3 Kasım Seçimlerinin Sonucu: Rejimin İflası

3 Kasım parlamento seçimlerinin yönetememe krizini çözmek bir yana krize yeni öğeler ekleyerek daha da derinleştireceği ortaya çıkan sonuçlardan da anlaşılıyor. Seçmenlerin yüzde 22’si sandık başına gitmedi. Yüzde 46’sınm iradesi meclise yansımadı. Kürt illerinde DEHAP ezici bir üstünlük sağlasa da yüzde 10 barajını aşamadığı için Kürt halkı bir kez daha mecliste temsil hakkından yoksun kaldı ya da bu hakkı alenen gasp edildi. Bunlar daha baştan yeni parlamentonun bir temsil ve meşruiyet krizi ile karşı karşıya olduğunu gösterir.

AKP geçerli oyların yüzde 34.2’sini alarak birinci parti oldu. Toplam seçmen sayısı üzerinden bir hesap yapıldığında AKP’nin seçmenlerin ancak yüzde 26’sını temsil ettiği açığa çıkar. Adaletsiz, antidemokratik seçim sisteminin yarattığı bu sonuç kurulacak hükümetin toplam seçmen kitlesinin dörtte birini temsil etmesi nedeniyle hükümetin de meşruiyetini tartışılır hale getirecektir. Birçok parti yenilginin şokunu atlatır atlatmaz bu durumu bir kriz öğesi olarak kullanmak isteyecektir.

Bunlar sorunun esasını oluşturmuyor.

Kriz çok daha derinde. Öncelikle burjuva egemenlerin erken genel seçime neden ihtiyaç duyduklarını incelemek gerekiyor. Ama daha evvel, en genel hatlarıyla seçim sonuçlarının ne anlama geldiğini özetleyelim.

Birincisi; burjuva faşist rejimi savunan ve bugüne kadarki pratikleriyle rejime ve emperyalist devlet ve kuruluşlara angaje burjuva partiler toplumsal dayanaklarını yitirdiler; dahası ağır bir yenilgi aldılar.

İkincisi; devleti yöneten asıl kuvvet ordunun, yani, sivil bürokrasi ile kurduğu ittifaka dayanan generallerin bütün engellemelerine karşı AKP’nin parlamentonun ezici çoğunluğunu ele geçirmesi Genelkurmay’ın açık bir yenilgisi anlamına gelir.

Üçüncüsü; teşhir olmuş DSP, MHP, DYP,

ANAP vb. faşist rejime endeksli partilerin barajda boğulması, buna karşın onunla çelişkili bir görünüm sergileyen AKP’nin bariz bir çoğunluk elde etmesi, halk kitlelerinin eskisi gibi yönetilmek istemediğini kuşkuya yer bırakmayacak tarzda açığa çıkartan bir veridir.

Dördüncüsü; yığınların ana bölüğünün gerek sandık başına gitmeyerek gerekse sandığa gittiğinde de AKP gibi islamcı olduğu gerekçesiyle dışlanan, Genç Parti (GP) gibi IMF aleyhtarlığı yapan partilere önemli bir destek vermesi, Kürt halkının kendi temsilcisi gördüğü HADEP-DEHAP’a daha sıkı sarılması halk yığınlarının rejimden ideolojik kopuşunun daha da derinleşmekte olduğunu gösterdi.

Beşincisi; DSP’nin yüzde 22’den yüzde Eler, MHP’nin yüzde 18.5’den yüzde 8’ler düzeyine inmesi, keza diğer hükümet partisi ANAP’ın yüzde 5 oy alması halk yığınlarının seçimleri IMF’ye ve MGK’ya bir tepki fırsatı olarak değerlendirdiği ve AKP’ nin bu tepkinin bir sonucu olarak yüksek oranda oy aldığı anlamına geliyor.

Altıncısı; yine aynı nedenler hesaba katılarak, 3 Kasım seçimlerinin kitlelerdeki rejimden kopuşu ve arayışı azaltmak bir yana daha da belirginleştirdiği, o nedenle AKP’nin islamcı bir parti olsa da yükselişinin islamcı bir yükseliş anlamına gelmediği, denenmiş burjuva partilere ve rejime tepkinin aktığı bir merkez olduğu, bu nedenle birikmiş sorunlara çözüm bulamadığı oranda onun da akıbetinin diğer partilerden farksız olacağını gösteriyor.

Yedincisi; ‘sol oyların’ bir önceki seçimlerde yüzde 32 civarındayken bu seçimlerde yüzde 22 düzeyine gerilemesi kimilerinin iddia ettiği gibi ‘sol’dan kaçış anlamına gelmez; nasıl ki, ’99 seçimlerinde DSP’nin yüzde 22 ile birinci parti olması kendi başına ‘sol’un yükselişi olarak değerlendirilemezse, 3 Kasım’da yüzde 1’lere inmesi de ‘sol’dan kaçış olarak nitelenemez.

Sekizincisi; DEHAP yükseliş kaydetse de barajın bir hayli altında kalması, onun iddia ettiği gibi halkların birleşik partisi haline gelemediği, mevcut politikalarıyla da böyle bir niteliğe kavuşamayacağını açığa çıkarttı, Kürt sorununun demokratik çözümü ile sınırlı, emekçilerin birikmiş diğer sorunlarına uzak politik duruşu onu bugünkünden daha da zayıf bir duruma düşürecektir.

Dokuzuncusu; barajı aşma beklentisiyle DEHAP’a yönelen kitlenin bir bölümünün, yaratılan aşırı iyimserliğin ve parlamenter hayallerin boşa çıkması nedeniyle, özellikle de burjuva unsurların kendilerini ifade edebilecekleri burjuva partilere kayma olasılığının artacak olması HADEP üzerinde tipik bir burjuva parti olmak ya da devrimci seçeneğe daha sıkı sarılmak tercihine zorlayıcı baskıyı artıracaktır.

Onuncusu; 3 Kasım seçimleri kitlelerin devrim ve sosyalizm fikrine kazanılmasının bugüne kadar görülmedik biçimde olanaklı olduğunu, yalnızca Kürt ve Aleviler’in değil diğer kesimlerin de devrimci fikirlere açık olduğu; SP, DSP, ANAP, DYP gibi burjuvazinin ana partilerinin çöküşünün ve MHP’nin dibe vuruşunu aynı zamanda geleneksel burjuva ideolojisinin çeşitli varyantlarının kitleler üzerindeki etkisinin çözülüşü anlamına geldiği ve buradan doğan boşluğun devrimci çalışma için zemini alabildiğine genişlettiği; etkin bir devrimci iradeyle büyük bir tarihsel fırsat yakalama olasılığının doğduğu vb. sonuçları ifade edebiliriz.

Erken Seçime Neden İhtiyaç Duyuldu?

Türk burjuva faşist devleti ve onun emperyalist efendileri parlamentoyu yenileyerek yönetememe krizine çare bulmayı amaçlıyordu. Bunun aynı zamanda emperyalizmle yeni tipte ekonomik entegrasyon sürecinin, yeni tipte siyasi entegrasyonla tamamlanma yolunda atılmış bir adım olacağı düşünülüyordu.

Türk burjuva devleti, yönetememe krizi ekonomik krizle çakışınca iç ve dış siyaset üzerindeki kontrolünü daha çok yitirmeye başladı. Hangi yasanın ne zaman çıkacağı, parlamento seçimlerinin ne zaman yapılacağı, nereye ne kadar asker gönderileceği emperyalist merkezlerde karara bağlanır oldu. Devlet içindeki klikler, burjuva siyasal partiler, burjuva medya emperyalist devletler arasındaki rekabetin kumar masasındaki kozları haline geldi. Bu o kadar açık, o kadar belirgindi ki, kimse gizleme gereği bile duymadı. Türkiye adeta bir sömürge devlet gibi yönetilmeye başlandı. Öncesi bir kenara şu son üç buçuk yıl, Türk burjuva devletinin sefil durumunu görmeye yeter. Kuzey Kürdistan’da 15 yıl süren devrimci savaş karşısında, kirli savaşın her yöntemi en üst boyutta uygulanmasına, ekonomik kaynakların neredeyse tamamının devrimci savaşı bastırmak için kullanılmasına rağmen her gün biraz daha bataklığa gömülen Türk burjuva devleti emperyalist devletlerin yardımıyla nefes alabildi.

PKK liderinin emperyalist komployla tutuklanmasının ardından üçlü koalisyon kuruldu. DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti ABD-MGK, AB-TÜSİAD koalisyonuydu ve esasen bu güçler tarafından oluşturuldu. Ecevit’e övgüler yağdırıldı, MHP’nin değiştiğine dair kitleler propaganda bombardımanına tutuldu. Yolsuzluk dosyalarıyla gözden düşmüş olan ANAP allanıp pullandı.

Yeni hükümetin bileşimi üzerinde birlik olan kuvvetler aynı zamanda rekabet halindeydiler. Devrimci savaşın ve onun önderliğinin ve devrimci hareketin tasfiye edilmesi, işçi sınıfı, emekçiler ve gençlik örgütlerinin tam bir ablukaya alınıp hareket edemez hale getirilmesi, her türlü ilerici muhalefetin bastırılması; IMF ekonomik programının uygulanması, özelleştirmelerin hızlandırılması, sermaye trafiğine tam serbestiye sağlanması, işçi ücretlerinin düşürülmesi vb. konularda birlik içindeydiler. Bu nedenle hükümetin ‘istikrarlı’ olduğu söylenebilir.

Hükümet içi ‘istikrar’ perde arkasındaki bir dizi ayak oyunu ile birlikte yürüyordu. Bir yanda ABD, bir yanda AB hükümet içindeki aktörleri aracılığıyla mevzii hamleler yapıyordu. Emperyalist ABD ve AB’nin kuvvetleri MGK ve TÜSİAD, MHP ve ANAP üzerinden devletin yeniden yapılandırılmasının kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleşmesi için çeşitli vesilelerle kavgaya tutuşuyorlardı.

Emperyalist ABD revizyon, AB reformasyon yanlısı tutumuyla devleti yenilenmeye zorluyordu. ABD revize edilmiş devlet yapısıyla Türkiye’nin AB’ye alınmasını dayatıyor;

AB’de reforme edilmeden -ki bu Türk devletinin ABD etkisinden uzaklaşması anlamına gelir- Türkiye’yi tam üyeliğe almak istemiyordu.

İşbirlikçi tekelci burjuvazi de devlet yapısında ‘değişim’ istiyordu. Kürt ayaklanmasının bastırılmasından sonra sesini daha çok yükseltmeye başladı. Mevcut devlet yapısı, yani MGK diktatörlüğü tekelci burjuvazinin de manevra alanını daraltıyordu. AB süreci, işbirlikçi tekelci burjuvazinin örgütü TÜSfAD’a ‘değişim’ programını gerçekleştirebilmesi için bir dayanak haline gelmişti. Bunu vesile ederek, devletin yeni çıkarlarına uygun olarak yapılandırılması yolunda gizli-açık bir dizi politik oyuna girişti. TÜSİAD çıkarlarını emperyalist tekellerle entegrasyonda görüyordu. Fakat devlet-ekonomi, devlet-politika ilişkisi dünden farklı olarak bu entegrasyonun çapını daraltıyor, tekelci burjuvazinin istemlerinin önünde engel olarak duruyordu. ABD, AB ve bunlarla bağlantılı tekeller, işbirlikçi tekelci burjuvazi Türk burjuva devletinde ‘değişim’i zorluyordu.

Generaller ise bu baskıya karşı direnemeyeceklerini biliyor, buna karşın ‘değişim’i alabildiğine zayıflatarak devlet üzerindeki yönetici rollerini korumaya çalışıyorlardı.

Üç yıllık hükümet koalisyonu bu güçler dengesi ekseninde yürüdü. Bu bir geçiş hükümetiydi. Ve bir bakıma hükümetin alternatifi yoktu. O nedenle kuvvetler, hükümet partileri üzerinde manevra yaparak politik sürece müdahale ediyorlardı. MGK-MHP, TÜSİAD- ANAP ilişkisi bu çerçevede sürdü.

Bütün kuvvetlerin, bu hükümet eliyle halledilmesi gerektiğini düşündükleri ortak noktalar vardı. Birincisi, yenilgiye uğratılan Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin yeni süreçte tasfiye edilerek, sorunun tehdit kapsamından çıkarılması; idamın kaldırılması, Kürtlerin bireyler olarak tanınması; devrimci hareketin şiddetle ezilmesi ve hareketsiz bırakılması, bu amaçla hapishanelerin zapt-u rapt altına alınması, F tiplerinin açılması; islamcı partilerin bölünerek etkisizleştirilmesi ve merkeze çekilmesi temel politik görevlerdi. AB’ye aday üye kabul edilmek için adımlar atılması da hükümetin görevlerindendi. IMF programının eksiksiz uygulanması, özelleştirme vb. politikaların da ne pahasına olursa olsun hızlandırılması, emperyalist tekellerin çıkarına ekonomik entegrasyonun gerçekleştirilmesi ve buna uygun siyasi entegrasyon yolunda düzenlemelere gidilmesi de yapılması gereken öncelikli işlerdendi.

Bu arada ‘Türkiye bağırsaklarını temizliyor’ kampanyası yürütüldü. Sözde yolsuzlukların üzerine gidilecek ve Türkiye temizlenecekti. Aslında bu kampanya emperyalist tekellerin ve TÜSİAD’ın bastırılmasıyla açıldı. Bankalar ve genel olarak ekonomi öylesine korsan, mafyatik bir yapı haline gelmişti ki, emperyalist tekeller ve TÜSİAD’ın hareket alanı daralmıştı. Bankaların çeşitli dalaverelerle içinin boşaltılması devlet bütçesine ağır yükler getiriyor bu da emperyalistlere olan borçların ödenmesini güçleştiriyordu. Ama kokuşmuşluk bir kanser hücresi gibi bünyeyi sarmıştı. Devlet gibi ekonomi sektörleri de tepeden tırnağa yozlaşmıştı. Çeteleşmenin görülmediği alan yoktu. Onun için ‘bağırsakları temizleme hareketi’ devlet üzerinde hakimiyet kavgası veren kliklerin birbirlerinin bağırsaklarını sökme hareketine dönüştü. Her yolsuzluk dosyasının ucu ANAP’a ya da ordu ve MHP’ye uzanıyordu. Birbirlerinin ipliğini daha fazla pazara çıkarmamak için bu oyundan vazgeçtiler. Yine de bu durum ekonominin yeniden örgütlenmesi konusunda emperyalist politikalara kamuoyu desteği yarattı.

Kasım ve Şubat krizleri hükümetin ömrünün dolduğuna işaret etmişti. Emperyalistler ve işbirlikçi tekelci burjuvazi bu süreci emperyalizmle yeni tipte ekonomik entegrasyonun hızlandırılması için değerlendirdiler. Koalisyon hükümeti kendisine biçilen görevlerin birçoğunu yerine getirmiş ve artık daha fazla adım atma kuvvetinden yoksun kalmıştı. Genelkurmay ve MHP, AB uyum yasaları konusunda ayak diretiyordu. Siyasi yapı daha ileri gitmeyi engelliyordu. Emperyalistler ve TÜSİAD, ekonomik kriz ortamını bu yönde gelişmelerin hızlanması için bir baskı unsuru haline getirdiler. Hükümet artık bir gölgeden ibaretti. ABD Dünya Bankası memuru Kemal Derviş’i hükümetin dördüncü ortağı olarak Türkiye’ye gönderdi. Derviş sıradan bir hükümet ortağı olmaktan çok öte, emperyalistlerce görevlendirilmiş hükümet komiseri rolündeydi. Diğer üç ortak, Derviş’in ABD ve IMF’den aldığı talimatları onaylattırdığı bürokratlara dönüşmüştü.

‘15 günde 15 yasa’ çıktıktan bir süre sonra Derviş, erken seçimlerin ekonomiyi etkilemeyeceğinden söz etmeye başladı. Bu artık bu hükümete ihtiyaç kalmadığının ilanından başka bir şey değildi. Merkez Bankası da dahil, temel ekonomik kurumlar üzerinde hükümetin belirleyici bir etkisi kalmamıştı. ‘Özerk kurullar’ adı altında ekonomi yönetimi ve denetimi neredeyse bütünüyle emperyalist kuruluşlara devredilmişti.

Yine aynı dönem ABD’nin Irak’a yönelik emperyalist işgal hazırlıkları hız kazanmıştı. Türk burjuva devleti bu savaşta kilit roldeydi. Yığınlar nezdinde gözden düşmüş bir hükümetle bu savaş yürütülemezdi. Kaldı ki DSP ayak sürtüyordu.

AB için de hükümet tükenmişti. AB uyum yasalarının bir bölümü ite kaka çıkarılsa da MHP ve Genelkurmay’ın daha fazla mevzi kaybetmeme girişimleri entegrasyonun hızını zayıflatıyordu. Seçimlerin AB referandumuna dönüşmesiyle iç direnişin aşılabileceği hesap ediliyordu.

Krizden hemen birkaç ay sonra seçimden çok hükümet değişikliğine gidilerek bu parlamentoyla bir süre daha devam etme baskın eğilimdi. Ecevit’in başbakanlıktan alınması ve MHP’nin hükümet dışına itilmesi amaçlanıyordu. Burjuva medyanın bütün propaganda kampanyasına rağmen Ecevit başbakanlığı bırakmayınca DSP’ye operasyon yapıldı. İsmail Cem, Hüsamettin Özkan ve Kemal Derviş DSP’yi bölerek yeni hükümet kuruluşunun önünü açmaya çalıştı. ABD ve TÜSİAD’ın bu ortak müdahalesi açıktan yürütülen bir parlamento içi darbe niteliğindeydi. MHP hükümetten dışlanacağı telaşıyla erken genel seçim tarihini açıkladı. Ecevit de tam bir kadavra umursamazlığıyla yaklaştı soruna ve istifa etmeyeceğini belirtti. Hükümeti değiştirme planı suya düşünce erken seçim kaçınılmaz hale geldi. Daha birkaç ay önce hükümet partileri, TÜSİAD, Genelkurmay erken seçim yanlısı değilken, emperyalist zorlama ve siyasal kaçınılmazlıklar nedeniyle seçim yapılması yönünde fikir değiştirdiler.

Hükümete yönelik komplo boşa çıkınca yeni bir partiyle kitleler aldatılmaya çalışıldı, YTP kuruldu. TÜSİAD ve burjuva medyanın bütün çığırtkanlığına rağmen YTP halktan ilgi görmedi. Durumu, ABD’ye giderek tartışan Derviş, oradan aldığı talimatla CHP’ye yöneldi. Belli ki ABD yeni dönem uşağı olarak CHP’yi seçmişti.

Geçtiğimiz bir yıllık süreç ABD ve AB’nin -ki esasen Almanya’nın- Türk burjuva siyasetinde, perde arkasına gizlenmeksizin, belirleyici aktörler haline geldiğini gösterdi. ABD’nin çok daha etkin olduğu, Almanya’nın da her ABD hamlesine bir biçimde karşılık vermeye çalıştığını belirtmek gerekiyor.

Rejimin İflası

Üst yapıda bu tip gelişmeler olurken halk sınıflarının rejimden kopuşu hızlanıyordu. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi yenilgiyle sonuçlansa da Kürt ulusunun örgütlülüğü dağılmamış, Kürt ulusunun demokratik talepleri yığınsal olarak dile getirilmeye devam etmişti. Yenilgi, ideolojik teslimiyet siyasi tasfiye yönünde olmuş, ama örgütsel tasfiye gerçekleşmemişti. Sömürgeci faşist devlet askeri zafer elde etmiş fakat, güçsüz ve takatten düşmüş haliyle, Kürtler’in kimi demokratik özlemlerini gidererek sorunu bir müddet de olsa gündemden çıkarmayı başaramamıştı. Bu hem rejimin faşist niteliği nedeniyle hem de Türk devletinin üzerinde yükseldiği tarihsel temeller nedeniyle başarılamazdı. Ulusal sorunun burjuva çözümü dahi faşist rejimin geriletilmesini gerektiriyordu. Bunun içindir ki Kürtler’in bireysel varlığının tanınması için bile birkaç yıllık sert bir direniş gösterildi. Bu küçük lokma halen hazmedilmiş değil. Kürtçe şarkılar generalleri çileden çıkarıyor. Türkiye’nin bir mozaik olduğuna dair söylemler ‘bölücülükle suçlanıyor. HADEP’in kapatılma tehdidiyle karşı karşıya bırakılması onu DEHAP’ı devreye sokmak zorunda bıraktı. Bu kez DEHAP’ı seçim dışı bırakmak amacıyla Cumhuriyet Başsavcısı’nı devreye soktular. Devletin bu manevrası da konuyla ilgili kararsızlıkları nedeniyle suya düştü. Bu arada bazı DEHAP adaylarının seçime katılması çeşitli gerekçelerle engellendi. Seçim sonuçları bir kez daha ve altını daha kalın çizerek Kürt coğrafyasının rejimden koptuğunu; Kürtler’in kendi siyasal temsilcilerine daha sıkı sarıldığını gösterdi.

Siyasal islamın etkisizleştirilmesine yönelik bir dizi hamle de başarısızlıkla sonuçlandı. RP’nin hükümetten düşürülmesi ve kapatılması, yerine kurulan FP’nin de kapısına kilit vurulması işe yaramadı. Bunun üzerine partiyi bölerek etkisizleştirme yoluna gidildi. Böylece islamcı parti elimine edilecek, yumuşatılacak- tı. 28 Şubat’ın bölme ve yumuşatma harekatı başarılı oldu. Ama bu yolla islami akımın zayıflatılması hedefi başarıya ulaşmadı. 28 Şu- bat’ın ürünü AKP siyasal islamcıların toplaşma merkezi oldu. AKP’nin söylemlerindeki değişme onu siyasal islamcı bir parti olmaktan çıkarmadı. AKP’nin RP gibi katı bir islamcı parti olmaması yalnızca ‘takıyye’ ile açıklanamaz. Bu, sermaye oligarşisi dışında kalan büyük burjuvazinin ve çıkarları her geçen gün büyük burjuvaziyle biraz daha örtüşen orta burjuvazinin üst katmanlarının yönelimiyle de ilgilidir. Emperyalist tekellerle birleşme bu sermaye grubu için de geçerlidir. Bu nedenledir ki islamcı partinin her iki kanadının da antitekelci ve antiemperyalist söylemi terketmesinin maddi temelleri vardır. İslamcı burjuvazinin Amerikancılığı ya da Batıcılığı daha açık savunan AKP’ye ağırlıklı olarak dümen kırması bu gerçekler ışığında değerlendirilmelidir. Denilebilir ki 28 Şubat, siyasal islamcı partinin çıkarları düne göre farklılaşan, sermaye oligarşisinden ve devlet yönetiminden dışlanmak istenen, kendini islami ideolojiyle tanımlayan burjuvazinin; sınıfsal çıkarlarını islamcılık örtüsü altında dile getiren toplumsal tabanın taleplerine daha uygun, islami modernleşmeye açık yeni bir islami partinin doğumuna ebelik etmiş, dahası bu kesimin bir temsiliyet krizi yaşamasını engellemiş, geçişi hızlandırmıştır. Bu da tarihin ironisi olsa gerek. Yine de islamcı bir partinin devleti yönetmeye aday bir kuvvet toplaması devletin yönetici erkini tedirgin ediyordu. Generaller kendi elleriyle yarattıkları partinin hızla kitleselleşmesi karşısında telaşa kapılmış bu kez partiyi yıpratmak için bin bir türlü dalavereye başvurmuştu. Ne var ki bu yönde attıkları her adım AKP’yi güçlendirmekten başka bir sonuç doğurmadı.

Seçimlere yönelik karar verildiği andan itibaren yapılan kamuoyu yoklamaları ezilen yığınların burjuva düzen partilerinden ve genel olarak rejimden ne denli kopuştuğunu ortaya koyuyordu. Kararsız oyların yüzde 45 gibi rekor düzeyde seyretmesi, oy kullanmayacağını söyleyenlerin oranının yüksekliği, hali hazırda parlamentoda yer alan partilerin barajın altında kalması ihtimali, kimi partilerin neredeyse tamamen erimesi, faşist rejimin kitle tabanının boşaldığını belgeledi. Kitleler sorunlarına çözüm olabilecek ne bir parti ne de bir program görüyordu. AKP ve CHP’nin önde gitmesi gerçekte onların bir kurtuluş olacağı inancından değil, diğer partilerin cezalandırılma isteğinin ürünüydü. AKP’nin yeni ve denenmemiş olarak lanse edilmesini de bu yönelimin nedenlerinden saymak gerekir. Kitlelerin rejimle ilişkilenişi bakımından, AKP’ye yönelik devletin her karşı hamlesi sonrası bu partinin oy yüzdesinde birkaç puanlık artış ilgiye değerdir.

Kitle hoşnutsuzluğunun bir ölçüde CHP’ye yöneldiğini gören ABD, TÜSİAD ve burjuva medya, özellikle de Aydın Doğan grubu CHP’yi desteklediler. Artık bir posaya dönüşmüş ANAP büyük burjuvazi tarafından terkedildi. CHP’nin öne çıkarılmasının daha da önemli yanı kitlelerdeki düzene karşı birikmiş tepkinin manipüle edilme istediğiydi. Son 10 yıldır neoliberal politikalar kitleleri canından bezdirmiş, bu süreç aynı zamanda orta sınıfların çöküşüyle sonuçlanmıştı. Klasik sosyal demokrat politikalara da yığınların karnı toktu. Burjuvazi sosyal liberalizm adı altında ezilenleri hem yeniden düzene bağlayacak ideolojik bir söylem hem de kitle desteği almış siyasal bir oluşuma ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle CHP, ABD ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcisi olarak seçildi. Ne var ki kitle hoşnutsuzluğu CHP’de değil AKP’de birikti.

Gerek AKP’ye, CHP’ye yönelim gerekse kararsızlığın yoğunluğu kitlelerdeki arayışın düzeyini, ama aynı zamanda, arayıştaki bilinç öğesinin düzen sınırlarını aşmaktan uzaklığını ortaya koyuyordu. Görüldü ki yığınlar düzen partilerinden umudunu kesmiş ama onu aşacak bilinçten yoksun. Bu nedenle üç yıl önce seçtiklerini şimdi itiyor, yeni olduğunu iddia edenlere kanıyor, kısa zamanda parti eskitiyor, belki bir şeyler değişir umuduyla şarlatanlara bile eyvallah ediyor. Buna en iyi örnek Genç Parti’dir. Uzan Holding’in sahibi; birkaç gazete, TV ve radyodan oluşan medyası ile eksiksiz bir faşist demagog olarak arayış içindeki yığınları etkiliyordu. Durmadan yalan kustu. IMF ve ABD’ye karşı olduğunu açıklıyor; parasız eğitimden konut sahibi edindirmeye kadar, tam da kitlelerin en can alıcı sorunlarına dair gerçek dışı çözümler ileri sürüyordu. Genç Parti’nin işsiz, yoksul gençlik içinde rağbet görmesi, böylesine bir şarlatanın kitlelerin en temel sorunlarına değinmesi nedeniyle baraja yaklaşması, yığınların nasıl bir arayış içinde olduğunu yeterince açıklıyor.

Kasım ve Şubat ekonomik krizleri, rejimin hükümetleri ve parlamentodaki partileriyle halk kitleleri arasında iyice zayıflamış bağları koparıp attı. Her iki kriz ve sonrasında halk sınıflarının yaşamı alt üst oldu. Bu süreçte devletin ideolojik aygıtlarının inandırıcılığı dibe vurdu. Seçim sonuçlarının en net ve en kestirme ifadesi herhalde, rejimin iflası belgelendi, olmalıdır.

Sonuçlar Sürpriz Mi?

3 Kasım seçimlerinin sonuçları hiçbir bakımdan sürpriz olarak görülemez. Yukarıda da ifade edildiği gibi, olayların gelişimi rejimin ve onun doğrudan savunucusu partilerin toplumsal tabanının eridiğini ortaya koymuştu.

Bazılarının iddia ettiği gibi sorun, ‘merkez sağın çöküşü’ ya da ‘merkez solun oy kaybı’ biçiminde izah edilemez. Bu çok yüzeysel ve hiçbir bilimsel değeri olmayan bir açıklama olur. Yalnızca son on yılı incelemeye tabi tuttuğumuzda görürüz ki, ‘merkez sağ’ ya da ‘merkez sol’ politikalardan söz etmek mümkün değildir. Gerek emperyalistlerle ilişki düzeyi, gerekse iç politikada belirleyici öğeler hesaba katılırsa sahnedeki burjuva partilerin figüranlıktan öte bir işleve sahip olamadıkları kolaylıkla anlaşılır. Ekonomik politikalar emperyalist merkezlerde belirleniyor. Genelkurmay’ın MGK üzerinden iç ve dış politik strateji ve taktiklerin oluşturucu gücü olduğu herkesin malumu. Dahası, 28 Şubat’tan sonra Genelkurmay günlük politik yönetimi her zamankinden daha çok denetimi altına aldı. Yakın dönem politika tarihinde kendisini ‘sağ’ ya da ‘sol’ diye niteleyen herhangi bir burjuva partinin ekonomi yönetimi, iç ve dış politik gelişmeler karşısında ‘bağımsız’, ‘özgün’ bir irade sergilediğinden söz edilebilir mi? ABD, AB, IMF, DB; TÜSİAD, MGK temel belirleyen ve etkileyen politik aktörler değil miydi? Meclisteki hükümet ya da muhalefet partileri bu politik aktörlerin sözcüleri olmanın ötesinde ne tip bir rol üstlendiler?

DP-AP geleneğinin temsil ettiği toplumsal tabanın, bu geleneğin sürdürücüsü iddiasındaki ANAP ve DYP’den uzaklaşması psikolojik teorilerle izah edilebilir mi? DP-AP, toplumsal gericiliğin birikme merkezleri olmanın ötesinde, büyük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin partileri olarak, kitle desteğini çeşitli katmanlara bölünmüş köylü yığınlarından, kasaba eşrafından ve şehrin orta sınıfının bir bölüğünden alıyordu. Her iki parti de bir bakıma bu kesimlerin siyasal sözcülüğünü yapıyordu. Hükümet oldukları dönemde bu kesimlerin lehine düzenlemelere girişiyor; alt yapı hizmetleri, ucuz kredi, sübvansiyon ve tarımın modernizasyonu yoluyla yaşam düzeyinin geliştirilmesi yönünde adımlar atıyordu. Devlet olanaklarını bir ölçüde bu kesimlerin hizmetine sunuyorlardı. Bu o günkü, emperyalizm yeni sömürge iş bölümüne uygundu. Yeni sömürgelere biçilen rol, emperyalist metropoller için ucuz tarım ürünleri yetiştirmekti. Köylülüğe kaynak aktarımı tam da bu iş bölümünün gereğiydi.

24 Ocak’la beraber neoliberal politikalar uygulamaya kondu. Bu yeni politikalar bir dönem için küçük mülk sahibi katmanlara yeni girişim olanakları sağladı. Ticaret hacmi genişledi. Orta sınıfın yaşam standartları gelişti. Bunun sonucudur ki Özal liderliğindeki ANAP büyük bir toplumsal destek buldu. Bireysel kurtuluş umudu, kısa yoldan köşe dönmecilik, modern yeni kullanım araçlarının yaygınlaşması özellikle toplumun orta tabakalarını bir müddet oyaladı.

Neo-liberal politikalar asıl sonuçlarını göstermeye başlayınca hava yavaş yavaş tersine döndü. Kitleler bu kez eskilerde keramet aramaya girişti. Demirel zayıfta olsa eski toplumsal tabana yeniden ulaşmayı başardı. 5 Nisan kararları yeni bir şok dalgası yarattı. Her kriz küçük mülk sahibi tabakaların, küçük ve orta köylülüğün mülksüzleştirilme sürecinde sıçrama noktasını oluşturuyor, şehrin orta tabakalarının yaşam seviyesinin keskin bir düşüşüne neden oluyor, genel olarak işsizliği ve yoksulluğu artırıyordu. İşçi ve emekçilerden, küçük ve orta mülk sahibi katmanlardan büyük burjuvazi ve toprak sahiplerine, oradan da emperyalist tekel ve devletlere sermaye transferinin hızlanmasına, devlet hazinesinin bütünüyle işbirlikçi burjuvazi ve emperyalist finans kuruluşlarının hizmetine sunulmasına dayalı yeni ekonomik politikalar reel ücretlerin sürekli gerilemesi, küçük ve orta mülk sahiplerinin hızla mülksüzleştirilmesi, dolaylı ve dolaysız vergilerin katlanılamaz bir yük haline gelmesi vb. bütün bunların toplamı olarak orta ve alt katmanların yaşam düzeyinde artan kötüleşme sonucunu doğurdu. Kasım ve Şubat krizleri bu kötüleşmeyi ‘mahvolma’ düzeyine yükseltti.

Daha ’95 seçimlerinde RP’nin yüzde 20’yi aşkın bir oy oranına ulaşması, giderek daha çok ezilmekte olan alt tabakaların tepkisini ifade ediyordu. Yine de yoğun şovenist propaganda ve 28 Şubat, rejim partilerinin daha bir müddet kitleler üzerindeki etkilerini sürdürmelerine neden oldu. DYP, ANAP, CHP bu süreçte iyice güçten düştü. Kitlelerin arayışı Öcalan’ın yakalanmasıyla estirilen şovenist rüzgarla birlikte “denenmemişler”e, DSP ve MHP’ye yöneldi. Çözümsüzlükle birlikte arayış da büyüyordu. Üçlü koalisyonun icraatlarını tekrar belirtmeye gerek yok. Özellikle Şubat krizinin ardından ‘15 günde 15 yasa’ ile küçük ve orta köylülük ile devlet ve onun partileri arasındaki son partizanca bağların da koptuğunu belirtmek gerekiyor. Yalnızca bu değil elbet; Kasım ve Şubat krizleri milyonlarca insanın yaşamını alt üst etti. İkinci dünya savaşındaki yoksullaşmaya denk bir çöküş yaşandı. Biriken iç ve dış borç yükü halkın sırtına yıkıldı. Küçük burjuvazi hiç bu kadar çaresiz duruma düşmemişti. İflaslar ve mülksüzleşme bu kesimin yaşamını adeta mahvetti. İşsizlik yalnızca geniş işçi yığınları arasında değil, eğitimli orta sınıf bakımından da büyük bir sorun haline geldi. Hal böyle olunca kendisini ‘merkez sağ’ olarak niteleyen partilerin büyük şehirlerdeki toplumsal tabanı da eridi.

‘Merkez sol’ içinde benzer şeyler söylenebilir. Cumhuriyetçi, laik, Alevi ve şehrin seküler-modern yaşamı sürdüren küçük ve orta sınıfların toplumsal desteğini alan; Batıcı ve devletçi olan, şeriat umacasıyla korkutulmuş kesimlerde taban bulan; orta burjuvazinin burjuva reformcu siyasal eğilimini yansıtan, bu reformculuğu nedeniyle belli dönemlerde işçiler ve antifaşist emekçiler için bir dönem çekim merkezi haline gelen ‘ortanın solu’, ’90’lı yıllardan bu yana kitleleri ilgilendiren temel sorunlarda ‘sağ’ partilerden farksız hale geldi. Daha tam bir ifadeyle toplumun temel sorunlarına çözüm üretme konusunda burjuva sağ ya da sol partiler arasında bir ayrım kalmadı. IMF, emperyalist merkezler, MGK, TÜSİAD söz konusu olunca kimin sağ kimin sol olduğu belirsizleşti. ‘Sosyal demokratlık’la ‘merkez sağ’ varlık nedeni ortadan kalkmış birer gölgeye dönüştü.

Bu partiler başka türlü hareket edebilir miydi? Burjuva faşist rejimin siyasal sözcülüğünü üstlenen partiler MGK’ya ya da emperyalist küreselleşme dayatmalarına kafa tutabilir miydi? Bu sorulara olabilirdi yanıtı vermek mümkün değil. Birincisi, Kürt ayaklanması karşısında sömürgeci partiler olmaları nedeniyle ordunun arkasına dizilmek dışında bir şansa sahip değildiler. İkincisi, emperyalist küreselleşmenin dayattığı yeni sömürgeler ve emperyalist devletler arasında sömürgeciliğe denk düşen yeni iş bölümü gereği ekonomik ya da siyasi, askeri ya da diplomatik karar alma süreçlerinde önemli itirazlar yükseltmek olanaksızlaşmıştı. Emperyalist bağımlılık düzeyi yeni sömürgeleri var olduğu kadar, ‘bağımsız’ politikalar belirleme olanaklarını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. İçte MGK, dışta emperyalist merkezler burjuva partiler arasındaki ayrımları silikleştirdi.

Halk yığınlarının bu duruma tepki vermesinden daha doğal ne olabilir? Kopuş daha önce bu düzeyde ve daha sert biçimde gerçekleşmediyse bunun iki nedeninden bahsedilebilir. Birincisi, batı coğrafyası emekçilerine içirilen şovenizm zehiri; ikincisi, devrimci seçeneğin Batı’da yığınlarla ilişki düzeyinin zayıflığıdır. 2002 seçimleri Kürtler’in zaten var olan kopuşunu perçinledi. Batı’da ise sokağa ve devrime yönlendirilemeyen kitlelerin tepkisi sandıkta patladı.

DSP’nin yüzde 22’den yüzde 1’e çakılması, DYP, ANAP ve MHP’nin hezimete uğraması bir başka gerçeği daha açığa çıkardı. Siyasal partilerle kitleler arasında psikolojik, sosyolojik aidiyet ilişkisini, daha bilimsel bir ifadeyle ideolojik bağın gücünü; Bu partilerin temsilcisi olarak ortaya çıktıkları sınıfların, katmanların ya da ulusların çıkarlarını ne ölçüde savundukları, korudukları, hiç değilse onların bu çıkarları koruyacaklarına dair ne ölçüde ikna ettikleri belirler. Şu son birkaç yıl, baraj altında kalan burjuva partilerin dayandıkları toplumsal tabanı ikna etme konusunda son şanslarını da yitirdiklerini gösterdi.

AKP islamcı bir parti olsa da, ona yönelişin odağında ‘islamcı yükseliş’ söz konusu değildir. İdeolojik bir yönelimden öte sığınacakları adres arayışındadırlar. DSP ve MHP’nin geçen seçimde patlama yapmalarına karşı bu seçimlerde çökmesi; ’99 seçimlerinde DSP’ye oy verenlerin yüzde 21’inin, MHP’ye oy verenlerin yüzde 45’inin 2002 seçimlerinde AKP’yi tercih etmeleri bu dalgalanmanın bariz bir göstergesidir. Buradan da çıkıyor ki, AKP’deki toplaşma ideolojik bir tercih olarak nitelenemez, tam aksine bu birikmenin nedeni yukarıda sözünü ettiğimiz içerikteki ideolojisizliktir.

Politik Kriz

3 Kasım parlamento seçimlerinin yönete- meme krizini gidermek bir yana siyasi bunalımı daha da derinleştireceği bugünkü verilerden de açığa çıkıyor. Seçime katılan ve hükümet kurması muhtemel burjuva partilerin hiçbiri, krizin ana öğelerini çözmek üzerine ne bir görüş, ne bir program ileri sürdü. Tam aksine ‘krizle yaşama’yı program edinmişlerdi. Hepsi de devletin temel stratejilerine bağlılıklarını açıklıyor; MGK diktatörlüğü, politik özgürlüklerin genişletilmesi, Kürt sorununun çözülmesi vb. konularda yeni bir fikir belirtmiyorlardı. IMF programını devam ettireceklerini ya da gözden geçireceklerini söylüyorlardı. Bu da halk kitleleri nezdinde işsizlik ve sefaletin daha da artacağı, özelleştirmenin süreceği, ücretlerin iyice eriyeceği, sosyal haklar da kısıtlamaların yeni yasalarla boyutlanacağını; borç faizine ayrılan ödemelerin bütçenin neredeyse bütününü alıp götüreceği, eğitim ve sağlığa ayrılan miktarın düşürüleceğini gösteriyordu.

ABD’nin Irak’a saldırı planına da hiçbiri cepheden karşı durmuyordu. Emperyalist savaşın coğrafyamızda diğer şeylerin yanı sıra ekonomik yıkımı daha da derinleştireceği ortadaydı. Bütün bu sorunlar karşısında AKP’nin de çok farklı bir çözüm programı yoktu.

AKP, rejimin dışladığı bir parti olduğu için ilgi gördü; ve diğer burjuva partilere öfkenin çekim merkezi oldu. Kendisine ‘solcuyum’ diyen pek çok insanın da AKP’yi desteklediği yapılan anketlerde açığa çıkıyor. Yine başka bir araştırmada AKP’nin çözmesini istediğiniz temel sorunlar nedir, sorusuna verilen yanıtlarda; insan hakları, işsizlik ve yoksulluk ilk sırayı oluşturuyor.

AKP kendisine yönelen bu kitlenin öncelikli sorunlarını ne ölçüde çözebilir? Politik özgürlükler alanını genişletip, işsizlik ve yoksulluğu azaltabilir, yaşam seviyesini yükseltebilir mi?

Sorulara olumlu cevaplar vermek mümkün değil. Her şeyden önce Türk burjuva devleti MGK diktatörlüğünde somutlanan faşist bir devlettir. Ordu devletin asıl yönetici kuvvetidir. Parlamentonun yetki alanı alabildiğine daraltılmıştır. MGSB, parlamento ve Anayasa üstüdür. Nihayet AKP’de, ‘kırmızı kitapçıkları okuyacak ve hiçbir yasa ve yönetmeliğin bu kitapçıklarda belirtilenlerin çerçevesini aşamayacağı talimatını alacaktır. Parlamentoda ya da MGK’da çoğunluk olması sağladığı avantajlara rağmen onu ‘iktidar’ yapmaz. Ordu birçok kurum ve kuruluşla iktidarını güvencelemiştir. Yasaların yetmediği yerde ‘özel harp usulleri’ devreye sokulmaktadır. Bürokrasinin kilit noktaları ordunun denetimindedir. Örneğin; Dışişleri, İçişleri, Adalet, Savunma Bakanlığı bürokrasisinin Genelkurmay’a bağlı kadrolarca yönetildiği biliniyor. Bunlar bir yana, AKP hükümeti ile birlikte ‘milli hassasiyetler’, yani dokunulamaz konuların sayısı artacaktır. Genelkurmay devlet üzerindeki egemenliğinin gerilemesi ve oradan da daha fazla geriletilmesi yönündeki çabalara karşı, etkin olduğu kurumlara daha fazla yaslanmak isteyecektir. AKP bunun farkında, ve bu nedenle bir müddet aşırı bir temkinlilik içinde hareket edecektir.

Kaldı ki AKP’nin politik özgürlüklerin genişletilmesi yönünde temel hiçbir hedefi yoktur. Düzene sadık gerici bir partidir. Rejimle çelişkileri çıktığında ‘uzlaşma’yı esas alacaktır. Elbette kendisine oy veren kitlelerin antifaşist özlemlerini maniple etmek için kimi adımlar atabilir. Örneğin YÖK, RTÜK vb. yasalarda bazı düzenlemelere girişebilir. Ama bunları ancak belirli sınırlar içinde ve ‘fazla ileri gitmeden’ AB kriterleri çerçevesinde yapmak isteyecektir. Bunun dışında bir beklenti fazlasıyla safçadır. Böyle beklentileri olanlar yanıldıklarını kısa zamanda anlayacaklardır.

Genelkurmay cephesi seçimlerde aldığı yenilgi nedeniyle önceleri hükümetle açık bir çatışmaya girmekten kaçınacaktır. Önce yaralarını saracak, kuvvetlerini yeniden düzenleyip onlara moral verecek bir hattan yürüyecektir. Genelkurmay yenilgiye rağmen bazılarının düşündüğünün tersine birçok partinin ve liderinin tarihe karışmasından hoşnuttur. İpliği pazara çıkmış parti ve liderleriyle daha fazla yürünemeyeceğinin farkındaydı. O nedenle bu yeni durumu yeni, yıpranmamış güçlerin örgütlenmesi için değerlendirmek isteyecektir. Ama fırsat bulduğu her anda ‘cumhuriyetin koruyucu ve kollayıcı gücü’ olarak ortaya çıkacak ve yığınların desteğini bir kez daha ‘cumhuriyeti savunma’ gerekçesiyle kazanmaya çalışacaktır. AKP hükümeti ile çelişkileri ve çatışmalarında ilişkilerini CHP ve Cumhurbaşkanı ise üzerinden yürütmeye özen gösterecektir.

Genelkurmay, ABD ve AB’nin, keza TÜSİAD’ın devletin yeniden yapılandırılması yolundaki ‘değişim’ programlarını hayata geçirmek için düne göre ellerinin rahatladığını hesap ederek, daha geniş bir alanda değişime razı olacak; fakat bu genişlemenin kendisinin devlet üzerindeki temel yönetici konumunu sarsmayacak tarzda ‘kontrollü’ bir değişim olması için mevzilenecektir. Örneğin, daha geniş çaplı anayasa değişiklikleri gündeme gelebilir ve genelkurmay bu değişikliklere vize verebilir. Bunda anlaşılmayacak bir yan yok. Nereden bakılırsa bakılsın ordunun eli zayıflamıştır. RP’den farklı olarak emperyalist devletler ve TÜSİAD, AKP’yi arkalayarak, her biri kendi cephesinden yeni durumu kullanmaya çalışacaktır.

AKP de Genelkurmay’la karşı karşıya gelmeden Genelkurmay cephesi karşısında TÜSİAD’a, AB ve ABD’ye daha çok yamanacaktır. Bu nedenle AB ve TÜSİAD Genelkurmay’ın devlet yönetimi üzerindeki etkisini zayıflatmak için AKP’ye gerekli desteği verecek, onu cesaretlendirmeye çalışacaktır. ABD ise orduyu fazla yıpratmadan ama kimi konularda orduyla aralarındaki çelişkileri aşmak için hükümeti bir koz olarak kullanacaktır.

Mesele yalnızca politik özgürlükler ve devlet yönetimi üzerindeki dalaşla sınırlı değil. İşsizlik ve yoksulluk sorunu nasıl halledilecek? Bütçe, enflasyon, borç ve faiz ödemeleri, kamudaki istihdamın azaltılması, özelleştirmeler, devlet yatırımlarının sınırlandırılması vb. bir dizi konuda hükümetin manevra sahası var mı? Bu konular IMF ve emperyalist finans kuramlarınca karara bağlanıyor. Daha şimdiden 2003 bütçesi belli ve AKP bu bütçeyi uygulayacağını açıklıyor. Başka ne yapabilir ki? Borç ve faiz ödemeleri bütçenin yarısından çoğunu alıp götürüyor. Hal böyleyken hangi kaynakla ve hangi yoldan işsizliği azaltacak?! IMF ekonomik programı uygulanmaya devam edilecek. Sırf programı uygulayacak kadrolar değişti diye sonuç değişir mi?

Her şey çok açık. Parlamentoda ezici çoğunluğa ulaşmak, tek başına hükümet olmak, ne yönetememe krizine ne de ekonomik sorunlara çözüm getirir. Çünkü birincisinin kaynağında devletin faşist niteliği ve MGK diktatörlüğü, ikincisinin kaynağında emperyalistlere sömürge düzeyinde bağımlılık ilişkileri, yığılı borçlar, sömürü ve soygun düzeni yatıyor.

Dahası var; Irak’a yönelik emperyalist saldırıda AKP Genelkurmay’a ya da ABD’ye rağmen farklı bir politika güdebilir mi? AKP seçim öncesinde olduğu gibi sonrası yaptığı açıklamalarla da savaş yanlısı tutumunu açık ve net biçimde ortaya koydu. Sözü uzatmayalım, yeni hükümet döneminde dünden devralınan sorunlar ağırlaşarak devam edecek.

AKP, başörtü sorununu ne yapacak? MÜSİAD’la TÜSİAD arasında nasıl bir denge kuracak? ABD ve AB’nin taleplerinden hangisine ağırlık verecek? Küçük ve orta köylülüğün istemleri ile IMF’nin bu kesimlerin mülksüzleşmesine yol açan politikaları arasında nasıl bir tercihte bulunacak? Sorular çok. Nereden ele alınırsa alınsın AKP hükümeti iki cami arasında beynamaz olarak tarihe geçecek; ve bu yüzden de M. Yılmaz’a rahmet okutacak bir oportünizme tanıklık edeceğiz.

Seçim sonuçlarının tek parti hükümetine kapı açması politik istikrarı sağlamayacak. Egemen sınıflar, burjuva faşist rejimin yönetememe krizine çözüm bulmak için attığı her adımda krize biraz daha saplanıyor. Çünkü krizin ana nedeni sömürgeci faşist diktatörlük, yani rejimin kendisidir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi