Siyasal Devrimden Sosyal Evrime Doğru: A. Öcalan Sivil Toplumculuğa Koşuyor

KADEK’in birinci dereceden yetkililerin diliyle söylersek eğer, Irak’a yönelik emperyalist işgal saldırısı çerçevesinde demokratik Kürt ulusal güçlerini tasfiye etmeye yönelik kapsamlı bir imha planlanıyor. KADEK tarafından art arda yapılan değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere, bu plan, Öcalan’ın yakalanmasıyla sonuçlanan uluslararası komplonun doğrudan bir parçası/devamı olarak görülüyor. Dolayısıyla planlayıcı ve organizatör olarak ABD başta olmak üzere, AB’nin ileri gelen devletleri, Türkiye ve Güney Kürdistan’daki işbirlikçi Kürt güçleri misyonlarına uygun olarak planda hep birlikte rol alıyorlar. Başka bir ifadeyle, ama bu kez, Abdullah Öcalan’ın dilinden söylersek eğer, Kürtlerin “tradeji”si devam ediyor.

Gerçekten de öyle. A. Öcalan’ın tutsak edildiği İmralı’da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki yargılanma için hazırladığı savunmasında dile getirdiği bu “trajedi”, “mantıksal sonuçlarına” doğru adım adım ilerliyor.

Mantıksal sonuçlarından kastımız, “Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” adıyla Aram yayıncılık tarafından kitap haline getirilip yayınlanan bu savunmanın felsefik-ideolojik günahlarından başka bir şey değil. Tarihsel perspektiften bakıldığında, Kürt ulusalcı kurtuluş mücadelesi birikiminin ulaştığı aşamanın “Apocu doktrini” haline getirilmiş bütünlüğü diyebileceğimiz bu çalışmanın ruhu, bütün iddialarının aksine, çözümüne kendini bağladığı “gerçek”lerin tutsağı olmuş görünüyor. O nedenle, kitabın kapağında yer alan “özgür insan savunması” ibaresi, toplumsal-tarihsel gelişmenin “zorunluluklarını kavrayan bir devrimci bilincin durumunu değil, felsefik-ideolojik tutsağı haline geldiği toplumsal-tarihsel koşulların “eleştirel gerçekçiliğine” ermiş küçük burjuva reformist bilincin durumunu tanımlamaktadır. Kitabında demokratik uygarlık çağı tasarımladığı insanlığın geleceği için artık “tek yol ne devrimdir ne de karşı devrimdir” diyen Öcalan’ın bunların yerine koyduğu çıkış yolu “kapitalizmin ve sosyalizmin aşılması”na dayalı olan çağdaş demokrasidir. Üstelik bu “bir hayal değil, hakikattir” ona göre. Çünkü artık “...20 yüzyılın sonlarında demokratik sistemin en geçerli sistem olarak zaferi kesinleşmiştir” vb.

Dünyanın “yeni durumu”, teorik olarak bu temelde kavrandıktan sonra, geçmiş-gelecek bütünlüğü içindeki tarihin, “şimdiki” durumun ihtiyaçlarına bağlı yeniden okunuşu ve “yazılışı” da kaçınılmaz olarak böyle oluyor.

Peki ne adına? “Daha fazla gerçekçilik daha fazla insani olabilmek” adına. “Apocu doktrin”ciliğin kör noktası tam da burası oluyor zaten. Tarihi okurken, sol gözünü kapadığı yerde “gerçek”çiliği, sağ gözünü kapadığı yerde de ancak “insaniliği” gören/görebilen Öcalan, iki gözünü birden açtığı yerde kaçınılmaz sonuç olarak “demokratik uygarlık çağını” görüyor. “Gerçekçilik” kapitalizmin (emperyalizmin) “demokratik uygarlık”a kattıkları, “insanilik” de sosyalizmin (“reel sosyalizm”) ki oluyor. Tek gözle bakmanın “aşıldığı” yerde “Apocu doktrin”in şaşı diyalektiği konuşuyor.

Bu nedenle “ne devrim ne karşıdevrimden”, hem devrim hem karşıdevrim çıkmıyor. Ona göre, “büyük çözüm” başka yerde: “Demokratik uygarlık döneminde yeni insanlık sentezi, çok yönlü ve karmaşık birçok sentez ve antitez, daha insani ve çok renkli evrensel hukukun meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen mücadelesi sonucunda doğacaktır.” Böylece, materyalist diyalektiğin “ne o ne bu, hem o hem bu”suna şaşı bakan Öcalan’ın “ne o, ne bu”yu, “hem o değil, hem bu değil” olarak yanıtladığını anlıyoruz. Ona göre “hem o değil, hem bu değil,” çünkü ikisinin de (kapitalizm ve sosyalizm) sınıflı topluma ve “şiddete” dayalı çözümleri artık tıkanmıştır. Oysa “sınıflı toplum güçleri... eşit koşullarda olmasalar da barış içinde ve en geniş bir demokratik rejim altında kaderlerini serbestçe tayin etmede uzlaşmış gibidirler.” Öcalan’ın doktrinin politik özü, işte bu ‘sınıflı toplum güçleri’nin “uzlaşması” stratejisine dayalı olduğu için teorisinin ucu, gerekli olduğu her durumunda kolayca oraya doğru bükülüyor. “Hem o hem bu”daki çelişkili birliğin, toplumsal gelişmenin ve tarihsel akışın nesnel zeminini döşeyen “karşıtların mücadelesi”ne dayanan niteliğini kolayca görmezden geliyor, Öcalan. Çünkü “gerçek”in -şeylerin- içsel çelişkisinde saklı bulunan devrimci olanakların açığa çıkarılmasından doğacak eylem, Apocu doktrinin politik özüyle hiçbir biçimde uyuşmamaktadır. Sınıflı toplum güçlerinin, şiddete dayalı çatışmasının “aşılması” gerekmektedir -Öcalan böyle istemektedir-, çünkü bu hem “gerçekçi”, hem de “insani” değildir. Olması gereken (!) “çelişkili birliği”, yani “sınıflı toplum güçlerini”, çelişkiden kurtarmak ve “saf birlik” haline getirmektir.

“Saf” birlik! Yani Apocu doktrinin post- modern ütopyacılığının rahim yatağında büyütülen bu “yeni sentezin” tam olarak ne olduğunu ve nerede ve nasıl yaşam bulacağını merak ediyorsanız, onu dinleyebiliriz:

“Çağdaş demokrasi daha çok toplumsal biçimlenmenin zenginliğine dayanmaktadır. Zengin bir teorik kuramı, pratik gelişmeyi biçimlenmeyi ifade etmektedir. Basit bir siyasal iktidar belirleme teorisi değildir. Bir siyasi iktidar biçimine de indirgenemez. Uzun süreli ve kapsamlı bir uygarlık biçimidir. Hem sınıflı hem de sınıfsız öğeleri barındıran ama daha çok bunların karma tonlarını sınırsız biçimde ve özgür olarak belirlemeye ve yaşamsal kılmaya dayanan bir sistemdir. Hayatın özgür gelişmesinin teori ve pratiğidir.”

Nerede ve nasıl yaşam bulacağına daha sonra geleceğiz ama şimdiden tam olarak politik tasfiyeciliğin derin bir akıl yürütülmesiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

Bu derinlik, toplumsal-siyasal gerçekliğin somut diyalektik analiz gücünden gelmiyor. Tam tersine, gerçeklerin gücüne rağmen “doktrini”nin dipsizliğinden kopamayan Öcalan’ın ideolojik-politik yüzeysel tutumundan geliyor. Ama zaten bütün doktrinerler böyledir; kanıtlanmamış soyut yargıları onlar için “hayatın özgür gelişiminin teorisi”nden başka bir şey değildir. Bu nedenle de Apocu doktrinercilik kendi teorisini kolayca “gerçek”lerin yerine koyabiliyor; gerçek ve “özgür”lük özdeşleşiveriyor böylece. İşte bu nedenle “demokratik uygarlık bir hayal değil, hakikattir” diyebilmek için Öcalan kadar sıkı bir doktriner olabilmek gerekiyor. Çünkü ancak böyle bir teorik-felsefi tutumla, “sivil toplumculuk” kurucu ideolojisinin etrafında dönüp durduğu liberal siyaset tasfiyeciliğinin önü “özgürce” açılabilir. Kapı açıldıktan sonra “demokratik uygarlık” hanına, “meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen” herkes uğrayabilir, orada istediği kadar konaklayabilir. Ne de olsa orası bir “geçiş” yeridir: “Çağımızın temel karakteri, sınıflı topluma dayalı uygarlığın genel bunalımı ve çözülüşüyle yeni toplumsal uygarlık kimliğinin şekillendirdiği bir geçiş aşamasının özelliklerini iç içe “taşımaktadır”.

Eğer isterlerse demokratik uygarlık çağma Kürtler de geçebilirler ama artık “isyan etmemek” kaydıyla. Eğer isterlerse şovenist Türk egemenleri bile geçebilirler ama “inkar ve imha etmemek” şartıyla. Devrimci ve sosyalistlere geçiş önceliği zaten var; ama “aşırı şiddete dayalı dogmatik tarzı” kapının önüne bırakma koşuluyla vb. Yeter ki herkes 20. yüzyılın “kirinden pasından” arısın da öyle gelsin.

Tıpkı AB’nin ve ABD’nin yaptığı ya da yapmaya çalıştığı gibi! Hayır, hiç de abartma yok. “Apocu doktrin”in politik kılavuzu AB’dir. Ona göre AB “bir genel uygarlık prensibidir”. Çünkü; “AB, siyasi sınırlar, farklı din ve ideolojiler, etnik ve ırki nedenlerle çatışmaya dönüşmeden çözüme kavuşturuyor.” Çünkü; “AB ordusu; küçük yerel anlaşmazlıkları bir müdahale gücü olarak düşünülmektedir. Buna barışı kalıcı kılmanın operasyonel gücü de denilebilir.”

Garip! bir çelişki. Oysa, Öcalan savunmasının bir yerinde özeleştirel bir değerlendirmede bulunuyor ve şöyle yazıyordu: “Ortadoğu’da hak ararken, bastıran emperyalizmle birlikte uzlaşma niyetiyle Avrupa’ya yöneldiğim bir gerçektir. Onların demokratik ölçüleri içinde makul bir çözüm imkanı bulmak için uğraş verme daha çok cana mal olacak yönelimden daha öncelikli hale gelmişti.

Bu düşünceyle Avrupa yoluna girmenin bir trajediyle sonuçlanabileceğini kestiremediğim doğrudur.

İhanetin ve çıkarcılığın bu durum karşısında böyle ayaklanacağını ve sağduyusunu yitirebileceğim hesaplayamadığım da doğrudur.”

Emperyalistlerle politik olarak “uzlaşma” zorunda kalmış olmanın anlaşılabilir olduğunu bir yana koyalım. Ve açık ki buradan doğrudan bir “trajedi” çıkmayabilirdi. Ama Avrupa’nın “demokratik ölçülerine” ideolojik olarak sığınmaya yönelirse, yolun sorunun nerede biteceği “kestirilemez”di. AB’nin “demokratik ölçütleri”, Avrupa’nın emperyalist merkezlerinin ekonomik-politik çıkarlarının güvence altına alınmasından başka bir şey değilse eğer, o nasıl “genel bir uygarlık prensibi” olabiliyor. Eğer öyleyse, Bosna-Hersek’te, Kosova’da, Bask’ta, İrlanda’da vs. demokratik ölçülerinin yerine niye top tüfeğin ölçütleriyle “çözüme” gidiliyor? Fakat anlaşılıyor ki Öcalan’ın “gerçekçilik” zihniyeti bakımından bunlar “insani” olmasa da “meşru”dur. AB ordusuna “barış” misyonu yüklemesinin nedeni bu. Yeter ki “siyasi sınırlar farklı din ve ideolojiler, etnik ve ırki nedenlerle çatışma” son bulsun! Kim, hangi sistem bunun öncülüğünü yapıyorsa, o, “demokratik uygarlığın” lideridir. Yönümüz oraya çevrilmelidir, sonu “trajedi”yle bitecek bile olsa!

“Garip” görünen bu işte; Öcalan’ın özeleştirisi politik pratikte temel hiçbir sorunda çözücü bir güce dönüşemediği gibi, Kürt yurtsever devrimci dinamiğinin ideolojik olarak çözülüşünün zeminine dönüşmüştür. Öcalan’ın özeleştirisinin öz’den yoksun olduğunu gösteren sonraki gelişmelerde kanıtlıyor ki, küçük burjuva ulusalcı bakış açısının eleştirelliğinin “gerçekçi”liği, onun ufkunun en uç sınırıdır. Yani “demokratik kapitalizm” içinde “özgürce” varoluş. Varsın Öcalan “demokratik”, “uygarlık” vb. süslü ama içi boş sınıf niteliğinden arındırılmış genel ve soyut kavramları birbiriyle envai çeşit figürlerle dans ettirip dursun, hayal gücünün sınırları, fikirlerini dans ettirdiği pistin dışına çıkamayacaktır. “İnsani” olarak öyle olmasını istemese bile.

Biz bu “gerçekçiliğin” en acı yanını onun ABD emperyalizmi hakkında beslediği “hayallerde buluyoruz. Savunmasında şöyle yazıyor Öcalan; “Daha önce rejim ayrımı yapmadan işbirlikçilere verdiği desteği giderek daha çok insan hakları ve demokratik gelişmelere bağlamaya çalışmaktadır.

Zaten kapitalizmin talancı karakterinden uzaklaşması buna bağlıdır.”

Peki ya 11 Eylül?

Öncesini bir yana bırakalım da, 11 Eylül sonrasında ABD emperyalizminin hristiyan-faşist bir resmi ideoloji geliştirmeye çalışarak “insan hakları” ve demokrasinin canına okumaya başlaması da ne oluyor? Afganistan’da ne oldu, şimdi Irak’ta, Kürdistan’da ve Ortadoğu’da ne oluyor? “Barış”ın büyük “operasyonel gücü” mü devrede, yoksa bir aşamasından sonra 3. dünya savaşına evrilmesi kaçınılmaz bir emperyalist hegemonya saldırısıyla mı karşı karşıyayız? KADEK’in bağıra bağıra ilan ettiği dışa dönük herhangi bir saldırıya kapalı “meşru savunma” pozisyonu, neden ABD-TC iş- birliğiyle, silahlı kuşatma altına alınıyor, imha tehdidiyle çözülmek isteniyor. “Demokratik uygarlığın” bekçisi AB nerede?

Daha fazla uzatmayalım ve bu bölümü “Apocu doktrin”erciliğin iflah olmaz çelişkisinin, emekçi Kürt halk yığınlarının yeni bir tarihsel eylem inisiyatifiyle “pratik” olarak çözülebileceğini belirterek noktalayalım.

'İktidar'sızlığın Küresel Sosyolojisi

Bir “Kürt aydınlanmasından bahsedilebilecekse eğer bunun temel dinamiğinin PKK formunda somutlaşan mücadele halkasının açığa çıkardığı devrimci olanaklar zemininde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Son tahlilde bütün bir hareketin “kolektif’ ürünü olmakla beraber, Abdullah Öcalan’ın bu aydınlanma sürecindeki bireysel rolü baskın bir nitelik taşımaktadır. Öcalan’ın taşıdığı “ulusal önderlik” misyonu belki bunu tarihsel olarak “zorunlu” da kılmaktadır ancak, bu her zaman ve durumda birebir örtüşmeyi zorunlu kılmıyor. Aksi tarihsel örnekleri olduğu gibi, Öcalan şahsında yaşandığı biçimiyle, önderliğin ideolojik kaderinin hareketin siyasi kaderi üzerinde “varlık-yokluk” düzeyinde etki yapma gücüne denk düşen örneklerde ortaya çıkabiliyor. Bizim açımızdan işin bu yanı, doğrudan eleştirinin konusu olmaktan ziyade, kaynakları ve yaratmış olduğu sonuçları tarihsel bağıntısı içerisinde ele alarak, deneyimin derslerini genelleştirmeye çalışmak olacaktır.

Öcalan’ın, kitap haline getirilerek yayınlanan çalışmasında (AİHM Savunması) temel sonuçları bakımından en “ileri” aşamasına bürünmüş görünen ideloojik dönüşümünün bize kanıtladığı şudur; devletlerin, ulusların ve halkların yaşamında görüldüğü gibi bireylerin yaşamında da, karşılarına çıkan ancak çözüme kavuşturamayacaklarına inandıkları yaşamsal sorunlar karşısında, yöntemini bildikleri daha önceye ait çözüm düzeyine dönme eğilimi gelişir. Bu her ne kadar yaşamı-varlığını sürdürme güdüsünün “doğal” bir reaksiyonuysa da, toplumsal ilerlemenin bilinçli diyalektiği açısından “sağlıksız” bir duruma karşılık düşer.

Öcalan şahsında bu durum, uluslararası komplo aracılığıyla kendisini fiilen, Kürt ulusal hareketini de askeri-siyasal olarak imha etme tehdidiyle somutlaşmıştı. Sorun gerçek ve yaşamsaldı. Devrim askeri olarak ilerleyemiyor, siyasal hedeflerine doğru sıçrayamıyordu. O halde çözüm tıkanmanın açığa çıktığı (ya da tıkanmaya neden olan “nedenlerin” bertaraf edilmesi ve tam “karşıtları” üzerinden ilerlenerek bulunacaktı; askeri ve siyasal olanın yerine “sivil” ve “toplumsal” olanla. Daha özcesi “ideolojik yaşam” merkezli ilerleyiş “hayatın özgür gelişiminin” taşlarını döşeyecekti. Çünkü aslolan “hayat”tı.

Peki ama ne kadar geriden başlayarak “çözümü” aramak gerekiyordu. Öcalan “Sümer Rahip Devleti’nden” başladı ve “Halk Cumhuriyetine Doğru” yürüyor. Ama esasen “doktrin”in pratik başlangıç noktası, kapitalist uygarlık ve özellikle onun serbest rekabeti dönemine ait burjuva “aydınlanma” çağıdır. Başka bir deyişle burjuva liberalizminin altın çağı. “Özgürlükçü” toplumsal güçlerin “sivil toplum” olarak varlık kazandıkları ve “hukuk”un -ama aynı zamanda evrensel hukukun!- kaynağını oluşturan toplumsal ilişkileri inşa ettikleri o, altın çağ!

“Apocu Doktrin” in temel yapı taşlarından biri olarak “sivil toplum” kavrayışının materyalist tarih anlayışından tamamen yoksun içeriğini tam olarak göstermek için onun bir çözümlemesini olduğu gibi aktaralım: “Sivil toplum, başlangıçta feodal devlet dışında özgürce gelişen burjuva toplumu ifade eder. Daha sonra burjuvazinin resmi devlet toplumu haline gelmesiyle kapsamı değişmiştir. Günümüzde devlet dışında, hatta hukuk kurallarına bağlı olmak kaydıyla ona rağmen, özgür bir zihniyete ve somut bir toplumsal program ve örgüte sahip olan tüm toplum kesimlerini kapsar. Giderek hem resmi hem de geleneksel toplumun dışında gelişen ve belirleyici olmaya başlayan bir toplum biçimi haline gelmektedir. Özünde çözümleyici ve yaratıcı olmayan resmi ve geleneksel toplumun yarattığı boşluktan kaynaklanmakta ve çözümleyici değeri yüksek bir toplum grupları sistemi haline gelmektedir.”

Yine de haksızlık etmemek için baştan belirtelim ki Öcalan’ın bu çözümlemesinde tarihsel gerçekliğe uygun olarak belirtilen bir tek şey vardır, o da, sivil toplumun özgürce gelişen burjuva toplum oluşudur. Materyalist tarih anlayışının kurucusu ve diyalektiği toplumsal gelişmenin incelemesinde büyük ustalıkla kullanma yeteneği ile çağdaşlarından ayırt edilen Karl Marks, o dönemin (1840’lı yıllar) burjuva (ve küçük burjuva) ideolojisinin temsilcilerine karşı “sivil toplum”un varlığını “sivil toplum, sivil toplum olarak burjuva ile gelişir; böyle olmakla birlikte, üretimin ve ticaretin doğrudan doğruya sonucu olan ve her zaman devletin ve üst yapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme ile aynı adla belirlenmelidir” biçiminde tanımlamaktadır. Görüleceği gibi marksistler bakımından “sivil toplum”un (aynı anlama gelmek üzere burjuva toplumun) varlığı, egemen üretim ilişkilerinden, yani bütün üst yapının üzerinde yükseldiği ekonomik temelden bağımsız olarak düşünülemez. Tartışmamızın güncel boyutuna açıklık getirmesi nedeniyle, okurun anlayışına sığınarak konuyla doğrudan ilgili bir alıntıyı daha aktarmak istiyoruz. Marks, sivil toplumla “hukuk” arasındaki ilişkiyi değerlendirdiği yorumunda şöyle diyor: “Politik devletin kuruluşu ve sivil burjuva toplumun ilişkileri yasalarla düzenlenmiş bağımsız bireylere ayrılması tek bir aşamada gerçekleşmiştir. Feodal çağda, insanlar arasındaki lonca ayrıcalıkları ise, şimdi de, bağımsız bireyler arasındaki ilişki ‘hukuk” olmuştur. Sivil toplumun üyesi olan insan, zorunlu olarak doğal insan olarak görünür. İnsan hakları doğal haklar olarak görünür. İnsan hakları doğal haklar diye anlaşılır; çünkü bilinçli eylem, siyasal eylemde yoğunlaşmıştır.”

Açıktır ki bu “görünür” olan, burjuva toplumun “insan”ının egemen ideolojinin hegemonyası altında biçimlenen, onun sınırlarının dışına çıkamamış bilincinin “gördüğü”dür. Sivil toplum, burjuva topluma ait insanın kendine bakışıdır. “Teori’sinin bilimsel olma iddiasının “yüksek” düzeyli eşiğinden bakıldığında Abdullah Öcalan’ın “sivil toplum” kavrayışında “görünene” secde etmesi, dramatik bir tablo oluşturmaktadır. Oysa artık biliniyor ki “gerçek, görünenden ibaret olsaydı, bilime gerek kalmazdı.” Onun için Marks, kapitalist toplumun (yani burjuva toplumun/sivil toplumun) “bilimsel” eleştirisine ulaşabilmek için, insanla insan arasında görünürde “özgür” ve “doğal” olan ilişkilerin, üretim ilişkilerinin temelini oluşturan ekonomik “zorunluk”ların “gizemli” bırakılmış özünü açığa çıkarmakla ömrünü geçirmiştir.

Bu temel olmadan “sivil tolumun” geleceğine ilişkin gerçek hiçbir öngörüde bulunulamazdı. Marksistleri, burjuva toplumun kötülüklerini, ama yalnızca sonuçları üzerinden “eleştiren”, nedenleri üzerine bilimsel temele dayalı olarak açıklamaktan her zaman yoksun kalan ütopyacılardan ayıran bu temel üzerindeki farklılaşma olmuştur. Öcalan’ın ideolojik bakımdan küçük burjuva ulusalcı dünya görüşünde potansiyel olarak içerilmiş bulunan ütopyacı damarın, belirli tarihsel ve siyasal koşullar altında fiile dönüşerek “sivil toplumculukla         konaklaması anlamlıdır. Çünkü “çağ”ımızda (Öcalan’ın tarih felsefesine göre) burjuva uygarlığın “içeriden” eleştirisinin “gerçekliğe” dayalı en radikal toplumsal projesidir “sivil toplum”culuk. Modern ütopyacılığın babaları kabul edilen Owen, St. Simon, Fourier nasıl iki yüzyıl öncesinde de bütün eleştiriciliklerine rağmen sömürülen ve ezilenlerin burjuva topluma karşı devrimci eylemlerinden uzak durmuş ve apaçık karşı çıkmışlarsa, onların daha sonraki yakın takipçileri gibi 21. yüzyıldaki esinlenicileri de benzer yaklaşımlar geliştiriyorlar.

Bu kapsamda Öcalan’ın -üstelik serbest kapitalizmin rekabetçi döneminin yüzyıl geride kalmış mazisine ve onun yerine tekelci rekabet ve hegemonya aşamasına geçilmiş olmasına rağmen- burjuva aydınlanma döneminin “insan hakları”, “evrensel hukuk” vb. kavramlarına gönümüzün toplumsal-sınıfsal çelişkilerini “çözümleyici” ve “yaratıcı” anlamlar yüklemesi anlaşılır olmaktadır. Ama yine de somut bir çelişkiyi bağrında taşımaktadır bu “ütopya”; bu kavramlar, o tarihsel koşullar altında, feodalizme karşı burjuva egemenliğin pekişmesi rolünü oynamışlarsa da, gerisinde sömürülen ve ezilen sınıfların devrimci tarihsel inisiyatiflerinin gücünü taşımaktaydı. Bu nedenle o zaman “burjuva özgürlükler” işçi sınıfının bağımsız siyasal eyleminin ve örgütlenmesinin tarihsel olarak önünü açan bir rol oynamamıştır. Fakat, bugün bu kavramlar çerçevesinde tanımlanan toplumsal proje, daha işçi sınıfının ve ezilenlerinin tarihsel devrimci inisiyatiflerinin yükseldiği bir dönemin ürünü olarak gündemleşmedi. Tam tersine kökleri daha öncesine dayanan ama daha somut olarak ‘89/90’lar itibariyle sosyalizmin geçici yenilgisi üzerinden uluslararası işçi ve emekçi hareketinin dibe vurma sürecinde en popüler dönemini yaşadı. Başta reformizm olmak üzere, ezilenlerin burjuva liberal ideolojinin saldırı bombardımanı altında pasifiz- e edildiği dönemdi bu.

Sivil Toplumcu Bir 'Savunma': Devrimsiz Sosyalizm

PKK hareketinin bu dönemin genel eğilimine karşı ters akıntı halinde gelişen kitlesel devrimci siyasal pratiğine rağmen, ideolojik dünyası, esasen dönemin “küresel” sisteminin bir parçasıydı. SSCB’nin dağılışı ve sosyalizmin geçici yenilgisini dünya emperyalist sistemindeki ani ve güçlü bir “patlama” olarak tasavvur edersek, PKK bu patlamanın gücüyle dışa doğru fırlayan görece büyük parçalardan biriydi. Ama sistem soğuyup merkezindeki emperyalist ana parça etrafında “küresel” yörüngeler oluşmaya başlayınca, PKK’de gidebilmiş olduğu uzaklık mesafesinde merkezin çekim gücünün etkisiyle yörüngeye girmiş oldu. “Küresel” sistemin uyumuyla dönmek ve bu sistemi Kürtler ve insanlık için bir daha “patlama” olmasına olanak tanımadan yaşanabilir kılmak, işte “Apocu doktrin”in evrensel hümanizmanın dayanağı olan pratik felsefe budur.

Ama bunun gerçekleşebilmesi için en az bu “patlamanın” gücü kadar etkili bir “zihniyet devrimi” patlaması gerekiyordu. Öcalan’ın İmralı’da ideolojik düzeyde yaptığı şey, bu amaçla malzeme toplamak olmuştur. Ama ne yazık ki sistemdeki “patlama” tarihsel geçmişin ideolojik yapılarını ya da birikimini parçalanıp dağıttığı için, Öcalan’a kendisinde kalanlarla oradan buradan topladıklarını bir araya getirip “sentez”lemek düşmüştür. Biraz Oven, biraz marksizm, biraz kautskycilik, biraz muhammedcilik, biraz nehruculuk, biraz Giddens, biraz Grotz; yani biraz mitoloji, biraz din, biraz bilim, yani biraz sosyalizm, biraz kapitalizm.

Bu Frankensteinvari sentezin “ek”lektizmi, Öcalan’ın teorik sisteminin ruhuna derin biçimde yerleşmiş durumdadır. Bir araya getirince sentez olmadığı o kadar açıktır ki, Öcalan’ın frankensteinvari hümanizminin yaşayabilmesi için onu dünyanın gerçeklerinden uzak başka bir yere götürmek gerekir. “Çağdaş demokratik uygarlığın” sivil toplumu, Öcalan’ın sandığı gibi, her çeşit hümanizmanın özgürce ve bir arada yaşayabildiği burjuva aydınlanma dönemine ait “neşeli” bir panayır topluluğu değildir. Neoliberalizmin küresel egemenliği uğruna at koşturduğu bir “serbest piyasa” bozkırıdır. Günümüzün “sivil toplum” adına faaliyet yürüten etkin kurumsal güçlerine bir bakalım, hepsi yerel ya da uluslararası düzeyde sermayenin yönlendirdiği güçleridir; TÜSİAD’dan NGO’lara, think-tank’lerden “insani yardım” organizasyonlarına vb...

Ortaçağ barbarlığını temsil eden zihniyet nasıl ki sahibinin bilim uğruna yarattığı gerçek Frankenstein’ı taşlatıp toplumun dışına attıysa, 21. yüzyılın neoliberalizmi küresel barbarlığı da Öcalan’ın (ütopya uğruna) geliştirdiği hümanizm sentezinin yaşamasına seyirci kalmayacak. Onu, sivil toplum bozkırlarında koşturan atlarının nalları altında ezmeye çalışacaktır. Çünkü Öcalan’daki burjuva “küreselleşmiş” dünyanın “zorunluluklarına sadık olsa da, yine de ideolojik olarak hümanizmini yitirmiş bir sermaye sözcüsü ya da temsilcisi olarak değil, “eşitlikçi ve özgürlükçü” bir dünya adına burjuva uygarlığı “demokrasi”ye davet eden küçük “burjuva” olarak konuşmaktadır. Hatta sivil toplum kuruluşlarının etkinliğine dayalı çağdaş demokrasiyi, sosyalizme geçişin zemini olarak görmektedir. Küçük burjuva liberal solculuğun devrimsiz sosyalizm ütopyasının Apocu doktirin biçiminde karşımıza çıkan bu yeni “sentezi”ne, işte tam da bu nedenle emperyalizmin küresel dünyasında kendine zor yer bulacaktır.

Sorun sadece Öcalan’ın “fikirleri” olsaydı, burjuvazi onu başının üstüne bile koyabilirdi. Çünkü zaten “devrimsiz sosyalizmin” 21. yüzyıla sarkan liberal türevleri üreten ütopyacı merkezler ve şahsiyetler bolca vardır. Genellikle Avrupa-Batı kaynaklı bu ideologlar, Öcalan’ın teorisinin temeli olan tezleri hem çok daha kapsamlı hem de çok daha rafine halde uzun bir zamandır üretmektedirler. Bu anlamda Öcalan onların takipçisi durumundadır. Anarşizm ideolojisi bu tür siyaset üretim merkezlerinin en popülerlerinden biri olarak nüfuz gücünü dünyasal düzeyde artırmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz “çağdaş koşullar” altında, başka bir deyişle “postmodern” dönemin ihtiyaçlarına bağlı olarak geliştirilen ve üretilen bu anarşizm eksenindeki ideolojik yelpaze, politik bakımdan tarihsel öncüllerinin (Proudhon, Blanqui, Bakunin) oynadığı rolden çok geri bir işlevi yerine getirmektedir.

Öcalan’ın tezleri döneminin anarşizm eğilimiyle fazlasıyla içli-dışlı durumdadır. Bu en starilize haliyle devlet-iktidar-zor, yani siyasal savaşımın merkezi sorunundaki yaklaşımlarda kendini ortaya koymaktadır. Devrimden vazgeçiş, burada liberal-anarşist formülasyonlara dönüşerek tam karşılığını bulmaktadır. Özü, siyasal devrim hareketi olmaktan sosyal evrim hareketi olmaya geçiştir. Devlet-iktidar sorununda Öcalan’ın teorisinin takip ettiği iz budur. Şöyle demektedir Öcalan “Çağdaş demokratik uygarlıkta devlet yıkılarak ve parçalanarak değil, yavaş yavaş hurdalık bir malzeme konumuna getirildikten sonra tarihin çöp sepetine atılacaktır. Doğrusu ve gerçekleşebilir olanı da budur.”

Marksizmin ruhunu “yutma” konusunda eserinde uzmanlık örneklerini bolca sergileyen Öcalan’ın hemen ardından gelen eylemi, liberalizmin laboratuvarlarında bolca ve çeşit çeşit üretilen kapsülleri yutmak oluyor. Böylece ideolojik sindirim işlemi tamamlanmış oluyor. Ortaya da o zaman yukarıdaki alıntıda olduğu gibi, uyduruk anarşizan “sentez”ler çıkıyor. Devleti yıkmaya gerek olmayınca, ona yönelik doğrudan siyasal eylemede gerek olmuyor haliyle. Ve tabii o zaman siyasal zor eylemin bu “iş” için gerekli olan aracına, yani bir “savaş partisine de gerek kalmıyor. Mantık zinciri böyle uzayıp gidiyor.

Fakat görüldüğü gibi Öcalan, “devletin tarihin çöp sepetine atılacağı” hakkındaki marksizme ait öngörüye de “sahip” çıkıyor. Ama nasıl? Marksizmin devlet teorisinin özünü internetin (“bilimsel-teknik devrimin”) ‘çöp sepetine attıktan’ sonra. Yani, “yıkmadan ve parçalanmadan” ve “yavaş yavaş”. Çünkü diyor artık Öcalan, buna gerek kalmadı artık: “...20. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük bilimsel-teknik devrimler, artıdeğer ve siyasi iktidar üzerinde bir yeniden paylaşıma ve katılıma imkan tanıyacak düzeye gelince, sömürü ve iktidarın sınırlandırılmasının objektif koşulları güçlü bir biçimde doğmuş bulunmaktadır.”

Tarih adına, tarihe karşı böyle keyfice konuşma alışkanlığı kazandığı zaman bir “teorisyene” gerçekler nasıl görünebilir? Tabii ki “yapı bozumu”na uğratılmış halleriyle. Ta Bernstein zamanından beri ipini koparmış liberal-reformist sol teorisyenciliğin 20. yüzyılı aşıp, “çağ”ımıza kadar ulaşan kitle koşusunun şimdiki etabı budur artık. Bernstein’in, kapitalizmin iç dinamiklerine bağladığı kendiliğinden “çöküş teorisi”nden, Kaustky’nin emperyalizmin kendi kendine “demokrasi”ye dönüşeceği “öngörüsü” ne, Andre Gorz’un toplumsal kurtuluş için sınıflar mücadelesine de gerek kalmadığını ‘elveda proletarya” diyerek ilan etmesinden, Alvin Toffler’in, tam eşitlikçi mikroelektronik uygarlık olanağına ilerleyen, liberal- reformist çizginin ipinin ucu bizi dosdoğru Öcalan’ın ‘zor’un dışlandığı ‘demokratik uygarlık’ına götürmesi anlamlıdır. Öcalan’ın, belki de biraz Ortadoğu fantezisi katarak renklendirdiği bu teorik çizginin modern yatağı bilimsel-teknik gelişmelerdir. Hepsinin şu ya da bu kavramlaştırma ya da formülasyonla kazma vurdukları ekonomik damar burasıdır.

Ne var ki objektif tarihsel olguların kanıtladığı gibi bu kazma kürek sallama işinden sanayi devrimlerinden bu yana ne kapitalizm çökmüştür, ne tekelci emperyalist rekabetten demokrasi doğmuştur, ne proletarya tarihe karışmıştır ne de eşitlikçi toplumun ayak sesleri duyulmuştur. Olgular tam tersini kanıtlama doğrultusunda açığa çıkmıştır. Ama yine de Öcalan bizi “yeni çağın” akışının -yukarıda olduğu gibi- bu yönde olduğuna inandırmaya çalışıyor. Ne kişisel olarak kendine uygulanan insanlık dışı tecrit ne Kürt ulusuna reva görülen zulüm, ne Ortadoğu’nun üzerine çöken emperyalist savaş karabasanı, ne dünya emekçi ve yoksullarının açlık ve sefalet içinde kırılıp durması vb. bunların hiçbiri Öcalan’ın ‘teori’sini “sarsamamakta”dır. Gerçek/gerçekler Öcalan’ın bilinci içinde eriyip gitmektedir çünkü. “Sömürü ve iktidarın sınırlandırılmasının objektif koşulları” dediği bilimsel-teknik ilerlemenin ulaştığı düzeyin, zor aygıtlarını elinde bulunduran emperyalist kapitalist güçler tarafından sömürü ve iktidarın “sınırlandırılmamış” objektif koşulları için kullanıldığı göremeyecek kadar “gerçekler” tarafından eritilmiştir Öcalan’ın bilinci.

Oysa başta proletarya olmak üzere emekçi sınıfların kapitalizme ve emperyalizme karşı tarihsel mücadele birikimlerinden ve deneyimlerinden devrimci bilincin, Öcalan’ın ‘objektif koşullar’ dediğinden çıkaracağı ilk sonuç, devrimci siyasal zorun araçlarını her türlü uygun form altında örgütlemeye yönelmek olurdu. Tabii öyle olmuyor ve Öcalan’daki bilinç erimesi objektif koşullar altında bakın nasıl buharlaşma aşamasına ulaşıyor: “Bilimsel sosyalizm eğer gerçekten amaçladığı eşitlikçi ve özgürlükçü, çevreye dost ve uyumlu sistem olarak tanımlanmak istiyorsa, proletarya diktatörlüğü biçimleri de dahil, tüm devlet biçimlerini dağarcığından çıkarmak zorundadır. Şüphesiz toplumlar yönetimsiz, koordinesiz yaşayamaz, ama illa bunu devlet aracıyla tanımlamak mevcut bilimsel teknik çağda anlamını yitirmiştir diyoruz.

“Proletarya diktatörlüğü kelime olarak emekçilerle ilişkisi olabilir. Tüm diktatörlüklerin sömürüyle bir ilişkisi vardır. Diktatörlüğü bir gün bile sürdürmek, sömürüye alet olmak demektir. Sovyet sosyalizmini yıkan, devlet ve diktatörlük konusundaki yanılgıdır. Ezilen emekçi sınıfların, dolayısıyla toplumların hiçbir zaman devlet aracına ihtiyaçları olmaz. Çünkü o araç sınıflaşmayı sürdüren araçtır. Varlık nedeni sınıflı toplumdur.”

Uzatmış olduğumuzun farkındayız ancak elden ne gelir; tarihe indirilen bu peygamber ayetleri’nin bir gücü var sonuçta. Ne kadar mı? Marks ve Engels’in “Alman İdeolojisi” adlı eserlerinde sözünü ettikleri “yürekli adam” kadar. Şöyle anlatıyor Marks ve Engels, bu “yürekli adamın” çabasını. “Bir zamanlar, yürekli adamın biri, insanların, salt yerçekimi fikrine saplandıkları için suda boğulduklarını sanıyordu. Ona göre, insanlar, örneğin, bunun dinsel, boşinanlara dayanan bir düşünce olduğunu söyleyerek bu fikri kafalarından çıkarıp atsalardı, ondan sonra artık her türlü boğulma tehlikesinden korunmuş olurdu. Ömrü boyunca, bütün istatistiklerin, sayısız ve boyuna yinelenen tanıtlarla zararlı sonuçlarını kendisine gösterdikleri bu yerçekimi yanılsamasına karşı savaştı durdu. Bu saf yürekli adam, modern devrimci Alman filozofları tipinin aynısıydı.”

Öcalan, devlet, iktidar, zor, proletarya diktatörlüğü gibi konularda bizim “Alman filozofu” gibi davranıyor. Ve dünya işçi sınıfı ve ezilenlerine şöyle sesleniyor; atın kafanızdaki şu ‘proletarya diktatörlüğünü’, ‘devleti’ falan, vazgeçin sınıf olmaktan, bakın o zaman bilimsel-teknik devrim sizi zora hiç gerek olmadan nasıl da özgürlüğe taşıyacak!

Bizce tamı tamına böyle. İdeolojide “sorunu çöz”, gerisine karşıma. Artık ondan sonrası bilimsel teknik devrimini işi. Öcalan’ın fikirlerinin gücü oradan (bilimsel-teknik devrimden) geliyor; ancak ne kendini, ne Kürt ulusunu, ne insanlığı kurtarmaya yetmeyen bir güç! Çünkü Öcalan’ın teorisinin kaba materyalist özünden dolayı görebilmesinin ve kavrayabilmesinin mümkün olmadığı temel bir olgu var; bilimsel- teknik devrim denilen ilerleme ya da sıçramanın bizzat kendisi, kapitalizm koşulları altında işgücü sömürüsü biçiminde varlık kazanan dolaysız ekonomik zordan doğar; toplumsal yaşamda çeşitlenerek farklılaşır. Sermayenin, sermaye olarak varlığı her durumda “zor”a dayanır. Ekonomik zor, dün olduğu gibi bugün de kapitalist sömürü düzeninin temelidir. Politik ve ideolojik zor, egemen sınıfların amacı olan kar elde etme (artıdeğere el koyma) düzenini tamamlayan, onun korunması ve sürdürülebilmesi için gerekli olan zorunlu araçlardır. Haliyle devlet, sınıflı toplum düzenine dayalı tarihsel evrimi içinde kapitalizmi yaşatan ve koruyan burjuva sınıf devletine dönüşmüştür.

Ne var ki Öcalan’ın teorik kurgusu bakımından devletin sınıf karakterine bağlı bu evrimi ve oynadığı rol konusu da materyalizmin öğrettiği abc’nin pek önemi yoktur. O, sınıfsal olarak içini boşalttığı -daha doğrusu yüzyıldan daha fazla önce başkalarınca yapılmış bulunan işi sürdürerek- “demokrasi” kabesinin etrafında tavaf etmektedir. Kendinden önceki bütün marksizm karşıtlarının olduğu gibi, o da, genel ve soyut “demokrasi” duasıyla insanlık için hayırlı gelecek dilemektedir. Yeter ki demektedir Öcalan, “diktatörlük”, bu musallat, insanlığın başının üstünden kovulsun. Geriye “saf demokrasi” kalsın, herkes “sivil toplum”laşsın, insanlık huzura ersin!

Peki ama örneğin Hitler iktidarıyla temsil olunan Nazi devletiyle, şimdiki Almanya devleti arasındaki özsel fark nedir? Tekelci burjuva sınıfların egemen olduğu devletler değil mi bunlar? Yani burjuva sınıfın işçiler ve emekçi sınıfları kapitalist sömürü altında zorla, yani diktatörlük uygulayarak tuttukları devletler değil mi bunlar? İşin özü bu değil mi?

Siyasal rejimin faşizm ya da burjuva demokrasisi biçiminde değişime uğraması, tekelci sınıf diktatörlüğünün, belirli bir tarihsel dönem içindeki sınıf mücadelesine bağlı olarak aldığı içimden başka nedir ki. İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi açısından bu farklar asla önemsiz değildir ama Öcalan’ın tarif ettiği gibi “diktatörlüğün” yerine “demokrasinin” geçmesi biçiminde bir tanımlama, ezilenleri düpedüz aldatmak anlamına gelecektir.

Hele hele bunu, “bilimsel ve teknolojik” devrim düzeyinin dayattığı bir zorunluluk durumuna bağlı olarak “teori”leştirmek Öcalan’ın sorumluluğunu ağırlaştırmaktadır. Sosyal evrimci liberal teorik kurgunun girdabına kendini iyice kaptırmış bulunan Öcalan’ın, ‘bilimsel-teknik’ gelişim düzeyini neredeyse toplumsal tarihin ilerleyişinin bizatihi kendisiyle özdeşleştiren tutumu dikkat çekicidir. Oysa tarihsel süreç içerisinde, bilimsel-teknik düzey bir kaç sıçramak aşamadan geçmiş olmakla birlikte, bununla paralel olarak, ne devletin ne de “demokrasi”nin, kendiliğinden sıçramak olarak nitelik değiştirdiğine tanık olunmadı. Olduğu her durumda ise toplumsal sınıflar arasında politik zorun karşılıklı olarak doğrudan devrede olduğu çetin savaşlar (ve iç savaşlar) vardı.

Öcalan, bize, şimdi artık buna gerek kalmadığını söylüyor. Ne diyelim, “cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.”

Yer yer “yeniden doğuş”, “üçüncü doğuş” adlandırmalarıyla da anılan çalışmasında Öcalan’ın, “yeni çağ”ın gerekleri doğrultusundaki, teorik, programatik ve stratejik/taktik arayışları bir bütünlük içinde dile getiriliyor. Bu bütünlüğün teorik/ideolojik sınıf doğası bizim değerlendirmemizin ana konusu oldu. Ancak bu çerçevede bile kendimizi tercihli bir sınırlama içinde tuttuk. Birincisi, Öcalan’ın teorik yöntem mantığını bire bir izleyerek yapılacak bir eleştirel değerlendirme, kitabın yoğun eklektik dokusu nedeniyle yararsızdı. İkincisi dünyanın somut gerçekleri bizi daha çok ilgilendiriyordu. Bununla bağı içerisinde Öcalan’ın belli başlı teorik tezleriyle ilişkilendik. Bu anlamda program ve strateji boyutuyla daha yakından ve doğrudan ele alınabilecek olan kitap, zihniyet kurgusunu açığa çıkarmak için bu bir ön zorunluluktur. Ancak değerlendirmemizin şimdiki boyutunun yazıda değinildiği çerçevede program ve strateji konusunda da büyüteç rolü oynayacak teorik- ideolojik bir mercek olabileceğini sanıyoruz.

Biz şimdilik okura “3. Alan” da denilen model için oluşturulan program ve stratejinin takip edilmesine yarayacak esaslı bir ipucu vererek yazımıza noktayı koyalım. Son söz Öcalan’a: “Üçüncü alan demokratik siyaset alanıdır. Karmaşık bir hal alan uygarlık koşullarının dayattığı her ihtiyaç için sivil bir araç zorunluydu. Bu araçlar ne sıkı devrim araçları, ne de devletin topluma uzattığı iletişim kayışlarıdır. Daha çok devletle toplum arasında ikisinden de belli bir mesafede duran, kendi kimliği olan, ihtiyaca göre şekillenen bağımsız örgütlenmelerdir. Ne devlete karşıdır, ne devletin işbirlikçisidir. İhtiyaçların emrindedir. Temel toplumsal örgütlerde değildir. Bir din, ahlak kuruluşu değildir. Üyeleri sınırlı yerine getirdikleri görevlere göre şekillenmiştir. Görevin bitmesiyle kendileri de biten örgütlenmelerdir, en azından yeni görevlere göre dönüşen örgütlerdir. Bu model, devrim ve karşıdevrimin derinleştirdiği çıkmazdan kurtulmanın herkes için gerekli yolu olarak da varlığını etkili kılabilmiştir. İhtiyaçlar ekonomik olandan kültüre, spordan çevreye, barıştan insan haklarına kadar her alanda kendini dayattığı için, alanın önemi de her geçen gün artmaktadır.”

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi