Borsanın Tarihi

Teoride Doğrultu’nun geçen sayısında, emperyalist küreselleşmenin timsali olarak spekülatif sermayeyi ele almıştık. Bu sayıda ise, spekülatif sermaye hareketlerinin odaklaştığı temel merkez olarak “borsa”nın tarihsel gelişimini inceleyeceğiz.

Borsaların tarihi, 13. yüzyıla kadar uzanır. Borsalar, ilk olarak, feodal Avrupa’nın bağrında yeşeren ticari sermayenin bir dolaşım aracı, ve hükümetlerin borç bulma aracı olarak ortaya çıktı. Sermayenin ilkel birikimi (merkantilizm) döneminde borsa faaliyetinin üç ana konusu, devlet tahvilleri, vadeli mal sözleşmeleri ve sömürge pazarlarından getirilen otantik ürünlerin alım satımıydı (özellikle de baharatlar). Sonradan buna sömürge şirketlerinin hisseleri de eklendi.

‘Borsa’ ismi, 13. yüzyılda Flandr devletinde bulunan Brugge kentinde yaşamış olan Van der Buerse ailesinden gelir. Bu dönemde Brugge’de bulunan tüccarlar, Van der Buerse ailesinin evinin önünde bulunan ve onların adından esinlenen “de Beurse” meydanında toplanır, ticari anlaşmalar yapardı.

Anvers borsası 1460’da kuruldu ve 16. yüzyılın başında, Avrupa’nın en önemli borsası oldu. Anvers, 1531’de inşa edilen yeni binasında, ilk uluslararası borsa niteliğini kazandı. Anvers borsasının duvarında “Bütün milletlerin ve dillerin tüccarları için”(1) yazıyordu. O dönemin yazarlarından birisi, Anvers borsası için: “İnsan orada bütün dillerin karmakarışık bir gürültüsünü duyuyordu... Kısaca Anvers borsası, dünyanın her yanından bir parçanın bir araya geldiği küçük bir dünyaya benziyordu” der.(2) Bu borsada, mal ve borç senedi alım satımı yapılıyordu. Avrupa hükümetleri, bu dönemde, Anvers ve Lyon borsaları aracılığıyla borçlanıyorlardı.

“Anvers’teki başlıca spekülasyon konusu, en son gelen savaş ya da barış söylentilerine göre fiyatlarında büyük oynamalar olan Doğu Hindistan baharatlarıydı. Tüccarlar, karabiberin fiyatını piyasanın nabzını tutan bir ölçüt olarak kabul ediyorlardı”.(3) Baharat piyasası, saatten saate değişken bir özellik gösteriyordu. Christopher Kurz adlı bir borsa spekülatörü, karabiber, zencefil, safran ve borç senetlerinin fiyatlarını iki hafta öncesinden tahmin ettiği iddiasıyla yıldızların hareketlerine bakarak bir sistem oluşturmuştu. Bu sisteme göre hazırladığı ticari raporlar, spekülatörlerin elinde bir rehber oluyordu! (Bugün, burjuva medyadaki ‘borsa analistleri’nin tahminlerini yaparken Kurz’unkinden daha bilimsel bir yöntem kullandıkları da söylenemez hani... )

17. yüzyılın başında, Anvers’in İspanya tarafından işgal edilmesinin ardından Amsterdam borsası, Anvers’in yerini aldı. 1602’de Doğu Hindistan Hollanda Şirketi’nin anonim ortaklık olarak kurulması ve hisselerinin Amsterdam borsasında işlem görmesiyle, ilk kez hisse senedi alım satımı başlamış oldu. Ancak 1670’e gelindiğinde, Amsterdam borsasında halen sadece iki şirketin hisse senetleri işlem görüyordu: Doğu ve Batı Hindistan Hollanda Şirketleri. Bu iki sömürgeci şirketin akıttıkları paranın, Amsterdam borsasının öne çıkmasında özel bir yeri vardı. Hollanda’nın “keşifler” sonucu elde ettiği ganimet ve ticari mallar, Amsterdam borsasında toplanıyordu.

1750’de ise, Amsterdam Borsası’nda, üçü Hollanda, üçü İngiliz şirketi olan 6 anonim ortaklığın hisseleri işlem görüyordu. Yanı sıra, bu borsada Hollanda hükümetinin 25 tahvili ve aralarında Fransa ve İngiltere’nin de olduğu 13 yabancı hükümetin borç senetleri işlem görüyordu.

Amsterdam borsası, tarihe ‘lale çılgınlığı’ olarak bilinen spekülasyon dalgasıyla geçti. 16. yüzyılda Osmanlı’yı ziyaret eden Avusturyalı gezginler, burada gördükleri lale çiçeğinin soğanlarını dönüşte yanlarında getirmişlerdi. Lale yetiştiriciliği furyası tüm Avrupa’yı kısa sürede sararken, Amsterdam borsası da vadeli lale alım-satımlarına sahne olmaya başladı. Şu tarihte, şu renkte, şu kadar lale için yapılan bu sözleşmeler, giderek çılgınlık boyutuna vardı. 1630’lu yıllarda, Hollanda’da ekilebilir tarım alanlarının neredeyse tamamı lale bahçelerine dönüştürülmüştü. Bu dönemde nadir bulunan tek bir lale soğanının Fransa’nın önde gelen bira fabrikalarından birisi karşılığında satıldığı kayıtlara geçmiş. Aileler evlerini, topraklarını ipotek ettirerek vadeli lale sözleşmeleri yapıyorlardı. Yapılan vadeli sözleşmeler, elden ele bir kez daha, bir kez daha satılıyordu. 1637’de tüm bu spekülasyon balonu patladı. Lale piyasası çöktü. Hollanda’nın en varlıklı tüccarları da lale piyasasıyla birlikte iflas etti. Hollanda’nın “Lale Devri” böyle sonuçlandı!

Londra Borsası, 1568’de açıldı ve 1570’de Kraliyet Borsası ünvanını aldı. Bu borsada, döviz, hisse senedi ve mal alım satımı yapılıyordu.

17. yüzyılın son onyılında Londra borsasında, hisse senedi işlem gören şirket sayısı artmaya başladı. “Pek çoğu hükümetten izin bile almaksızın kurulmuş olan bu şirketler, agresif yöntemlerle piyasaya hisse senedi sürüyor, ... pazarlama tekniklerini adeta hokkabazlıkla harmanlayarak potansiyel yatırımcıları yüksek kâr vaatleriyle büyülüyorlardı. Bu şirketlerden birisi olan Diving Company, batan gemilerdeki değerli malları çıkarmayı vaat ediyordu; hatta bu işlemi nasıl yapacaklarını göstermek için zırhlı dalış kıyafetleri giymiş dalgıçlarla bir gösteri bile düzenlemişti.”(4)

“Bir sabah, gözü pek bir yatırımcı, ayrıntılarını o gün öğleden sonra açıklamaya söz verdiği gizli bir şirketin hisselerini, tanesi iki sterlinden sattı. Bu tanıtımcı, bin hisse sattıktan sonra, şirketin ayrıntılarını açıklamadan ortadan kayboldu.”(5) Bu dönemde, borsada hisse senedi satmaya başlayan bazı başka şirketlerin yapmayı vaat ettikleri işler, şunlardı: Kurşundan gümüş çıkarmak, kömürden demir yapmak, İspanya’dan eşek ithal etmek, insan saçı satmak, domuzları şişmanlatmak...

Bu dönemin borsalarının temel bir karakteristiği, sömürge yağmasının aktığı ve el değiştirdiği bir merkez olmalarıydı. Sömürge ülkelerden elde edilen ganimetler ve özgün otantik ürünlerin yan sıra, anonim şirket yapısıyla kurulan sömürge şirketlerinin hisseleri de borsalarda alınıp satılıyordu. Örneğin İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (1612). Bu şirket, hükümete borç veriyor ve karşılığında deniz aşırı seferleri için hükümetin askeri korumasını alıyordu.

1642’de şirket, “çokuluslu” bir yapıda örgütlendi. Şirket, farklı ülkelerde kurduğu bürolar aracılığıyla, fabrikalar işletiyor ve uluslararası bir ticaret ağı örgütlüyordu. Şirketin askeri gücü de vardı. Latin Amerika’da köleleştirilen yerli halkın ölesiye koşullarda çalışarak çıkardığı madenleri, Hindistan’ın pamuklu kumaşını, Endonezya’nın baharatını, Çin’in ipek, şeker, kahve ve çayını birbirleriyle ve Avrupa’nın altın parasıyla değiştiriyordu. Şirket yönetimi Genel Kurul tarafından seçiliyordu. Şirket, Hindistan ticareti üzerinde tekel sahibiydi. Hissedarlarına ödediği kâr payı, en varlıklı dönemlerinde yüzde 10’a kadar çıktı.

Doğu Hindistan Hollanda Şirketi ise, bu bölgedeki Hollanda sömürge yönetimiyle iç içe geçmiş bir anonim şirketti. Hollanda’nın Doğu Hindistan Genel Valiliği, şirketin en büyük hissedarıydı. Bu şirketin yönetimini elinde tutan Genel Vali’nin aynı zamanda savaş açma, kale dikme gibi yetkileri de vardı. “Şirket en parlak döneminde, Doğu Hindistan ticaretini tekeline almış durumdaydı ve hissedarlarına yüzde 22 kâr payı ödüyordu.”(6)

Bu şirketler, hem sömürgeleri yönetiyor, hem de bu sömürgelerde gerçekleştirilen talanı bir şirket disiplini içinde örgütlüyorlardı. Avrupa borsalarının ilk döneminde, sömürge halklarının inanılmaz bir vahşetle katledilmesi, kölece çalıştırılması, sömürge zenginliklerinin yağmalanarak Avrupa pazarlarına satılması, borsa çarkını döndüren temel faktörlerden birisiydi. Bu şirketler, sömürge halkların kanını, “kâr payı” olarak hissedarlarına dağıtıyorlardı.

Ancak, bu dönem boyunca Avrupa borsalarındaki işlemlerin ana ağırlığını oluşturan, ne baharat ticareti, ne de sömürge şirketlerinin hisseleriydi. Devlet borç senetlerinin alım satımı, bu dönem borsalarına damgasını vurmuştur. “18. yüzyıl boyunca, finans piyasalarındaki büyümeyi kamçılayan, kamu borçlarının saygınlığındaki artış oldu. (...) Ulusal borçlar, (bu yüzyılda -bn.) bir zenginlik simgesi haline geldi.”(7) “Devletin borçları, borsada çok eskiden beri alışveriş konusudur, birçok borsa ticarete devlet tahvilleriyle başladı.”(8)

Hisse fiyatlarının basında duyurulması da 17. yüzyılın sonunda başladı. Ocak 1699 tarihli London Post’ta 6 şirketin hisse fiyatı yazılıydı. Bunlar, İngiltere Bankası, Doğu Hindistan Şirketi, Afrika Şirketi, Yeni Doğu Hindistan Şirketi, Million Bankası ve Orphan Chamber’dı. Sömürge şirketlerinin ağırlığı burada da görülüyor. 1725 tarihli bir Daily Post’ta bu sayı 14’tü. 1741’de ise, 22 şirketin hisse fiyatı Daily Post sayfalarında yer alıyordu. 18. yüzyıl gazetelerinin çoğunda 20 ila 25 şirketin hisse fiyatları yer alıyordu.

İlk Uluslararası Borsa Krizi

1720’de, Londra ve Paris borsalarında birbirini izleyen iki çöküş yaşandı. Missisipi balonu ve Güney Denizi balonu adıyla anılan iki spekülasyon dalgası, büyük bir iflas dalgasıyla son buldu.

1716’da Fransa’da, Krallık, John Law adlı bir kapitaliste, banknot basma yetkisine sahip Kraliyet Bankası’nı kurma yetkisi verdi. Bir yıl sonra, Law, Kuzey Amerika’daki Missisipi havzasını sömürmek amacıyla Missisipi Şirketi’ni kurdu. Bu şirketin hisselerinin devlet bonoları karşılığında satılabilmesine olanak tanındı. Böylece, elinde devlet bonoları olanların büyük bölümü, bonolarını vererek bu şirketin hisselerini aldılar. Fransa Krallığı, borçlarından kurtulmuş, Missisipi şirketi de devlet borçlarını üzerine alarak politik etki gücü elde etmiş oldu. Sonrasında Law, Krallık’tan tütün tekelini ve dış ticaret tekelini de aldı. Daha da ileri giden Law, elindeki Kraliyet Bankası’nı da Missisipi şirketiyle birleştirdi. Böylece Missisipi şirketi, Fransa’nın hem dış ticaret tekelini, hem de para basma yetkisini ve dolayısıyla tüm mali sisteminin yönetimini kendi ellerinde toplamış oluyordu.

Missisipi hisselerinin değeri hızla yükselmeye başladı. Law, emrindeki Kraliyet Bankası aracılığıyla piyasaya para sürdükçe, bu para Missisipi hisselerine yatırılıyor ve hissenin değeri artıyordu. Ancak bu sınırsızca para basma işlemi sonucunda, paranın değeri hızla düştü. Mal fiyatları, 1716 ile 1720 arasında yüzde 100 oranında arttı. Nihayet 1720 yılında, Missisipi havzasında altın bulunmadığı anlaşılınca, buraya göç etmeyi düşünenlerin umutları yıkıldı. Böylece şirketin beklenen kârı getirmeyeceği düşüncesi egemen oldu ve hisse değerleri düşmeye başladı. Kraliyet Bankası, hisselerin değerindeki düşüşü önlemek için piyasaya bol miktarda banknot sürünce, paranın değer kaybı hızlandı. Ellerindeki banknotları altın ve gümüşle değiştirmek isteyen halk Kraliyet Bankası’na akın edince, spekülatif balon patladı. Hem Missisipi şirketi, hem Kraliyet Bankası, hem de tüm devlet borcunu bu şirkete bağlamış olan Fransa Krallığı iflas etti! Bu durum, genel bir ticari kriz başlattı.

İngiltere’deki çöküş de benzerdi. Burada da Amerika ve Pasifik adalarındaki İspanyol sömürgeleriyle ticareti hükümet kararıyla tekeline alan Güney Denizi Şirketi, hükümete, hisselerinin devlet borç tahvilleriyle değiştirilebilmesini önerdi. Bu öneri hükümetçe kabul edildi.(1719) Altı gün içinde hükümet borcunun üçte ikisi Güney Denizi Şirketi’ne geçmişti. Böylece Güney Denizi’nin hisseleri bir anda 77 sterlinden 123.5 sterline yükseldi. 1720 12 Nisanı’nda şirketin yeni hisseleri 300 sterlinden satışa sunuldu. Hisselerin değeri hızla artmaya devam etti: 23 Nisan’da 400, Haziran’da 800, Temmuz’da ise 1000 sterlin. İspanya’nın 1720 Temmuzu’nda Güney Denizi Şirketinin Amerika ile ticaretini kısıtlaması, şirkete müthiş bir darbe vurdu. Zaten Fransa’da Missisipi balonunun patlaması ve Londra borsasında bir dizi küçük şirketin iflası, borsada düşme eğilimi oluşturmuştu. İspanya’nın kararı, bu yüzden şirket hisselerinin hızla düşmesine yol açtı: Ağustos’ta 700, Eylül’de 131 sterlin. Tabii, söylemeye gerek yok ki, Güney Denizi’yle birlikte Krallığın devlet borçları da çöktü. Çok sayıda banka ve şirket iflas etti.

1720 Paris-Londra mali krizleri, kapitalizmin tarihindeki ilk uluslararası mali krizdir. Böylece, kapitalizmin, uluslararası finans piyasalarını birbirine bağladığına dair ilk pratik veri de ortaya çıkmış oldu. O günden bu yana, uluslararası finans merkezlerinden herhangi birinde patlak veren bir mali kriz, mutlaka şu ya da bu ölçüde bütün diğerlerini etkilemiş, hatta bir dizi merkezi de kendisiyle birlikte krize sürüklemiştir.

Sanayi Devrimi Dönemi: Demiryolu Çılgınlığı

Sanayi devriminden (18. yüzyıl ortaları), 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar, borsaların yapısında yaşanan temel değişiklik, demiryolu, kanal ve doklar gibi büyük kapitalist işletmelerin hisselerinin borsalarda alınıp satılmaya başlamasıydı. Yine, az sayıda sanayi anonim şirketinin hisseleri de borsada başgöstermeye başladı. Kapitalist üretimin ileriye sıçraması için gerekli genel koşulları üreten demiryolu, kanal gibi işletmeler, küçük bireysel firmaların boyunu fazlasıyla aştığından, ancak anonim şirket biçiminde kurulabiliyordu. Bu şirketler borsada hisse satmak yoluyla sermaye topluyordu.

Bu dönemde, “Londra Borsası’ndaki işlemlerin büyük miktarı, çoğu İngiliz hükümetine ait olan hükümet tahvillerinden oluşuyordu. Ancak sigortacılık, bankacılık, gaz ve su işleri, limanlar, kanal ve demiryolları gibi işlerle uğraşan anonim şirketlerin ve bazı küçük şirketlerin tahvil ve hisse senetlerinin alım satımı da yapılıyordu. Yine de 1840’a kadar işlem gören kağıtların çoğu İngiliz ve yabancı hükümetlerin tahvilleriydi.”(9)

1720’deki Güney Denizi ve Missisipi skandallarının ardından İngiltere ve Fransa’da, anonim şirketlerin kuruluşunu zorlaştıran yasalar çıkarıldı. Özellikle İngiltere’de çıkartılan Sahtekarlık Yasası, anonim şirketlerin kuruluşu önünde gerçek bir engeldi. Ama, kapitalist üretimin gelişiminin ihtiyaçları, doklar, kanallar, demiryolları gibi büyük yatırımların yapılmasını dayattığından, bu dönemde bu işleri yapan anonim şirketlerin sayılarında yine de artış oldu.

“1820’lerde ve 1830’larda, Fransa ve Belçika’daki kanal yapımı furyasında anonim şirketlerin sayısında bir patlama yaşandı. ... Sahtekarlık Yasası’nın koyduğu sıkı kurallara karşın, 18. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de yaşanan kanal yapımı furyası, yeni bir anonim şirket patlamasıyla sonuçlandı. 1758 ile 1803 yılları arasında Parlamento’dan kanal yapımı için izin isteyen şirketlerin sayısı 165’in üzerindeydi.”(10) Bu gelişme, hisse senetlerinin borsalarda tuttuğu yeri de büyüttü. Örneğin 1698 yılında Londra borsası bünyesinde ayrı bir menkul kıymetler borsası oluşturuldu.

ABD’de ise, 1790’ların başlarından itibaren, New York’un Wall Sokağı, aracıların buluştuğu ve finansal ticaret yaptığı bir merkez haline geldi. Wall Street borsası, 1792-1793’te fiilen, 1817’de ise, New York Borsası adıyla resmen kuruldu. Wall Street’te ilk başta büyük oranda hükümet bonoları alınıp satılırdı. Wall Street’in hisse senedi işlem hacmi, 1830’larda günde bin hisseydi. 1886 sonunda bu sayı, 1 milyonu aştı.

“Anonim şirket yapısını benimseyen ilk büyük çaplı sınai şirketler, demiryolu şirketleriydi. 1884’te ilk kez duyurulan Dow Jones ortalamasındaki onbir hissenin dokuzu demiryolu şirketlerine aitti. ... Demiryolu endüstrisi, bir avuç yatırımcının ortaya koyabileceğinden çok daha fazla sermaye gerektiriyordu ve sınırlı yükümlülük güvencesi sayesinde olabildiğince çok yatırımcıdan sermaye çekmek mümkündü.”(11)

Bu dönemde borsa spekülasyonunun ana konusu, demiryolu hisseleri oldu. Vadeli sözleşmeler üzerinden yapılan bir spekülatif ticaret de buna eşlik etti.

1844-1847 arasında, hemen tüm İngiliz şirketleri, sermayelerinin önemli bir kısmını demiryolu hisselerine yatırdılar. (Sadece 1846-1847 arasında 75 milyon sterlin.) Böylece, kapitalist sistemin damarlarında dolaşan para-sermayenin önemli bir kısmı emilip demiryolu şirketlerinin elinde merkezileştirildi. Demiryollarına paralarının büyük kısmını yatıran şirketler, işlerini aynı ölçekte sürdürmek için de kredi aldılar. Demiryolları hisseleri yükseldiğinde bunları satıp borçlarını ödemeyi planlıyorlardı. Sonuçta hisselerde beklenen yükseliş bir türlü olmayınca, şirketler de çare olarak, Hindistan’a vadeli mal satışı yapıp, sözleşmeleri vadesi gelmeden önce bozdurmaya başladılar. Bir süre sonra, şirketlerin borçları ödemek için nakit para ihtiyacı bu yolla karşılanmaya başladı. Ortada herhangi bir talep olmadığı halde, çok büyük mal alım satımları gerçekleştirildi. Siparişleri taşıyan gemi daha Hindistan’dan çıkmadan, vadeli ödeme senedi el değiştirmeye başlıyordu. Sonuçta İngiltere’de, satılamayacak ölçüde çok mal yığıldı ve 1847’de bir fazla üretim krizi patlak verdi. Şubat-Ekim 1847 arasında İngiliz devlet tahvillerinde 93.8 milyon, dok ve kanal hisselerinde 1.3 milyon, demiryolu hisselerinde ise 19.5 milyon yani toplam 114.7 milyon sterlin değer kaybı yaşandı.(12)

Anonim Şirketlerin Egemenliği

19. yüzyılın ikinci yarısından, bugüne kadar geçen dönemde borsanın işlevi, hisse senetli şirketlerin ortaya çıkışı ve gelişimi yüzünden farklılaşmıştır.

Engels, Kapital’in 3. cildine yazdığı bir “Ek”le, kitabın yazıldığı 1865’ten, yayımlandığı 1894’e kadar geçen 30 yıllık dönemde borsanın işlevinde meydana gelen değişimleri özetler.

“1865’te borsa, kapitalist sistem içinde henüz ikincil bir öğeydi. Devlet tahvilleri, belli başlı borsa senetleri kitlesini temsil ediyordu ve bunların toplamı bile, henüz nispeten küçüktü. ... Demiryolu hisse senetleri, bugüne oranla, henüz zayıftı. Hisse senetli şirket biçiminde daha henüz ancak birkaç tane doğrudan üretici kuruluş vardı.”

Kitabın yazıldığı 1865’ten beri, borsaya önemli ölçüde artan ve sürekli büyüyen bir rol yükleyen bir değişiklik olmuş, sınai ve tarımsal tüm üretimin, tüm ticaretin, ulaştırma ve iletişim araçlarının olduğu kadar değişim işlevlerinin de borsa yöneticileri elinde toplanmasına doğru bir gelişme görülmüş, ve böylece, borsa, bizzat kapitalist üretimin en seçkin bir temsilcisi halini almıştır.”

1866 bunalımından beri, birikim git gide büyüyen bir hızla arttı ve böylece, hiçbir sanayi ülkesinde ve hele İngiltere’de, üretimdeki genişleme, birikime ayak uyduramadı. (...) Ama bu birikimle birlikte rantiyelerin (...) sayıları arttı. En sonu, para-sermaye olarak başıboş dolaşan bu kitlenin yatırımını kolaylaştırmak için, henüz kurulmamış bulunan yerlerde, yeni sınırlı sorumlu şirket türleri kuruldu ve eskiden hisse senedi sahiplerinin sınırsız olan sorumlulukları azaltıldı.”

Bunu, sanayiin, giderek hisse senetli girişimlere dönüşmesi izledi. Sanayi kolları birbiri ardına bu kadere kurban gitti. Önce, şimdi artık dev fabrikaların gerekli olduğu demir sanayii. (...) Ardından, kimya sanayii ve makina fabrikaları. (...) Bundan sonra, ortak yönetim altında dev girişimler yaratan tröstler (United Alkali gibi). Sıradan bireysel firmalar, git gide artık, o alandaki işi kurulabilecek düzeye getiren, yalnızca birer geçici aşama (haline geldi).”

“Sonra sömürgeleştirme. Bugün bu, borsanın gerçek bir yardımcısı; onun çıkarı için Avrupa’nın güçlü devletleri birkaç yıl önce Afrika’yı paylaştı, Fransa, Tunus ile Tonkin’i ele geçirdi. Afrika, doğrudan doğruya şirketlere kiralandı (Nijerya, Güney Afrika, Alman Güneybatı ve Alman Doğu Afrikası) ve Mozambik ile Natal’ı Sir Cecil Rhodes borsa için ele geçirdi.”(13)

Engels, 1866 bunalımının, borsanın işlevi bakımından bir dönüm noktası olduğunu tespit ediyor. Böylece, 19. yüzyılın hemen bütün bir ikinci yarısı boyunca:

A) Kapitalist üretim muazzam ölçekte büyüyor.

B) Üretimindeki bu yoğunlaşma ve büyüme, artık devasa ölçekte işletmelerin kurulmasını dayatıyor ve “sıradan bireysel firmalar, yalnızca işi kurulabilecek düzeye getiren geçici bir aşama” haline geliyor. Toplam sermayenin ezici çoğunluğu, giderek hisse senetli (anonim) şirketlerde toplanıyor. Böylece sanayi şirketleri, hisse senetli şirketlere dönüşüyor ve borsa, sanayi şirketlerini içine çekerek şişiyor.

C) Kapitalist sanayi üretiminin ulaştığı yoğunlaşma düzeyi, muazzam bir birikim yarattı. Üretimdeki genişleme, bu birikimi ememedi ve bir sermaye fazlası oluştu. Yani, kârlı olarak yatırılamadığı için, büyük bir sermaye kitlesi atıl kaldı. Üretimdeki genişlemenin birikime ayak uyduramaması, “para-sermaye olarak başıboş dolaşan bir kitle”nin oluşmasına yol açtı. Bu para-sermaye kitlesi de, hisse senetleri spekülasyonu işine aktı. Böylece üretimdeki genişlemeyle borsadaki genişlemenin birbirine koşut olduğu bir aşamaya gelindi.

D) Sömürge şirketlerinin borsada işlem görmesi ve sömürge yağmasının borsaya akması bu dönemde de devam etti. Sömürge şirketlerinin hisse değerlerinin yükseltilmesi, dolayısıyla daha cazip hale getirilmeleri, yeni bölgeleri sömürgeleştirmelerinden geçiyordu. Dolayısıyla, hisselerinin borsa değerlerini yükseltmek ve böylece daha fazla sermaye toplamak hedefi, sömürge şirketlerinin yeni ülkeleri sömürgeleştirmesi yönünde bir itici güç oldu.

Hisse senetli (anonim) şirketlerin kurulmasıyla borsa, toplumsal üretimdeki her büyümeyle birlikte büyüyen ve şişen dev bir organizmaya dönüştü. Her büyük işletme, sermaye toplamak için, senetlerini borsaya sürmeye başladı. Önce dok, kanal ve demiryolu yapımı gibi büyük altyapı yatırımları, sonra da bankalar ve sanayinin çeşitli dallarındaki işletmeler, borsaya hisselerini sürerek, hissedarlarına kâr payı dağıttılar. Öyleyse, anonim şirketlerin doğuşu, aynı zamanda hisse senetleri borsasının da doğuşu anlamına geldi.(14)

***

Öyleyse, borsanın bundan sonraki gelişimini anlayabilmek bakımından, anonim şirketlerin ortaya çıkışını incelemekte fayda var.

Anonim şirketlerin doğuşuna kadar, ticari işletmelerde ortaklık, kişisel güvene dayanıyordu. Ortak, şirkete karşı tüm malvarlığıyla sorumluydu (sınırsız sorumlu ortak). Dolayısıyla, bu firmalarda ortaklığı sınırsızca genişletmek, olanaklı değildi. Ortaklık, birbirini tanıyan ve güvenen birkaç kapitalistin sermayesiyle sınırlı kalıyordu. Bu tür ortaklıklar daha çok da aile bireyleri arasında kuruluyordu. Anonim şirkette ise, ortak şirkete karşı yalnız hissesi kadar sorumludur (Sınırlı sorumlu ortak). Dolayısıyla, parasını hisse senedine zaten yatırmış olduğu için, bu ortağın kim olduğunun fazlaca bir önemi de yoktur. Böylece ticari işletmeler, kişisel güven ilişkisinin sınırlarını yıkıp geçtiler. Anonim şirketler, çok sayıda hissedar ortağın sermayesini büyük bir havuzda birleştirdiler. Şirket yönetimi ise, hissedarların oluşturduğu Genel Kurul tarafından seçildi.

Anonim şirketlerin doğuş sebebi, üretimin ölçeğindeki büyümedir. Bireysel kapitalist, tek başına, diyelim bir konfeksiyon atölyesi kurabilir ama, örneğin demiryolu inşa edecek sermayeyi tek başına toplayamaz. Hisse senetli şirketlerin kuruluşuyla, “üretimin ve birikimin ölçeğinde, bireysel sermayeler için olanaksız bulunan muazzam bir genişleme” gerçekleşti. (Marx)(15)

Anonim şirketlerin kurulmasını basitleştiren hukuk kuralları, 1830’ların son yıllarında ABD’de, 1856’da İngiltere’de, 1867’de Fransa’da yürürlüğe girdi. Böylece, anonim şirketlerin kapitalist üretime egemen olmasının önü alabildiğine açılmış oldu.

Anonim şirketler, bireysel sermayeyi kolektif sermayeye dönüştürürler. Üretken güçlerin gelişimi, böylece, bireysel özel mülkiyetin dar çerçevesini aşmıştır. Üretimin, bireysel sermayelerin altından kalkamayacağı ölçekte toplumsallaşması, anonim şirketlerin ve devlete ait büyük işletmelerin doğmasına neden olmuştur. Bireysel kapitalistin aile ortaklarıyla birlikte kurduğu küçük, sınırlı, ortaklar arasında kişisel güvene dayanan şirketi, yerini anonim şirketlerin egemenliğine bıraktı.

Anonim şirketlerin doğuşu, Marx’ın deyişiyle, “özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içinde ortadan kaldırılmasıdır.(16) Yani kapitalizm, gelişmesinin belli bir aşamasında, bireysel özel mülkiyetin yerine, kolektif özel mülkiyetin belli bir parçasına sahipliği, yani anonim şirket hissedarlığını geçirir. Ancak bu durumda da kapitalist mülkiyet biçimine özgü temel özellikler ortadan kalkmaz. Hisselerin büyük bölümünü elinde tutan büyük hissedarlar, fiilen şirket yönetimini ele geçirirler. Hatta, Uzanlar’ın devletten satın aldıkları yüzde 11’lik hisseyle Çukurova Elektrik’i ele geçirmesi gibi durumlar istisna olmaktan çıkar. Yüzde 20-30’luk bir azınlık hissesi, fiilen şirketin tümü üzerinde yönetim gücü sağlar. Binlerce küçük hissedarın şirket üzerinde gerçek hiçbir yönetim gücü bulunmaz. Burjuva iktisat, hisse senedi fiyatlarının düşürülerek, nüfusun gittikçe daha büyük bir kesiminin hisse sahibi yapılmasını “sermayenin tabana yayılması, demokratikleştirilmesi” olarak kutsasa da gerçek, bunun tam tersidir. Hisse sahipliği kitleselleştikçe, gerçekte toplumun gittikçe daha büyük bir kesiminin küçük tasarrufları tekellerin ellerinde yoğunlaşır.

“Bu, kapitalist üretim tarzının, bizzat kapitalist üretim tarzı içerisinde ortadan kaldırılmasıdır ve dolayısıyla ilk bakışta yeni bir üretim biçimine geçişin yalnızca bir evresini temsil eden, kendi kendini çözümleyen çelişkidir. Bu, böyle bir çelişki olarak, kendini sonuçlarıyla da ortaya koyar. Bazı alanlarda tekel kurar. (...) Yeni bir finans aristokrasisi, ... yeni bir asalaklar zümresi türetir; birleşik kuruluşlar, hisse senedi çıkarmak ve hisse senedi spekülasyonları yoluyla tam bir sahtekarlık ve dolandırıcılık sistemi yaratılmış olur.” (Marx)(17)

Marx, anonim şirketlerin, “yeni bir üretim tarzına geçişin bir evresi” olduğunu söylüyor. Bunun anlamı, bireysel özel mülkiyetin çerçevesini aşan üretici güçlerin, anonim şirketlerin de çerçevesini aşacağı ve toplumsal mülkiyetin temelini oluşturduğu yeni bir üretim biçiminin, yani sosyalizmin zorunluluk olarak kendisini dayattığıdır. Üretimin toplumsal karakteri, kendisini açıkça dayatmıştır. Bireysel özel mülkiyetin anlamsızlığı tüm çıplaklığıyla ortadadır. Lenin’in deyimiyle “özel ekonomik ilişkiler ve özel mülkiyet ilişkileri, artık içeriğine uymayan bir kabuktan, çıkarılması yapay olarak geciktirilirse kesinkes çürüyecek olan, belki bu çürüme durumunu oldukça uzun sür- dürse de, ... sonuçta kesinkes atılacak olan bir kabuktan ibarettir”.(18)

Marx’ın, anonim şirketlerin egemenliğinin “finans aristokrasisi” geliştirdiği tespiti, bu kabuğun atılamamasının yarattığı çürümenin pratik bir görünümünden başka bir şey değildir. Kapitalizm, anonim şirketlerin egemenliğiyle bir yandan büyük üretken güçleri bir çatı altında toplar, ama diğer yandan da giderek büyüyen bir asalak sektör yaratarak, üretici güçlerin gelişmesinin önüne set çeker. Marx’ın bu ifadesi, Kapital’in yazıldığı günden bugüne uzanan bir tarih çizgisi boyunca kapitalizmin gelişiminin en özlü anlatımıdır. Bu durum, Lenin’in de Emperyalizm’de altını çizdiği gibi, uluslararası mali oligarşinin ortaya çıktığı emperyalist çağda özellikle belirgin ve çarpıcı bir olgu haline gelmiştir. Bugünse, çokuluslu tekellerin dünya egemenliği, uluslararası mali oligarşinin dünya egemenliğini besliyor ve derinleştiriyor. Marx’ın anonim şirketlerin egemenliğinin bir sonucu olarak doğduğuna işaret ettiği “finans aristokrasisi”, tekellerin ve mali sermayenin çağı emperyalizmde, mali oligarşi biçiminde kendisini ortaya koymuştur.

Bireysel özel mülkiyete dayanan küçük firmaların önemsizleşerek, yerlerini anonim şirket egemenliğine bırakmasının yarattığı sonuçları Marx şöyle özetliyor:

“Bu mülksüzleştirme, kapitalist sistem içinde çelişkili bir biçimde, toplumsal mülkiyetin bir azınlık tarafından ele geçirilmesi biçiminde görünür; ve kredi sistemi, bu azınlığa git gide daha fazla, sırf bir maceracılar topluluğu niteliği verir. Mülkiyet burada, hisse senedi biçiminde bulunduğu için, hareketi ve el değiştirmesi tamamen, küçük balıkların köpek balıkları tarafından yutuldukları ve kuzuların borsa kurtları tarafından mideye indirildikleri, borsada oynanan bir kumar halini alır. Hisse senetli şirketlerde, toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyet gibi göründüğü eski biçime karşı bir düşmanlık vardır, ama hisse senedine dönüşme, hala kapitalizmin ağları içinde kapana sıkışmış haldedir; bu nedenle, servetin toplumsal servet ve özel servet olarak nitelikleri arasındaki zıtlığı aşacak yerde, bu şirketler bunu yalnızca yeni bir biçim içerisinde geliştirirler.”(19)

Anonim şirketlerin doğuşunu, kartellerin ve tröstlerin doğuşu izledi. Engels’ten aktardığımız pasajda geçen ‘United Alkali’ kimya tröstü, bunun ilk örneklerinden birisidir. 30’dan fazla alkali firmasının eski sahipleri, firmalarının değerine karşılık gelen bir hisse payıyla, bu tröste ortak olmuşlardır. United Alkali’nin kuruluşuyla, firma sahiplerine 5 milyon sterlinlik hisse satıldı, 1 milyonluk hisse de borsaya sürüldü. Böylece 6 milyonluk bir para-sermaye, borsaya girmiş oldu. Bu örneğin de gösterdiği gibi, anonim şirketlerin egemenliği ve giderek tekellerin oluşmasıyla birlikte, tek bir çatı altında toplanan üretici güçlerin ölçeği büyüdükçe, borsada işlem gören hisse senedi hacmi de büyüdü. Tekelci kuruluşlar, giderek kocaman sektörleri birbiri ardına yutup, bireysel küçük işletmeleri tasfiye ettikçe, sanayi üretiminde devinen para-sermayenin giderek daha büyük bir kısmı borsa tarafından emildi.

Bankalar Ve Borsa

Bankalar, anonim şirketlerin ve dolayısıyla da hisse senetleri borsasının gelişiminde temel bir rol oynadılar.

Fransa’da 1852’de III. Napoleon’un kurduğu Credit Mobilier bankasının kuruluş amacı, demiryollarını ve ağır sanayii finanse etmekti. Credit Mobilier, müşterilerine mevduat hesabı açıyor, hem borç senedi, hem de kendi hisselerini satarak sermaye topluyordu. Banka, kendi sermayesini anonim şirket hisselerine ve bonolara yatırıyor, bazen bunları yeniden halka satıyordu. Uzun vadeli finansman olanağını ve rekabet halindeki şirketlerin hisselerini elinde tutarak güç kazandı. Bu güç sayesinde rakip şirketler arasında rekabeti sınırladı ve kartelleşmeyi teşvik etti.

ABD’de ‘yatırım bankacılığı’nı başlatan J. P. Morgan adlı bir tüccar banker oldu. Morgan, borç verdiği şirketlerle anlaşma yaparak, yönetim kuruluna bir üye sokuyordu. Böylece hem şirket yönetimi üzerinde söz hakkına sahip oluyor, hem de borcun geri ödenmesini garanti altına alıyordu. Morgan, çok sayıda şirkette elde ettiği yönetim kurulu üyelikleriyle hem piyasa üzerinde kontrol gücü elde etti, hem de tekelleşmeyi sağladı. Örneğin, çok sayıda çelik şirketini birleştirerek, US Steel Corporation’ı kurdu. Böylece ABD çelik sektörü tek bir dev tekel altında birleşmiş oldu.

1912’de Morgan, 32 anonim şirketin yönetimine bir ya da birkaç ortağını sokmuştu. Kendisi de 9 şirketin yönetiminde söz sahibiydi.

1920’de Morgan&Co. değişik şirketlerin yönetim kurullarına 167 temsilci sokmuş, birbirine bağlı 2450 yönetim kurulundan oluşan bir ağ oluşturmuş ve ABD’deki anonim şirketler varlığının 1/4’ünü (%25) ele geçirmişti.

Almanya’ya gelirsek. 1870 Haziranı’nda Prusya’da 410 AŞ varken, 1874 sonunda bu sayı 2000’i aşmıştı. 1870-72 arasında Almanya’da anonim şirket biçiminde 107 banka kuruldu. 1873 krizinde bu bankaların çoğu iflas etti. “Bu bankalar, müşterilerinin hesaplara yatırdıkları parayı banka sermayesiyle birleştirerek, anonim şirket hisselerine yatırıyorlardı. ... Alman bankalarında hesap açtıran bir müşteri, bankanın seçtiği bütün hisselere yatırım yapmayı kabul ediyor, bunun yanında çoğunlukla, hissedar toplantılarında bulunma ve oy kullanma hakkını bankaya sağlayan bir vekalet veriyordu. Böylelikle hisselerin ve kâr payının sahibi müşteriyken, hissedarların oy hakkı bankanın elinde bulunuyordu... Büyük miktarlarda hissenin yanı sıra, hissedar müşterilerinin oy haklarını da ellerinde tutan Alman bankaları, kısa ve uzun vadeli sermaye gereksinimlerini ancak bankalar aracılığıyla karşılayabilen sınai girişimler üzerinde büyük güç sahibi oldular.”(20)

Bütün bu örneklerde gördüğümüz olgu şudur: Anonim ya da hisseli şirketlerin kurulup gelişmesinden itibaren, banka-borsa-anonim şirket üçgeni oluşuyor. Bankalar, anonim sanayi şirketlerinin hisselerinin alım satımında özel bir rol oynuyorlar. Dahası, bizzat bankalar da artık anonim şirket olarak örgütleniyor. Üretimin toplumsallaşmasının ulaştığı düzey, üretimin finansmanı için, sermayenin büyük miktarlarda merkezileşmesini zorunlu kılıyor. Banka, kendisinde merkezileştirdiği sermayeyle, demiryolu, demir çelik sanayii vb. büyük ölçekli kapitalist girişimleri finanse ediyor. Dahası, bizzat bankalar, farklı anonim şirketlerin yönetim kurullarında sahip oldukları mevziler sayesinde, sanayi şirketleri arasındaki rekabeti sınırlamaya çalışıyor, kartelleşmeyi ve tröstleşmeyi teşvik ediyorlar. Bankaların böyle yapmaktaki amaçları, ilk başta, kredi verdikleri rakip şirketlerin rekabet sonucu birbirini batırmasını önlemekti. Ancak sonradan, bu işlem, giderek bankaların bizzat sanayi üzerinde egemenlik kurmasının bir aracı oldu.

Böylece, 19. yüzyılın ortalarından itibaren bankalar adım adım, sanayi işletmeleri ve borsa üzerinde güçlü bir yönetim gücüne sahip oldular. Hisse senetli şirketlerin ortaya çıkışı sayesinde finans tekelleri, hisse satın alan yüzbinlerce ve giderek milyonlarca küçük tasarrufçunun birikimleri üzerinde söz hakkı sahibi olmakla kalmadı, borsa üzerindeki hakim konumu sayesinde sanayi şirketlerine ve tüm ekonomiye hükmetme güçleri de arttı.(21)

“Birkaç elde toplanmış olan ve fiilen bir tekel durumu yaratan mali-sermaye, mali-oligarşi egemenliğini güçlendirerek ve bütün bir toplumu tekelciler yararına haraca keserek, şirketlerin kuruluşundan, kıymetli evrak çıkarılmasından, devlet tahvillerinden çok büyük ve giderek artan ölçüde kârlar elde etmektedir.” (Lenin)(22)

Böylece görüyoruz ki, 19. yüzyılın ikinci yarısından bugüne değin süren ve esas gelişimini 20. yüzyılın başlarında tamamlayan bu yeni döneminde borsalar;

A) Esas olarak hisse senedi borsaları olarak işlev görecektir.

B) Bankaların egemenliği altında çalışacaktır.

Türkiye’de Borsanın Kısa Tarihi

Türkiye’deki borsanın gelişimi de, tıpkı Avrupa’daki gibi, kapitalizmin gelişme düzeyi tarafından şekillendirilmiştir. Yalnız, doğal olarak, gelişme dönemlerinin tarihleri Avrupa’dan farklıdır.

Osmanlı’da ilk borsa, 1873’te Dersaadet Tahvilat Borsası adıyla İstanbul’da kuruldu. Bu borsa, Osmanlı devlet tahvillerinin satışı üzerinden şekillendi. 1906’da adı Esham ve Tahvilat Borsası olarak değiştirildi. Bu tahvillerin büyük bölümü, Galata bankerleri aracılığıyla Avrupa finans sermayesine satılıyordu. Bu borsa aracılığıyla Osmanlı’nın aldığı borçlar, sonradan Duyun-u Umumiye’ye yol açtı. Bu borsanın oynadığı gerçek işlev, Osmanlı’nın Avrupa mali oligarşisi tarafından soyulup talan edilmesine aracılık etmek oldu.

1929’da İstanbul’da Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsası kuruldu. Bu borsa, varlığını sürdürdüğü 1985 yılına kadar, büyük oranda işlevsiz kalmıştır. Bu borsada büyük oranda devlet tahvillerinin alım satımı yapılmıştır.

1950’lerin ortalarında, Menderes döneminde kapitalizmin yaşadığı gelişmeye paralel olarak, anonim şirketlerin sayısı hızla artmaya başladı. “Endüstri içindeki payları giderek artan özel sermaye grupları, aynı dönem içinde birer banka sahibi olmanın ucuz kredi sağlamada ne büyük olanaklar sağladığını görüp, bu yola girdiler. 1950’de 34 olan banka sayısı, 1960’da 58’e ulaştı. Bu bankalardan bir kısmı, 27 Mayıs 1960’tan sonra tasfiye edildi. Rakip grupların bankalarından hisse senedi almakta güçlük çeken özel şirketler, yavaş yavaş hisse senedi ve tahvil çıkarmaya yöneldiler.”(23)

1965 sonrası dönemde, hızlı bir holdingleşme süreci yaşandı. Bu dönemde hisse senedi ve tahvil satışı da arttı. Ancak, yasal borsada devletin getirdiği vade ve faiz kısıtlamaları, kapitalistlere dar geldiğinden, çoğu senetlerini bankerler aracılığıyla satıyordu. Bu yüzden borsa, sınırlı tahvil satışı dışında fazlaca işlevli değildi. 1970’lerde bu, resmi borsanın dışında, ikinci ve gayrı resmi bir borsanın bankerler aracılığıyla fiilen oluşturulmasına yol açtı. Özellikle 1973’ten sonra enflasyonun yükselmesi ve resmi banka faizlerinin düşük kalması, bankerler piyasasına yönelimi artırdı. 24 Ocak kararları ve 1 Temmuz Bankalar Kararnamesi’yle, bankalarla bankerler İstanbul Menkul Kıymetler Borsası arasındaki rekabet körüklendi. Kredi bulmakta zorlanan şirketler, giderek artan faizlerle bankerlere borçlandılar. Bu arada, küçük tasarrufçular da, giderek, şu ya da bu şirketin hisse senedine değil, şu ya da bu bankere para yatırmaya başladılar. Bankalar da mevduat sertifikaları çıkartıp bankerleri aracılığıyla sattırarak, bu eğilimi körüklediler. Böylece, bankerlerin oluşturduğu gayrı resmi hisse senedi borsası, fiilen, bir para piyasasına dönüştü. Hisse senedi alım satımı iyice azaldı.

“Mevduat sertifikaları, ... bankerlerin özel senetleri, çekleri, bonoları karşılığında, hatta tahvillerin faiz kuponları karşılığında tasarruflar toplandı. Bankalar, bankasız büyük holdingler, orta ölçekli endüstri ve ticaret işletmeleri ve fırsattan yararlanmak isteyen açıkgöz girişimciler de bankerliğe atıldılar.”(24)

1975’te toplam tahvil ihracı 15.3 milyar lira iken, 1981’de 151 milyar lira olmuştu. Yüzde 1000’lik muazzam bir büyüme!

Böylece merkezileştirilen para sermaye, kapitalist sanayinin ve finans tekellerinin 1980 sonrası atılımı için kaynak rolünü oynadı. 1981 Ekimi’nden 1982 Temmuzu’na kadar olan dönemde, bankerler art arda iflas edip, küçük tasarrufçuların parasını da kendileriyle beraber batırdılar.

Banker krizi, finans piyasalarının kapitalist ‘örgütlenmesi’ için de bir itici kuvvet oldu. 1982’de Sermaye Piyasası Kanunu çıkarıldı. 1985’te, işlevsiz olan eski borsa tasfiye edilerek, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası kuruldu ve bu borsa, 1986’da işlem yapmaya başladı.

Kapitalist Ekonomide Borsanın Rolü

Öyleyse, borsanın tarihi üç ana kategoride sınıflanabilir:

a) İlkel birikim dönemi, tahvil ve emtia ağırlıklı borsa.

b) Sanayi Devrimi dönemi, tahvil ve emtia ağırlığının yanı sıra demiryolu, dok ve kanal hisseleri.

c) 19. yüzyılın ikinci yarısından bugüne, anonim şirket hisselerinin ağırlık taşıdığı, bankaların yönettiği borsa.

Bu dönemlere göre, borsanın kapitalist ekonomide oynadığı rol ise şöyle gelişmiştir:

İlkel birikim döneminde borsanın işlevi, devlet borçlanmasını gerçekleştirmek, sömürgelerden yağmalanan zenginliklerin alım satımını düzenlemek ve ticari sermayenin gelişimini sağlamak idi.

Sanayi devrimi döneminde bu işlevlere, dok, kanal, demiryolu gibi, kapitalist üretimin genel koşullarını geliştiren büyük ölçekli girişimlerin finanse edilmesi eklendi.

19. yüzyılın ikinci yarısından bugüne uzanan dönemde ise borsa, büyük ölçekli kapitalist sanayinin finanse edilmesi ve mali sermayenin toplumu haraca kesmesi aracı halini aldı. Bu dönemin kendi içinde de, 19. yüzyılın ikinci yarısında ağırlık birincisinde, 20. yüzyılda ise ikincisindedir.

Tüm bu dönemler boyunca borsa, bu işlevleri akıllara durgunluk veren bir yağma, dolandırıcılık ve sahtekarlık çarkını döndürerek yaptı. Tabii, 15. yüzyıldan günümüze doğru yaklaşıldığı oranda, bu talanın çapı büyür ve daha örgütlü bir karakter kazanır.

Borsada anonim şirket hisselerinin ağırlık kazanmasıyla, borsadaki gelişme, sanayideki gelişmeyle iç içe geçti. Borsa “bizzat kapitalist üretimin en seçkin bir temsilcisi halini aldı”. (Engels)

Bu dönemde, önceleri, hisse senedi satışı, kapitalist girişimler için sermaye toplama amacına bağlıydı. Sonra, bollaşan para sermayeyi çekmek için şirketleri hisse senetli şirketlere dönüştürme furyası başladı. Daha sonra ise, hisse senedi sahipliği, bu senetten elde edilecek kâr payı için değil, hisse alım satımıyla elde edilecek gelir için tercih edilir oldu. Böylece, hisse sahipliğinin şirket ortaklığıyla dolaysız bağı da koptu. Buna paralel olarak, hisse fiyatlarının şirketin gerçek mali durumuyla olan bağı da büyük oranda koptu. Hisse fiyatları, esasen bir “beklenti fiyatı” haline geldi. Vadeli hisse alım satımları, bu durumu daha da körükledi.

Yatırım fonları, hisse senedi sahipliği ile şirket ortaklığı arasındaki bağın kopmuş olduğunu ilan eden bir olgu olarak ortaya çıktı ve giderek borsaya egemen oldu. Emeklilik ve yatırım fonlarında, hangi hisselerin alınacağına müşteriler adına fon yönetimi karar verir. Fona para yatıranların, fonun aldığı hisselerden dolayı herhangi bir şirkete ortaklık hakkı da yoktur.(25)

Serbest rekabetçi kapitalizmin ölüm çanları, borsanın ‘şaşalı’ yükselişinin miladı oldu. Kapitalist dünya sistemi, tekellerin egemenliğine girdikçe, ekonomik yaşam da giderek bankaların ve borsanın egemenliğine girdi.

Özellikle anonim şirketlerin ve giderek tekellerin ortaya çıkışından bu yana, borsa, kapitalizmin mabedi haline gelmiştir. Borsa binalarının mimarisi de bu gerçeği yansıtır. New York, Londra, Paris borsalarının mimarisi, ilk ve ortaçağların tapınak mimarisini andırır. Heybetli ve süslüdür. İMKB de şatovari mimarisiyle tapınak tipi borsa mimarisine örnektir.

20. Yüzyılda Borsaların Seyri

1929 Büyük Buhranı, aynı zamanda büyük bir borsa çöküşüydü. 1921-1927 arasında, hisseler indeksi yedi kat artmıştı. Hisselerin günlük satış hacmi, 171 milyondan 927 milyon dolara yükselmişti. 23 Ekim 1929’da kriz başladı. New York borsası, bir günde yüzde 7 düştü. Düşüş üç yıl sürdü ve indeks, 1929’da 470’ten 1932’de 41’e, yani yüzde onuna düştü. S&P Reel Birleşik endeksi, 1958 Aralık’ına kadar 1929 Eylülündeki değerine dönemedi. 1929 Eylül ayından sonraki beş yıl içinde borsadaki ortalama reel kazanç, (kar payları dahil) yılda yüzde -13.1 olarak gerçekleşmiştir.(26)

1929 krizi, emperyalistleri borsalarda düzenleme yapmaya itti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan Bretton Woods dünya mali sistemi, dünya çapında örgütlenmiş bir mali yapıya dayanıyordu. 1945-1973 yılları arasında hüküm süren bu mali sistem, uluslararası sermaye hareketlerini de belirli oranda kısıtlıyordu. Tüm dünya paralarını dolara ve doları da altına endeksleyen Bretton Woods sistemi 1973’te, doların altın karşılığının artık sağlanamaması üzerine çöktü. Bretton Woods mali sisteminin çöküşünü, 1974-75 dünya krizi izledi. Bu iki temel gelişmenin ardından, emperyalist ülkelerden başlamak üzere, dünya çapında bir liberalleşme dalgası başladı. Emperyalist kapitalist sistem, yeniden yapılandı. Borsaların uluslararası entegrasyonu gelişti. Bilgisayar teknolojisi, borsaların bu yeni atılımının teknik temelini oluşturdu.

20. yüzyılda ABD Dow Jones borsa endeksinin tepe noktaları, 1901, 1929, 1966 ve 2000 yıllarında yaşandı. Bu tepe noktalarının her birini keskin düşüşler izledi. Bunun dışında, 1974 ve 1987 yıllarında da ABD borsalarında düşüşler yaşandı. Bu dört tepe noktası da, kapitalist sanayi üretiminin uzun süreli bir genişleme döneminin ardından yaşandı: 1901, 19. yüzyılın son 20 yılındaki yükselişi, 1929, 1920’li yıllar boyunca yaşanan yükselişi, 1966, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan uzun genişleme dönemini, 2000 ise, 1991’den sonra gelen dokuz yıl boyunca ABD ekonomisinin yaşadığı kesintisiz büyümeyi arkaladı. Kapitalist üretimdeki genişleme, kapitalist sistemde devinen para-sermayeyi bollaştırdığı için, borsalarda da yükselişe neden olur. Sanayinin genişleme devresinde, borsalarda spekülatif bir yığılma yaşanır. Sanayinin yeniden üretim döngüsü az çok sorunsuz işlediği sürece, bu spekülasyon çarkı da şişerek dönmeye devam eder. Kapitalist üretim teklemeye başladığında, önce buna tepki olarak spekülasyonda ani bir büyüme olur, ardındansa gürültülü bir çöküş. Tabii, borsalarda bir çöküş olması için mutlaka üretimde bir gerileme olması da gerekmez. Bazen bir mali kriz, bazen bir borç krizi, bazen de bir mali skandal borsa balonlarını patlatabilir.

Teknolojik Gelişme Ve Borsaların Entegrasyonu

1980’li yıllarda, borsalar birbiri ardına bilgisayarlı sisteme geçtiler. Televizyondan sürekli hisse fiyatlarının yayınlanması, bilgisayarlı sistemle birleşince, borsa, giderek kitlesel bir ayin halini aldı. 1990’ların başlarından itibaren, buna internet üzerinden hisse alım satımının olanaklı hale getirilmesi eklendi. Örneğin Ameritrade adlı bir aracı kurum, internetten verdiğiniz bir emri 8 saniyede yerine getirmezse, aracı payı almıyor.(27)

Burada, J. W. Gilbarth’ın “Ticareti kolaylaştıran her şey, spekülasyonu da kolaylaştırır. Ticaret ile spekülasyon, bazı hallerde öylesine sıkı fıkıdırlar ki, hangi noktada ticaretin bitip, hangi noktada spekülasyonun başladığını anlamak olanaksızdır.”(28) sözünü hatırlamakta fayda var. Borsanın tüm tarihi, bu tezin çarpıcı bir doğrulanmasıdır. Üretimin toplumsallaşması büyüyüp, iletişim araçlarında da buna paralel bir gelişme yaşandığı her durumda, hem borsaya akan para sermayenin çapı ve ebadı, hem de borsada dönen üçkâğıdın boyutları şaşırtıcı ölçüde artmıştır. Gilbarth’ın sözü, bilgisayar teknolojisinin emperyalist küreselleşmenin emrine girmesi durumunda da, tarihte hiç görülmedik boyutlarda dev bir yağma ve vurgun çarkının oluşması biçiminde bir kez daha doğrulandı. Sonuç tam bir borsa çılgınlığı oldu.

“(Bugün) borsalar tarihinde ilk kez, kalabalıklar at yarışındaki gibi, borsa saatlerinde ve sonrasında, bilgisayar önünde hisseleri ve bonoları alıp satıyorlar.”(29)

Yüklü para-sermaye orduları, her gün internet ve telefon hatları üzerinden, şu ya da bu borsaya akıyor, umduğu spekülatif kazancı elde etmek için her türlü dolandırıcılığı yapıyor ve sonuçta ganimetiyle birlikte başka bir diyara uçuyor.

Borsalar, tarihleri boyunca, yerel borsaların, belli bir merkez etrafında kenetlenmesi şeklinde bir hareket çizgisi izlemişlerdir. Bu, önce, taşra borsalarının o ülkede belli bir borsa etrafında birleşmesi biçiminde görülür. Bugünse, tekil ülke borsalarının ABD, Avrupa ve Japonya borsaları etrafında kenetlenmesi ve yabancı hisselerin bu ülke borsalarında işlem görmesi biçiminde görülüyor. Burada iletişim araçlarındaki büyük gelişmeler, sıçrama eşiklerini oluşturmuştur.

Örneğin 1840’larda telgraf, böyle bir rol oynamıştır. 1840’ların sonunda İngiltere’nin büyük kentleri telgrafla birbirlerine bağlandı. 1850’lerin başlarında da bölgesel borsaları birbirine bağlayan özel hatlar çekildi. 1870 ile 1899 arasında Londra Borsası’nı bölgesel borsalarla bağlayan özel hatların sayısı 11’den yaklaşık 60’a, Londra Borsası’ndan bir günde en fazla gönderilen mesaj sayısı da 2 bin 884’ten 28 bin 142’ye çıktı. Bu gelişme, birkaç yerel borsada birden işlem gören hisselerin fiyatları arasındaki eşgüdümü de artırdı: Örneğin Londra ve Glasgow borsalarında ortak olarak işlem gören Kaledonya Demiryolları ve Büyük Kanada Demiryolları hisselerinin fiyat hareketleri karşılaştırıldığında; 1860’da bu hisselerin kapanış fiyatlarının 1846’ya nazaran 2.6 kat daha sıklıkla birbirinin aynı olduğu görülmüştür. 1846’da, aynı hissenin Londra’daki ve Glasgow’daki fiyatları sadece yüzde 30 oranında birbirlerini izliyordu.

Telgraf, birçok yerel borsada aynı anda işlem gören hisse sayısını da artırdı. Örneğin 1845 yılının sonunda Glasgow Borsası’nda işlem gören demiryolu şirketi sayısı 110’du ve bu şirketlerin 23 tanesi Londra Borsası’nda da işlem görüyordu. 1910 yılında ise, İngiliz demiryolu şirketlerinin ezici çoğunluğu birden fazla yerel borsada işlem görüyordu.

Bu gelişmeler sayesinde İngiltere finans piyasaları bütünleşirken, Londra borsası da, tüm İngiliz borsalarının merkezi haline geldi.

19. yüzyılda telefonun bulunması da borsa açısından telgrafa benzer bir etki yarattı. Borsa, borsa dışına taşınmış oldu. Telefon hatları sayesinde borsaya, dışarıdan emirlerle müdahale etmek olanağı doğdu. Böylece hissedarlar, borsa aracılarını gün içinde arayarak alım-satım emirleri vermeye başladılar.

1890’larda, Londra Borsası’nı bölgesel borsalara bağlayan telefon hatları çekildi. 1900 yılında, Londra Borsası’yla yerel borsalar arasında direkt, özel telefon hatları çekildi.

Aynı Londra Borsası’nda işlemler, 1986 yılından itibaren de bilgisayarla yapılmaya başlanmıştır. Borsadaki tüm temel gelişmeler bilgisayar ve televizyon aracılığıyla izlenebiliyor.

Teknolojik altyapının elverişliliği giderek büyüyen bir kitleyi borsaya doğru çektikçe, mali-sermayenin elinde biriken toplam sermaye de misliyle artar. Diğer yandan, aynı gelişme, kapitalist dünya sistemi içindeki borsaların birbiriyle iç içe geçmesine doğru da bir eğilim yaratır. Bugün, emperyalist küreselleşmenin dünya pazarını spekülatif sermaye temelinde yeniden ve daha sıkı biçimde birleştirmesi, borsalarda da bir uluslararasılaşma eğilimi ortaya çıkarmıştır.

Örneğin ABD borsasında; Japon, İngiliz, Alman, Hollanda, İsviçre, Tayvan, Singapur ve Güney Kore şirketleri işlem görmektedir. Türkiye’den de Turkcell ve Garanti Bankası hisseleri ABD borsasında işlem görmektedir. Amerikan borsalarında işlem gören yabancı şirketlerin işlem payı, 2000 yılında, yerli şirketlerin payının yüzde 17’sine denkti.

1999’da New York borsasında yabancı şirketlerin hisselerinin piyasa değeri 533 milyar dolara ulaştı. Amerika ve Avrupa borsalarına kaydolan yabancı şirketlerin sayısı, sadece 2000 yılında yüzde 32 artarak, 115 oldu.(30)

NASDAQ borsası, bu eğilimi bir adım daha ileriye götürerek, bir küresel borsa kurma girişiminde bulundu. Almanya ve Japonya’da kendisine bağlı yeni borsalar açtı. Ancak şu an için bu girişim sonuçsuz kaldı. Japon ve Alman NASDAQ’ları işlemedi. Ancak, fiilen tek bir küresel sistemin unsurları haline gelmiş olan borsaların, tek bir borsa şirketinin egemenliği altında toplanması girişimi olması açısından önemlidir. Yarın, aynı şeyi daha büyük bir sermaye gücüyle deneyen bir diğeri, tek bir “dünya borsası” şirketini kendi egemenliği altında kurmayı başarabilir de.

Borsaların uluslararasılaşmasının bir diğer boyutu da, özellikle 1970’lerin sonundan başlayarak, önceden borsa bulunmayan ülke ve kentlerde yeni borsaların açılmasıdır. Bu, finans sermayesinin önündeki engellerin kaldırılması eğilimiyle paralel giden ve finans piyasasının hacmini genişliğine ve derinliğine büyüten bir gelişme olmuştur. 1990’lı yıllarda bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde, 70 yeni borsa açıldı. Kahire Borsası buna bir örnektir. Kahire Borsası, 1903’te Mısır Hıdivi’ne bağlı olarak kuruldu. İngiliz egemenliği dönemi boyunca varlığını korudu ve bölgenin önemli borsalarından birisi oldu. Arap milliyetçisi Nasır rejiminin Süveyş Kanalı’nı millileştirmesinin ardından Kahire Borsası da 1961’de kapatıldı. Bu borsa, ancak 36 yıl sonra, 1997’de Kahire ve İskenderiye Borsası adıyla yeniden açıldı. Ürdün Borsası, Dünya Bankası tarafından 1980’lerde kuruldu. İMKB de, Ürdün Bor- sası model alınarak 1985’te kuruldu, 1986’da borsa işlemleri yapılmaya başlandı.

1987’nin İMKB Başkanı Muharrem Karslı bu eğilimi şöyle ifade ediyordu: “Bütün dünyada bir dünya borsa kuşağı meydana getiriliyor; böyle bir organizasyon yapılmaya çalışılıyor batı ülkelerinde. Buna da dünya borsalarının globalizasyonu deniliyor. Bütün küre üzerindeki, belli bir kuşak üzerindeki borsaların, saat farklarından dolayı birinin kapandığı sırada öbürünün açılması suretiyle 24 saatlik non-stop bir borsa hizmetinin verilmesine çalışılıyor.”(31) İşte bu ‘dünya borsa kuşağı’ gerçekte, mali oligarşinin uluslararası egemenlik kuşağıdır.

O Mabet Yıkılacak

Bütün ülkelerin, borsaya kayıtlı şirketlerinin toplam değerinin, bu ülkelerin toplam milli geliri içindeki payı, 1990’da yüzde 31 iken, 2000’de yüzde 62 oldu (iki katına çıktı). Türkiye’de bu oran, 2002’de yüzde 14’tü.

‘Zengin ülkeler’ kategorisinde ise, borsadaki şirketlerin değerinin milli gelire oranı, 1975’te yüzde 22’den, 2000’de yüzde 117’ye çıkıyor. Yani, toplam sermayenin borsalarda merkezileşme oranı, emperyalist ve ileri kapitalist ülkelerde daha ileri düzeydedir.

1990’lı yıllarda, borsalardaki alışveriş hacmi, ‘zengin ülkeler’de 20 kat, orta ve düşük gelirli ülkelerde ise 10 kat artmıştır. İMKB’deki işlem hacmi ise, dolar bazında bu 10 yılda 4 kat artmış.™

Bu veriler de gösteriyor ki, sanayi şirketleri hem borsa oyuncusu olarak, hem de borsada hisselerini satan şirketler olarak, giderek artan oranda borsaya geliyorlar. Dünya sanayi üretimi biçiminde entegre olan kapitalist üretim büyüdükçe, borsalardaki sermaye hacmi de büyüyor. Bankalar ve diğer finans tekelleri de, ellerindeki para-sermaye gücünü borsalara akıtarak hem bu kumarhaneden inanılmaz kazançlar elde ediyor, hem de fiilen onu yönetiyorlar.

“Hızlanmış birikimle el ele giden, kapitalist üretimdeki büyümeyle birlikte, sermayenin bir kısmı, yalnız faiz getiren sermaye olarak hesaplanır ve kullanılır.”(Marx)(33)

Yani, genişletilmiş yeniden üretim döngüsünde, artı değerin bir kısmı, kişisel tüketim ve yeni sermaye yatırımından ayrı kalarak, “yalnız faiz getiren sermaye” olarak kullanılır. Sermayenin bu kısmı, hisse senetlerine, hazine bonolarına, banka mevduatına, gayrı menkule vb. yatırılır. Artı değerin yeni sanayi yatırımına dönüşmesinin sağlayacağı kâr oranı ne kadar düşük olursa, “faiz getiren sermaye” olarak yatırılıp kullanılan bu kısım da o kadar büyük olur. Tersinden, sanayideki kâr oranlarındaki göreli yükselme, “faiz getiren sermaye” olarak kullanılan bu kısmın görece küçülmesine neden olur. Böylece, başlangıçta, yalnızca kapitalistin bireysel harcamaları ve yeni yatırımlar olarak ayrılan artı değer, artık fiilen üçe ayrılır. Bu yeni üçüncü kol, kapitalist sistemdeki çürümeyi ele veren, asalak bir sektör oluşturur. Uzun vadeli bir perspektiften bakıldığında, Marx’ın yukarıdaki satırları yazdığı 1865’ten bu yana, üretilen toplam global artı değerden yeni sanayi yatırımına akan kesimin göreli daraldığı, “faiz getiren sermaye” olarak yatırılıp değerlendirilen sermayenin ise göreli büyüdüğü görülür.

Tablo 1, ABD’de mali sektör dışındaki şirketlerin kâr oranlarını gösteriyor. Kâr oranlarının küçük oranlarla, ama istikrarlı biçimde düştüğü görülüyor. Oysa aynı dönem boyunca, ABD sanayi üretimi yüksek yüzdelerle büyümüştür. Bu gelişme evrimi, İngiltere, Japonya, İtalya ve Almanya için de geçerlidir. Örneğin İngiliz The Economist dergisinin hesaplarına göre, İngiltere’de işletme kârları endeksi, 1964’te 100 iken, 1975’te 60’ın altına düşmüştü. Economist, İngiliz burjuvazisinin bu durum karşısında verdiği tepkiyi; “Önce kâr, sonra yatırım” şeklinde yansıtıyor.(34) Aradaki bu çelişki, borsalara akan sermayenin getireceği spekülatif kârlarla çözülmeye çalışılmıştır.

Tablo 1: ABD’de mali sektör dışındaki şirketlerin sermayelerine kıyasla kar oranları

Yıllar

Vergiden önce (%)

Vergiden sonra (%)

1948-1950

16.2

8.6

1951-1955

14.3

6.4

1956-1960

12.2

6.2

1961-1965

14.1

8.3

1966-1970

12.9

7.7

1970

9.1

5.3

1971

9.6

5.7

1972

9.9

5.6

1973

10.5

5.4

Kaynak: Ernest Mandel, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz, sf. 35

Emperyalist sistemin merkezinde duran bu ülkelerde, kâr oranlarında 50’li, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca görülen ağır ama istikrarlı düşüş, özellikle 1974-75 krizi sonrasında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin, borsaların yaygınlaşmasının ve şişmesinin arkasındaki itici kuvvet oldu. Kapitalizmin önünü alamadığı bu düşüş eğilimi, giderek daha da büyük bir sermaye kütlesinin borsalara akmasını koşullamaktadır.

Üretimdeki toplumsallaşma arttıkça, işletmelerin ve dolayısıyla üretimin ölçeği devasa ve uluslararası boyutlara taşındıkça, kapitalistlerin elinde dönen para sermayenin çapı da aynı ölçüde büyür. Keza üretimdeki toplumsallaşmanın büyümesi, mülkiyetteki tekelleşmeyi hızlandırdığı için de bu para sermayenin akıl almaz büyüklükte parçaları, az sayıda tekelin elinde birikir. Üçüncü olarak da, üretici güçlerdeki bu gelişme eğilimi, kâr oranlarında bir düşüş eğilimiyle el ele gittiği için de üretimin ölçeği ve çapı büyüdükçe, tekellerin bu üretimden elde ettikleri kâr oranları göreli olarak düşer. Bu çapta bir üretim faaliyetini kârlı olarak sürdürebilmek için, kapitalist şirketler, ellerinde devinen hemen tüm para sermayeyi, borsa-banka-döviz ticareti üçgeninden bir biçimde geçirirler. Dahası, bizzat kendileri banka veya finans kurumu alırlar veya bankaların boyunduruğu altına girerler. Böylece, hemen tüm büyük sanayi holdinglerinin bünyesinde, finans kurumları ve bankalar da görülür.(35)

Borsa, emperyalist kapitalizmin mabedidir. Kapitalizmin tüm temel özellikleri, en sivri ve çarpıcı biçimleriyle, kendisini borsa mabedinin çatısı altında gösterir. Kapitalizmin çürümesini gözlemek için de borsadan daha ideal bir yer bulunmaz.

Bu mabedin görkemi, bünyesine emdiği akıl almaz büyüklükteki sermayeden kaynaklanır. Ancak, gördüğümüz gibi, borsalarda bu ölçüde bir toplumsal kaynağın asalak biçimde birikmesi, kapitalizmin gücünden değil, aksine güçsüzlüğünden kaynaklanıyor. Borsa, emekçi milyonlar için, kapitalizmin çürümesi ve asalaklaşmasına paralel olarak artan işsizliğin, açlığın ve yoksulluğun sembolüdür. Bütün bir tekeller dünyası için ise, borsa, sınırsızca yağmanın ve dolandırıcılığın, ‘tatlı kazançların’ sembolüdür. Bu lanetli mabet, ölüm çanları çalan kapitalizmi devirmek için ayağa kalkan emekçi milyonların devrim eylemiyle yıkılacaktır.

Dipnotlar

1: Orjinal tabiriyle; ‘in usum negotiatorum cujuscunque nationis ac linguae.’

2: Meydan Larousse, ‘Borsa’ maddesi.

3: Keseden Bankaya, Tezgahtan Borsaya, Larry Allen, Kitap Yayınevi, sf. 43

4: Age, sf. 49

5: Age, sf. 53

6: Age, sf. 21

7: Age, sf. 57

8: Tepeden Dibe Borsalar, Kenan Bulutoğlu, Yapı Kredi Yayınları, sf. 80

9: Keseden Bankaya..., sf. 60

10: Age, sf. 23

11: Age, sf. 25

12: 1847 krizinin verilerini aktaran, Kapital, c.3, sf. 358-360

13: Kapital c.3, Sol Yay., sf. 795

14: “Sermaye piyasası kavramının ortaya çıkıp kurumlaşması, kapitalist ekonominin belirli bir düzeye erişmesinin sonucudur. İşletmelerin büyümesi, mekanizasyon ve daha sonra otomasyonun ilerlemesi, ekonomik üretim ve dağıtım işletmeleri için gereken sermayenin giderek yükselmesine yol açtı. Bu süreç içinde, kendi sermayesiyle kendi işletmesini kuran girişimcinin yerini sermayelerini birleştiren ortak girişimciler, onların yerini ise, çok çeşitli kaynaklardan topladıkları sermayeyi kendi sermayelerine destek yaparak işletmeler kuran girişimciler aldı. Giderek, hem gelişen teknolojinin gerektirdiği büyük yatırım kaynaklarını sağlayabilmek, hem de kendi dışında oluşan küçük tasarrufları kullanarak daha hızlı büyüyebilmek için, girişimciler, çıkardıkları ortaklık belgelerini -hisse senetlerini- ve borç belgelerini -tahvilleri- geniş tasarrufçu kesimlerine sunmaya başladılar. işte yurt içinde ya da yurt dışında kurulu işletmelerin çıkardığı bu tür belgelerin, menkul değerlerin alınıp satıldığı sermaye piyasaları böyle ortaya çıktı.” -Türkiye’de Sermaye Piyasaları, Ahmet Günlük, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, sf. 191.

15: Kapital, c. 3, sf. 386

16: Aynı yerde

17: Age, sf. 387

18: Emperyalizm, Sol Yay., sf. 143

19: Kapital, c. 3, sf. 389

20: Keseden Bankaya..., sf. 28-29

21: “Burjuva bilgiçleri ve sözüm ona ‘sosyal-demokrat’ oportünistler, hisselerin ‘demokratlaşmasıyla, ‘sermayenin de demokratlaşacağını, ‘küçük üretimin öneminin artacağını, rolünün büyüyeceğini’ umuyorlar. ... Oysa bu, aslında, mali oligarşinin gücünü artırma yollarından biridir. Bunun içindir ki, daha ileri, daha eski, daha ‘deneyimli’ kapitalist ülkelerde, küçük değerde hisse senetleri çıkartılmasına yasalarca izin verilmiştir. Almanya’da hisse senetlerinin 1000 marktan düşük değerde olması, yasalarca yasaklanmış bulunmaktadır; bu yüzden Almanya’daki açıkgöz parababaları, 1 sterlinlik (20 marklık, 10 rublelik) hisse senedi bile çıkarabilen İngiltere’ye kıskanç gözlerle bakarlar. Almanya’daki en büyük sanayicilerden ve ‘para krallarından’ biri olan Siemens, 7 Haziran 1900 tarihinde, Reichstag’a, ‘bir sterlinlik hisse senetlerinin Britanya emperyalizminin temeli olduğunu’ söylemişti.” -Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., sf 54.

22: Emperyalizm, Sol Yay., sf. 58

23: Türkiye’de Sermaye Piyasaları, Ahmet Günlük, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt 1.

24: Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 1

25: ABD’de emekli fonlarının varlığı, 2000’de 7 trilyon dolar idi. (Tepeden Dibe Borsalar, sf. 247) 1992’nin ilk yarısında, ABD hisse senedi piyasasına yapılan toplam yatırımın yüzde 96’sı yatırım fonları tarafından yapıldı. Tabii, bu rakam, hemen kriz sonrası riskli bir dönemi yansıttığı için, gerçek oranın üstündedir. 1992’de ABD’de günlük yatırım fonu alış hacmi, 1 milyar $ idi. (Dünya’da ve Türkiye’de Yatırım Fonları, Gürman Tevfik, sf. 3-4) Türkiye’de Nisan 2003 itibariyle yatırım fonlarında toplanan toplam para, 7.1 milyar dolardır. Ancak bu paranın sadece 281 milyon doları hisse senedi ağırlıklı A Tipi fonlardadır. Geri kalan ezici çoğunluğu, bono ve tahvil ağırlıklı B Tipi fonlardadır. Yatırım fonlarının İMKB’deki toplam payı ise yüzde 1.5’tir. (Ekonomist dergisi, 8 Haziran 2003)

26: Veriler: Borsanın Akıl Almaz Yükselişi, Robert Shiller ve Keseden Tezgaha..., Larry Allen.

27: Tepeden Dibe Borsalar, sf. 86.

28: Aktaran Kapital, c. 3, sf. 357

29: Tepeden Dibe Borsalar, sf. 62

30: Akt. Tepeden Dibe Borsalar, sf. 255

31: İktisat dergisi, Ocak 1988, Sayı 278, sf. 9

32: Veriler: Tepeden Dibe Borsalar, sf. 268-269

33: Kapital, c. 3, sf. 213

34: E. Mandel, Uluslararası Ekonomide ikinci Kriz, sf. 36

35: Eric Toussaint: “Sermayenin aşırı birikimi sonucu, gerçek veya potansiyel bir üretim fazlası (üretim fazlası kapasitesi) doğuyor. Bu, yeni kârlardan biriken sermayenin yeniden üretime yatırılmasını, en azından kısmen, engelliyor. Toplanan sermayeler, satın alma/birleşme işlemlerinde ve borsa spekülasyonu, gayrimenkul, hisse senedi alımında kullanılıyor.” (Ya Paranı, Ya Canını, sf. 90-91)

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi