nın, “yoksulluğu azaltma” projeleri hazırlaması, tedbirler araması, bu alandaki çalışmaları finanse etmesi başka türlü izah edilemez.

UNICEF’in daha eskilere dayalı çocuk sağlığı ve eğitimi konularında uluslararası düzeyde kampanyalar örgütlemesinin masumiyeti tartışmalıdır.

Birleşmiş Milletler’in özellikle Afrika kıtasında yürüttüğü sağlık yardımları ve toplumsal-ekonomik yıkımın rehabilitasyonu çalışmaları yüz kızartıcı suçlarının ikiyüzlü itirafıdır.

ABD’nin yoksul, az gelişmiş ve gelişmemiş ülkelere süt ve gıda yardımı, emperyalist bazı tekellerin bedava aşı kampanyaları; hiçbiri insani duygulara dayanmıyor, rezilce, alçakça bir aldatma, göz boyama, suçlarını örtbas etme oyunudur hepsi.

Avrupa Birliği, özellikle Kuzey Afrika, Doğu ve Orta Avrupa, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerine milyarlarca Euro para akıtıyor, amacı nedir, karşılığında ne bekliyor?

Brezilya İşçi Partisi (Lula’nın partisi) Dünya Sosyal Forumu’nun (DSF) başkanlığını yapıyor. İlk toplantısı hatırlanacaktır; Brezilya-Porto Allegre’de yapmıştı DSF. Daha bu toplantıda gerçek rengi çıkmıştı ortaya. Başta Kolombiya’lı FARC olmak üzere, bazı devrimci parti ve örgütlerin toplantılara katılmasına izin verilmemişti. Toplantının finansmanını Lula’nın İşçi Partisi (PT) üstlenmişti. DSF’nin esas finansörleri ise Ford Vakfı, BM, bazı hükümetler ve emperyalist kuruluşlardır. (Kaynak-ILPS Bülteni)

1990’lar sonrası giderek yayılan ve kendilerinden söz ettiren NGO’lar Hükümet dışı Organizasyon-Sivil Toplum Örgütleri) aynı kaynaklardan besleniyorlar. Sayıları yüzlerce olan NGO’lar yürüttükleri çalışmalar için “Fon” bulmakta hiç zorlanmıyorlar. Coca-Cola’dan Shell’e, Ford’tan IBM’e birçok emperyalist tekel ve hükümetlerce destekleniyorlar.

Ocak ayında kuruluşu ilan edilen Avrupa Sol Parti, henüz yeni yeni tartışılmaya, gündemleşmeye başladı ülkemizde. 17 ülkeden 19 sol ve sosyalist söyleme sahip partinin yan yana gelmesiyle oluşmuş. “Kesinlikle Komintern tarzında bir örgüt” olmadıklarını ilan ediyorlar öncelikle, “demokratik, sosyal, ekolojik, feminist, barışçıl; kısacası dayanışmanın Avrupası mümkün”müş! Ortak bir programları yok. Bu “Avrupa Partisi”ni oluşturanların bazıları hükümetle ya da hükümet ortağı, bazıları parlamento dışı muhalefeti temel alıyor, bir kısmı AB karşıtı, birileri “Avrupa entegrasyonu”ndan yana. Bazıları barıştan yana olduklarını savunurken, bazıları ABD karşısında bir Avrupa askeri örgütünün kurulmasını savunuyor. Hemen her renkten partilerin yan yana geldiği bir koalisyon.. Ortak siyasal amaçlar ve program altında yan yana gelmediklerine göre bu partilerin temel birleştirici öğeleri nedir o halde? “Açık bir proje” olarak koyuyorlarmış yapılanmalarını. Arkasından akçeli bilgiler geliyor; Avrupa Birliği, ilk kez Avrupa partilerine (Yani en az 6 ülkede temsil edilmeleri gerekiyor!) toplam 8.2 milyon euro dağıtacak! Avrupa Parlamentosu seçimlerinde barajı aşmayı başaran partiler bu parayı almaya hak kazanacak! Avrupa Sol Parti (EL)’yi oluşturan her partinin ortalama 200 bin euro para alması demek oluyor bu! (Kaynak-Özgürlük Dünyası)

Savaş karşıtı, sosyal adaletçi, dünyaya açık, ABD karşısında Avrupa merkezliliğinde konumlanmış, cinsiyet eşitliğini savunan bir parti olması gerekiyormuş EL’nin!!!

EL’yi oluşturan her parti, kendi ulusal sınırları içinde ortak bir Avrupalı kimliği edinilmesinin garantörü olarak görülüyor AB tarafından da. Yani AB paraları da garantide demektir!

Ama bu program olmayan “program”, “açık proje” bize çok tanıdık geldi. Neredeyse George Soros’un ‘Açık Toplum Enstitüsü’nün açık toplum projesinin ikiz kardeşi!

Türkiyeli ilerici-devrimci kamuoyu esas olarak yabancı bu fonlanmaya! İlk kez Türk-İş ve KESK arasında karşılıklı suçlamalarla ortaya atılan MEDA Fonu ile olayın çapının farkına vardı. İddialara göre miktarı açıklanmayan ama çok büyük paralar dönmüş arada. Sendikaların sözde iş ve işçi sağlığı, işyeri güvenliği, güvenlikli çalışma koşulları, işçi eğitim, seminer ve toplantıları, eğitim amaçlı kamplar, grev fonlarının oluşturulması gibi tamamen meşru temelde sendikal faaliyet alanına giren bu çalışmalar MEDA Fonu’ndan alınan paralarla gerçekleştirilmiş! Ya da MEDA Fonu’ndan alınan paraların bu çalışmaların finansmanında kullanıldığı açıklanmış! Niye ihtiyaç duyuluyor bu paralara? Türk-İş sendikaları çok mu yoksul? Gerçekten aldıkları işçi aidatları samimi-temiz sendikal faaliyet yürütmelerine yetmiyor mu? Güçlükle grev kararı alınabilen işyerlerinde greve çıkan işçiler o yüzden mi sersefil bırakılıyor, greve çıktıklarına bir de sendika tarafından pişman ediliyorlar? Ya sendika ağalarının süper villaları, son model lüks araçları, milyon dolarlara döşenmiş büroları, beş yıldızlı otelleri, tatil kamplarına nasıl yetiyor paralar? Ya borsada batırılan, repoda tutulan paraların hesabını kim tutuyor, kaynağı neresi? Sendika ağaları ve sarı sendikacılar, uluslararası burjuvazi ve yerli işbirlikçileri tarafından kelimenin açık anlamıyla satın alınmışlardır. Aracı bazen MEDA Fonu’dur, bazen BM çalışma örgütü. Bazen AB iş yaşamını düzenleme örgütüdür, bazen uluslararası tekellerin fonları. Birilerine Beykoz sırtlarında milyon dolarlık süper lüks villa, birilerine Jaguar araba, birilerine Kıbrıs’ta tatil, birilerine beş yıldızlı otel odası...

Sendikaların başına çöreklenmiş bürokrat ve ağa takımının, işçi sınıfına yabancılaşmış, işçi yaşamından kopmuş, adeta işçi düşmanı kesilmiş olmalarını açıklıyor satın alınmış olmaları! Karşılığında milyonlarca işçinin asgari yaşam koşullarının altında çalıştırılıyor olmaları, işsizliğin kronik hale gelmiş ve sürekli yükseliyor oluşu, kazanılmış haklarının birer birer ellerinden alınması karşısında suskunluk veriliyor. Satılan işçi hareketinin ve sınıf mücadelesinin kendisidir yani!

Mali açıdan zayıf olduğunu bildiğimiz bazı sendikaların, uluslararası dayanışma temelinde Avrupa’daki kardeş sendikalardan mali olmayan dolaylı yardımlar aldıkları da oluyor. Aynı kategoriye koymadığımız bu sendikaları bekleyen tehlike biraz daha sinsi ve ideolojik temellidir. Ağırlıklı olarak sendikal kadroların eğitimi, temelli alınan yardımlarda verilen eğitim, sendikaların kendilerini ekonomik mücadeleyle sınırlandırmalarını öngören çağdaş sendikacılık uzantılı içeriğe sahiptir. Üye eğitim kampanyaları ve yeni üyelikler kazanma çalışmalarına bir ölçüde katkısı olmakla birlikte, sendikaların ve sendikacı kadroların ekonomik-demokratik alanda, siyasal-toplumsal gündemlerde etkinleşmelerini önleyici bir sendikacı kuşağı yetiştirme amacına hizmet eden bu tür yardımlar da kabul edilmemelidir.

Daha küçük oranlarda olan ama oldukça yaygın olduğunu düşündüğümüz “proje” tasarımcılarının, Fon dağıtan kurumlarda ellerinde projeleriyle kuyruğa girdikleri de biliniyor. Kendi kulvarında toplumsal, cinsiyetçi, ulusal vs. vb. alanlarda yürüteceği “proje”lerinin finansmanı için Avrupalı Fon kaynaklarına başvuruyorlar. Eğer iddia edildiği gibi ilerici, yurtsever, devrimci amaçlara bağlı çalışmalar yürütülecekse bunların hedef kitlelerinin sunacağı olanaklarla finanse edilmesi amaca uygunluk bakımından daha gerçekçi değil mi? Avrupa sermayeli fonlar nihai anlamda aleyhine sonuçlar doğuracak, sınıfsal çıkarlarına aykırı “proje”lere niye destek olsunlar? Kapitalizmin doğasına aykırı değil mi; kar elde etmeyi ummadığı alanlara yatırım yapmak? Tek yanıtı vardır bu sorunun; gelir adaletsizliğinin uçurum düzeyine gelmesi nedeniyle ezilen yığınların sert kırılmalarla ayaklanmasını önleyecek tampon tedbirler almak. Yani düzenin emniyet sibopları, sömürünün istikrar ve sürekliliğinin güvencesi için katlanır, kapitalizm bu “fedakarlığa!”

Bazen doğal afetler de “fon avcılarına” elverişli olanaklar sunuyor. Adapazarı ve Düzce depremlerinde siyasi partilerden, dernek ve vakıflara kadar onlarca kurum, depremzedelerin sosyal-psikolojik rehabilitasyonu, yaşam destek birimleri, eğitim ve bilinçlendirme seminerleri, deprem koşullarında yaşam, vb. proje ve çalışmalarıyla uluslararası vakıflardan yardım kuruluşlarına, resmi kaynaklardan devlet ve hükümet hibelerine kadar, DB, AB başta olmak üzere onlarca yan kuruluştan proje ve çalışmalarının finansmanı için hatırı sayılır miktarlarda “katkılar” aldılar.

Depremzedeler için yapılan bağışlara, devlet ve hükümet tarafından el konulması ile, insani kaygıların önüne geçen “fon avcılığı” arasında etik bakımdan fark azalıyorsa, eleştirimizin menziline girmelidir diye düşünüyoruz biz de!

Sonuç olarak;

Siyasal programı ne olursa olsun, toplumsal amaç ve hedefleri, insani duyarlılıkları, sendikal veya siyasal alanda, kültürel ve sosyal projelerde, yoksulluk, eğitim, sağlık, cins ayrımcılığı ulusal adaletsizlikler vb. hangi konu, alan, gündem olursa olsun yerli işbirlikçiler ya da uluslararası tekellerin uzantısı vakıf ve fonlar aracılığı ile finanse edilen hiçbir çalışmadan yarar beklememek gerekir. Toplumsal-siyasal satın almanın adının inceltildiği günümüz örneklerinde “projecilik”, “fon avcılığı”, “sponsorluk” karşı çıkılması gereken, sınıf mücadelesinin konusu olması gereken, emekçilerle, ezilenlerle mesafenin açılmasını koşullayan, yukarıdan bakma ve yabancılaşma üreten, kitlelerden kopuk, emeğin değersizleştirilmesi ve yozlaşmaya yol açan her tür girişim, eylem, kavram ve faaliyetten uzak durmalı, dolar ve euro cazibesiyle ya da samimi niyetlerine karşın mali sıkıntılar sonucu bu alanlara meyledenlere karşı eleştiri silahımızı konuşturmalıyız. Son söz: Kimin ekmeğini yersen, onun kılıcını sallarsın!

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi