1971 Devrimci Çıkışı ve Leninist Parti Anlayışı - II

Bir önceki sayımızda, 1971 devrimciliğinin farklı bileşenlerinin genelde Türkiye devrimine ve özelde leninist proletarya partisi anlayışına ilişkin karakteristik yaklaşımlarının anlatımını, yarısömürge ve geri ülkelerde,

1) Ekim Devrimi modelinin geçerli olmadığı,

2 ) Silahlı savaşımın devrimin başlangıcından zaferine değin siyasal savaşımın temel biçimi olduğu,

3) Devrimin kırlardan kentlere doğru bir rota izleyeceği,

4) Proletarya partisinin bileşiminde köylülerin ağırlıkta olacağı,

5) Devrimci durumun süreklilik taşıdığı yolundaki görüşler de bulduğu belirtilmiş ve bu görüşlerin genç Türkiye devrimci hareketi üzerinde etkili, hatta egemen olmasına yol açan ülke ve dünya konjonktürüne kaba çizgileriyle değinilmişti. Ekim Devrimi'nin yolunun, yani proletaryayı temel alan bir siyasal-örgütsel stratejinin ve taktiğe ilişkin leninist-stalinist bakış açısının, "bizim gibi ülkelerde" (yani geri ve bağımlı ülkelerde) geçerli olmadığı yolundaki önyargının damgasını bastığı THKO, THKP-C ve TKP(ML), bu anlayışlarının doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak antileninist bir parti anlayışında konaklıyorlardı. Diğer bir dizi konuda aralarında varolan önemli ideolojik-siyasal farklılıklara karşın, bu örgütlerin hepsini de "1971 devrimciliği" diye nitelendirebileceğimiz ortak bir çizgide birleştiren faktörlerin en önemlilerinden biri, işte buydu. 1960'ların Türkiye'sinde sayısı milyonları bulan bir dizi eylem ve direnişinde tanıklık ettiği gibi, büyük bir devrimci potansiyele ve diğer ezilen sınıf ve katmanlara önderlik etme yeteneğine sahip olduğunu siyasal pratik içinde de kanıtlamış bulunan proletaryayı temel alma, onu sosyalist bilinçle donatma ve tüm halkın gerçek önderi durumuna getirme görevini kavrayamayan 1971 devrimciliğinin, yukarıda da değindiğimiz bir dizi iç ve uluslararası faktörün de baskısıyla böyle bir parti anlayışına yönelmesi, Türkiye devrimci hareketinin daha sonraki bütün bir dönem boyunca oluşumunu biçimlendirmiş ve gelişimini frenlemiştir. Dünya ve Türkiye ölçeğinde asıl sorumluluğunu ve günah mı, Sovyet modern revizyonizmi ve onun ülkemizdeki acenta ve uzantıları gelmek üzere revizyonizmin taşıdığı bu süreç, uzun bir süre işçi hareketi ile militan devrimciliğin birbirinden ayrı, hatta neredeyse karşıt kutuplarda görülmesine ve konumlanmasına yol açmıştır. İşte marksist leninist komünistler, bu tarihsel ayrılığı ve yanılgıyı, yalnızca teori düzeyinde çürütmekle ve reddetmekle yetinmeyip, onu devrimci yığın hareketinin pratiği içinde de çürütmeye ve reddetmeye ve leninist tipte gerçek bir devrimci proletarya partisinin inşasına giriştikleri içindir ki, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde bir çığır açıyor ve onun "makus talihi "ni geri dönülmezcesine değiştirmeye başlıyorlar.

1971 devrimciliğinin, aynı zamanda TKP revizyonizminin ve onun Türkiye devrimci hareketi içinde yer alan varyantlarının, II. Enternasyonal oportünizminden ve menşevizmden esinlenen khvostist (kuyrukçu) ve kendiliğindenci çizgisine karşı bir isyan hareketi olduğunu gözönüne aldığımızda, onun bu konuda da çubuğu fazlasıyla tersine bükmesinin ve iradeci bir konuma düşmesinin nedenlerini kavrayabiliriz. Nesnel koşulların rolünü alabildiğine abartan ve dolayısıyla doğru bir teoriye ve siyasal durumun materyalist bir analizine dayandığı koşullarda devrimci önderliğin ve devrimci iradenin oynayacağı devsel rolü anlayamayan, daha da ötesi anlamak da istemeyen ve proletaryanın ve diğer ezilen ve sömürülen yığınların bağımsız tarihsel eyleminden öcü gibi korkan sağ oportünizme ve revizyonizme bu karşı çıkışın devrimci özünün bilimsel ve eleştirel bir tarzda sahiplenilmesi, bugün son derece büyük bir değer taşıyor. Özellikle devrim düşünce ve pratiğinin evrensel ölçekte bir tasfiyecilik dalgasının içinde boğulmak istendiği günümüzde, 1971 devrimcilerinin, o çok yetersiz teorik ve siyasal donanımlarıyla ve arkalarında kitleler olmaksızın göğü fethetmeye girişmelerinde anlatımını bulan devrimci cüret ve özveriden şimdiki devrimci kuşakların öğrenecekleri pek çok şey olduğu tartışma götürmez. O kuşaklar ki, kendilerinden önce gelenlerin izlerinden yürüyerek ve omuzlarına basarak ilerleme ve dolayısıyla onların, bir yere kadar kaçınılmaz hatalarından öğrenme olanağına sahip bulunmakta ve kendilerine bu denli çok şey verildiği için de, kendilerinden çok daha fazlası istenmektedir.

***

Proletaryanın önderliğini, esas olarak yalnızca lafta benimsemiş, proletaryanın yerine teoride köylülüğü ve praikte köylü yığınlarından da kopuk olan devrimci öncüyü koymuş olan 1971 devrimci hareketi, o günün koşullarında görece kısa bir süre içinde 12 Mart askeri-faşist rejimine karşı giriştiği savaşta siyasal ve örgütsel olarak yenilmiş ve çökertilmişti. Bunda:

a) 1971 devrimcilerinin, genel olarak leninist-stalinist taktik (savaşım ve örgüt biçimleri) anlayışından uzak oluşlarının da etkisiyle, devrim dalgasının 15-16 Haziran büyük işçi direnişinden sonra geri çekilmeye başladığı o günün Türkiye'sinin siyasal durumunu ve sınıflararası güç ilişkilerini doğru bir tarzda değerlendirmemeleri (işçi ve köylü yığınlarını gerçekte olduğundan çok daha devrimci görmeleri ve öncünün girişeceği silahlı savaşımın işçi ve köylü yığınlarını devrimci eyleme çekme konusundaki rolünü aşırı derecede abartmaları) ve,

b) Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısını gerçekte olduğundan daha geri görmeleri, Türkiye işçi sınıfı ve köylülüğünün gerçek durumuna -yani Türkiye işçi sınıfının, gerçek bir devrimci önderlikten yoksun olmasına karşın özellikle 1960'lı yıllarda sergilediği göreli militanlık ve Kürdistan bir yana bırakılırsa Türkiye köylülüğünün devrimci savaşım geleneği ve pratiğinin zayıflığı, hatta yer yer egemen sınıfların bir yedek gücü gibi davranma eğilimi- hem de doğmatik bir tarzda gözlerini kapamaları ve koşulları 1960'ların Türkiye'sinin koşullarından hayli farklı olan 1930'ların Çin'inin, 1950'lerin Kübası'nın ve diğer bazı ülkelerin devrim deneyimlerini şematik bir biçimde ülkemize uyarlamaya çalışmaları ve bu deneyimlerin ülkemiz için de geçerli olduğu ön kabulü belirleyici bir rol oynamıştı. Oysa, sömürge statüsüne sahip olan ve yarıfeodal kalıntıların sosyo-ekonomik yapısına hala damgasını vurduğu Kürdistan bir yana bırakılacak olursa, 1960'ların Türkiye'si, kapitalizmin ve buna bağlı olarak kent nüfusunun, işçi sınıfının ve sendikalı işçi sayısının hızla arttığı, toprağın büyük toprak sahiplerinin elinde yoğunlaşmasının ileri ölçülere varmaması ve küçük ölçekli işletmelerin yaygınlığı nedeniyle bir toprak deviminin zemininin zayıf olduğu, kapitalizmin kırada hızla gelişmesi nedeniyle kır nüfusunun giderek farklılaştığı, görece geniş bir kır proletaryası ve yarıproletaryası katmanın oluşmakta olduğu, kırdan kente göçün bir çığ gibi büyüdüğü ve büyük kentlerin çevrelerinin gecekondularla kuşatıldığı bir ülkeydi. Bütün bu gelişmelerin, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin hızla keskinleşmesine ve özellikle İstanbul, Adana, İzmir, Kocaeli gibi sanayi merkezlerinde -bir çoğunda, daha sonradan THKO, THKP-C ve TKP(ML) gibi örgütleri oluşturacak kadro ve önderlerin de aktif olarak yer aldığı- önemli işçi eylemlerinin yaşanmasına yol açması kaçınılmazdı. Kentlerde yaşayan nüfusun toplam nüfusa oranı 1950 yılında yüzde 25.0 dolayındayken, 1950-1970 döneminde kırdan kente 4,7 milyon kadar insanın göçetmesi sonucunda bu oran 1970 yılında yüzde 38,5'e çıkmıştı ve bu trendin gelişmeye devam ettiği belliydi. 1963-71 yılları arasında aktif nüfus içinde ücretlilerin oranı yüde 21,6'dan yüzde 29,2'ye, sigortalı işçilerin sayısı 710.000'den 1.404.000'e ve sendikalı işçilerin sayısı 296.000'den 2.363.000'e çıkmıştı. 1971 devrimcilerinin "gericiliğin kaleleri" olarak gördükleri ve kurtuluşunu, emperyalizmin ve gericiliğin yumuşak karnı olarak gördükleri kırlardaki köylülerden oluşacak gerilla ordusunun zaferine bağladıkları kentlerdeki işçi sınıfının 1963-71 yılları arasında gerçekleştirdiği 610 greve 190.835 işçi katılmış, bu grevlerde yitirilen işgünü sayısı 2.166.000'i bulmuştu. Gerçek bir devrimci önderlikten yoksun bulunmasına, gerici Türk-İş ve reformist DİSK yönetimlerinin baltalamalarına karşın işçilerin, bu eylemlerin bir çoğunda işverenlerin uşaklarıyla, polis ve askerle karşı karşıya gelerek çatıştığı, o dönemde grevlerin yanısıra çok sayıda fabrika, işyeri ve maden işgali yaşandığı hatırlardadır. Sınıfın tarihinde hak ettiği yeri almış olan bu eylemler arasında Kavel Kablo (İstanbul, 1963), Karadon Kömür Ocakları (Zonguldak, 1965), Paşabahçe Şişe-Cam (İstanbul, 1966), Batman Rafinerisi (Siirt, 1967), Kozlu ve Dilaver kömür ocakları (Zonguldak, 1968), Singer (İstanbul, 1969), Alpagut Linyit (Çorum, 1969), Gamak Elektrik Motorları Yapım (İstanbul, 1969), Türk Demir Döküm (İstanbul, 1969), Sungurlar Isı Kazan (İstanbul, 1970), Aliağa Rafinerisi (İzmir, 1970), Gıslaved Lastik (İstanbul, 1970), Bossa (Adana, 1970) grev ve direnişlerini ve tabii, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişini sayabiliriz. Ama, değindiğimiz ve değineceğimiz iç ve uluslararası faktörlerin de etkisiyle, marksist leninist formasyonu yetersiz olan bu devrimci kuşak, Türkiye işçi sınıfının, gözlerinin önünde gelişmekte olan savaşımının, gerçek bir komünist partisinin oluşturulmasının subjektif koşullarını da hızla olgunlaşmakta olduğunu göremiyordu. Ne yazık ki, yalnızca marksizm-leninizmi değil, Türkiye'nin somut gerçekliğini de kavrayamayan, ya da daha doğrusu ancak bazı yönleriyle kavrayabilen 1971 devrimcileri, gerek demokratik ve gerekse sosyalist devrim savaşımının önderi olan ve olması gereken işçi sınıfını, TKP revizyonizminin ve onun varyantlarının, sendika bürokrasisinin, ve burjuva partilerinin lanetli etkisine bırakarak yüzlerini köylülüğe ve gençliğe çevirdiler.

Bilindiği gibi, 1971 devrimciliğinin her üç bileşeni de işçi sınıfını temel alan bir siyasal-örgütsel stratejiye karşı çıkmakla kalmıyor, işçilerin ve diğer emekçilerin kendi özdeneyimleri üzerinden eğitilmelerini ve proletaryanın güncel taktiğinin, yani savaşım ve örgütlenme biçimlerinin, kitle hareketinin gerçek durumundan yola çıkılarak saptanmasını öngören leninist kitle çizgisi anlayışını revizyonizmle özdeşleştiriyorlardı. Bu örgütler bunun yerine, devrimci sınıfların kitle hareketinin durumundan bağımsız olarak her zaman için geçerli gördükleri tekdüze bir taktiği, yani devrimci öncünün silahlı eylemini geçiriyorlardı. Onlar, devrimci öncünün silahlı eylemlerinin, devrimci patlamaya hazır olduğu varsayılan yığınların saklı öfke ve enerjisini, tıpkı küçük bir motorun büyük bir motoru çalıştırmasında ya da fünyenin ateşlenmesinin dinamiti patlatmasında olduğu gibi, onların saklı enerji ve öfkesini zincirlerinden boşandıracağını varsayıyorlardı. Onlar, o günün dünya ve Türkiye devrimci hareketinde son derece yaygın olan bir önyargının -devrimin mutlaka kırları temel alan gerilla savaşı biçiminde gelişeceği geri ve bağımlı ülkelerde kentleri ve proletaryayı temel alan bir siyasal-örgütsel stratejinin kaçınılmaz olarak revizyonizme götüreceği düşüncesi- da etkisi altındaydılar. Bu bakış açısının tuhaf ve kendi içinde mantıklı sonuçlarından birisi de, aslında o sıralarda bile, reformist ve düzeniçi konumda bulunan ve M. Ali Aybar, B. Boran ve S. Aren'den, M. Belli ve hatta D. Perinçek'e kadar uzanan bir dizi revizyonist odağın işçi sınıfının saflarında bolşeviklerin yaptığı türden bir siyasal-örgütsel çalışmadan ve kentlerde gerçekleştirilecek bir genel ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesinden yanaymış gibi eleştirilmesiydi! Oysa, dünya proletaryası ve halklarının devrimci savaşım deneyimlerinin de gösterdiği gibi, ne leninist-stalinist taktik anlayışının geçerliliği yalnızca gelişmiş kapitalist ülkelerle sınırlıdır, ne revizyonist akımlar gerçekte işçi sınıfı içinde bolşeviklerin yaptığı türden bir kitle çalışmasından ve bir genel ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesinden yanaydılar ve ne de Ekim Devrimi'nin yolunun benimsenmesi belirli koşullar altında kırsal alanlarda gerilla savaşı-halk savaşı sürdürülmesiyle, hatta belli dönemlerde bu savaşım biçiminin esas alınmasıyla çelişmekteydi. Dolayısıyla, her şeyden önce, 1971 devrimciliğinin, İ. Kaypakkaya gibi en ileri temsilcilerinin bile, işçi sınıfının tarihsel rolünü, Türkiye'nin sosyo-ekonomik ve sınıfsal panoramasının temel karakteristiklerini, Türkiye devriminin dinamiklerini ve Lenin'in "Gerilla Savaşı" adlı makalesinde savaşım biçimleri konusunda söylediği -ve leninist-stalinist taktik anlayışının özünü ve ruhunu anlatan aşağıdaki sözleri aslında kavramadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz:

"Savaşım biçimleri sorunun incelenmesinde her marksistin temel istemleri nelerdir? İlkönce, marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden tek bir özel savaşım biçimine bağlı kalmamakla ayrılır. En değişik savaşım biçimlerini kabul eder ve onları 'uydurmaz', ama devrimci sınıfların, hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren savaşım biçimlerini yalnızca genelleştirir, örgütler ve bunlara bilinçli bir ifade verir. Bütün soyut formüllere ve bütün doktrinci reçetelere kesinkes düşman olan marksizm, hareket geliştikçe, yığınların sınıf bilinci arttıkça, iktisadi ve siyasal bunalımlar keskinleştikçe savunma ve saldırının yeni ve daha değişik yöntemlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan ilerleme içindeki kitle savaşımına karşı dikkatli bir tutum takınılmasını gerektirir. Bu nedenle, marksizm, kesin olarak herhangi bir savaşım biçimini reddetmez. Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak, bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni savaşım biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan savaşım biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz. Bu yönden, marksizm, kitle pratiğinden, eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir, ve 'sistem yapanların' tek başına çalışmalarıyla keşfedilen savaşım biçimleriyle yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz." (Marks-Engels-Marksizm, s. 131-132) Aynı şekilde Stalin, 1928'de Çin devrimiyle ilgili tartışmalar sırasında SBKP içindeki Troçki-Zinovyev-Kamenev muhalefetinin önerdiği maceracı taktikleri eleştirirken şöyle diyordu:

"Muhalefet, partinin önden gitmesi gerektiğini söylerken haklı. Bu, kendisine saygı gösterilmedikçe, gerçek bir komünist partinin olmadığı ve olamayacağı beylik bir marksist ilkedir. Ama bu, gerçeğin yalnızca bir bölümü. Tüm gerçek şu ki, parti, yalnızca önder gitmemeli, ama sayısız yığınları da kendi ardından götürmelidir. Sayısız yığınları ardından götürmeden önden gitmek, aslında hareketin gerisine düşmek, hareketin kuyruğuna takılmak demektir; bu, yığınların ileriye doğru hareketini, bir zaman için tehlikeye düşürebilir. Leninist yönetim tastamam şuna dayanır: öncü, artçıyı kendi ardından götürmesini bilmelidir; öncü, yığınlardan kopmaksızın önden gitmelidir. Ama öncünün yığınlardan kopmaması, sayısız yığınları gerçekten kendi ardından götürebilmesi için, kesin bir koşul, yani yığınların öncüsünün göstergelerinin, yönergelerinin, sloganlarının doğruluğuna kendi öz deneyimleri ile inanmaları koşulu zorunludur." (Çin Konusunda", Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge sorunu, s. 299) Öte yandan, öncünün silahlı savaşımını devrimin başlangıcından zaferine değin ve devrimci yığın hareketindeki yükselme ve alçalmalardan bağımsız olarak, siyasal savaşımın temel biçimi ve yığınların siyasal eğitimi ve devrimci kavgaya çekilmesinin esas aracı olarak gören THKO, THKP-C ve TKP(ML)'nin parti ve parti inşasına ilişkin anlayışının da bu "sol" kitle çizgisi anlayışına göre biçimlenmesi nesnelerin doğası gereğiydi. Lenin'in, yukarıda da göndermede bulunduğumuz düşüncesi uyarınca, bu örgütlerin eyleminin içeriği onların niteliğini belirliyor ve onlara, siyasal bir örgütten çok, bir askeri örgüt özelliği kazandırıyordu. Bu eğilim, dönemin üç örgütü içinde en geri konumda olan ve zaten adı bile salt askeri yönelimini ele veren THKO'da daha net bir tarzda gözlenmesine (H. İnan'ın, THKO'nun "parti ve ordu fonksiyonunu bünyesinde taşıdığı", pratik sorunların, örgütün "parti- ordu ikilemini ayrımına girmesine ihtiyaç göstermediği" vb. saptamaları) karşın, THKP-C ve TKP(ML) için de geçerliydi. Her ne kadar, THKP-C ve TKP(ML) kendilerini "proletaryanın siyasal öncüsü" olarak tanımlamış ve özellikle ikincisi, THKO ve THKP-C'nin kişiliğinde fokoculuğu ve Gevarizmi eleştirmiş ve siyasetin silaha kumanda etmesi anlayışına sahip olduğunu ileri sürmüşse de, bu iki "parti"nin de, THKO'nun durumunda olduğu gibi öncelikle bir askeri örgüt gibi davrandığı açıktı. Örgütsel ilkesinin "politik ve askeri liderliğin birliği" olduğunu söyleyen ve devrimci stratejisini politikleşmiş askeri savaş stratejisi olarak tanımlayan THKP-C olsun, "partili" olmak için önce "ordulu" olmuş olmayı öngören ve örgüt disiplinini bozanlara karşı son derece sert yaptırımlar içeren bir tüzüğü bulunan TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu) adlı bir askeri kola sahip olan TKP(ML) olsun, "parti" sıfatlarına karşın aslında askeri yanları ağır basan birer siyasal örgüttüler.

***

Ancak, leninist parti anlayışından sapmış daha doğrusu böyle bir anlayışa ulaşamamış olan 1971 devrimci hareketinin biçimlenmesine katkıda bulunan ve o dönemde dünya ölçeğinde etkili olmuş siyasal eğilimlerin marksist-leninist teoriden ayrılan, hatta ona karşıt temel yaklaşımlarının -konumuzun çerçevesini aşmamak kaydıyla- daha yakından incelenmemesi ve devrimci bir eleştiriye tabi tutulmaması halinde, bu yazı amacına tam olarak ulaşmış olmayacaktır. Dolayısıyla, şimdi de sorunun bu yönünü de ele almamız gerekiyor.

Yukarıda, 1950'li yıllarda Sovyet modern revizyonizminin devrim karşıtı bir akım olarak ortaya çıkması ve buna bağlı olarak onun izinden giden revizyonist partilerin devrimci ve öncü niteliklerini yitirmeleri nedeniyle devrim için ayağa kalkan işçi, köylü ve gençlik yığınlarının gözlerini Çin'e ve Küba'ya çevirdiklerinden sözetmiştik. Uluslararası komünist hareketin büyük ölçüde zayıfladığı ve Türkiye'de ideolojik akım düzeyinde bile olsa komünist bir önderliğin bulunmadığı koşullarda, bu iki odağın temsil ettiği ve savunduğu küçük burjuva devrim modeli Türkiye'de de önemli bir popülarite kazandı. Geçerken, 1960'lı yıllarda Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinin ve proletaryanın nicel ve nitel güç düzeyinin göreli geriliğinin, buna bağlı olarak nüfusun çoğunluğunu barındıran kırlarda sınıfsal karşıtlıkların hayli gelişmiş olmasına karşın hala geniş bir küçük ve orta köylü kitlesinin bulunmasının, proletaryanın geniş kesimlerinin kırla ekonomik ve toplumsal bağlarını önemli ölçüde sürdürüyor olmasının vb. yani Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısının, küçük burjuva önyargıların beslendiği bir zemin oluşturmuş olduğunu anımsatalım. Lenin, 1910 yılında kaleme aldığı "Avrupa İşçi Hareketi İçindeki Ayrılıklar" adlı makalesinde, işçi sınıfı hareketi içinde ortaya çıkan farklı eğilimlerin maddi temellerini tartışırken şu çok öğretici gözlemi yapıyordu:

"Marksizm, işçi sınıfı ve onun ideologları tarafından, en kolay, en hızlı, en eksiksiz ve en sürekli biçimde, büyük ölçekli sanayinin en fazla geliştiği yerlerde özümsenir. Geri ya da ağır gelişen ekonomik ilişkiler, sürekli olarak, işçi hareketi içinde marksizmin ancak bazı yönlerini, yeni dünya görüşünün ancak bazı bölümlerini ya da tekil sloganlarını ve istemlerini kavrayan ve genel olarak burjuva dünya görüşünün ve özel olarak burjuva demokratik dünya görüşünün tüm gelenekleriyle bağlarını kesin bir biçimde koparamayan işçi hareketi yandaşlarının ortaya çıkmasına yol açarlar." (The Theoretical Principles Of Marxism, s. 739)

Esas itibarıyla köylülüğü ve devrimci öncüyü/gençliği öne çıkaran bu devrim modeli, en berrak anlatımını Mao Zedung ve yandaşlarının antimarksist tezlerinde bulmuştu. Çin KP'nin önde gelen yöneticilerinden Liu Şao-şi, Çin halk deviminin zaferinden üç yıl önce, yani 1946'da yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu.

"Mao Zedung'un büyük başarısı, marksizmin Avrupai biçiminin yerine onun Asyai biçimini geçirmek olmuştur. Marks ve Lenin Avrupalı idiler; onlar Avrupa dillerinde Avrupa tarihleri ve sorunları üzerinde yazdılar ve Asya'yı ve Çin'i çok az tartıştılar... O (Mao Zedung- PD.). Marksizmin Çinli ya da Asyai biçimini yaratmıştır. Çin, küçük toprak parçaları işleyen çok büyük sayıda insanın açlığın sınırında yaşadığı yarıfeodal, yarısömürge bir ülkedir... Daha fazla sınaileşmiş bir ekonomiye geçiş çabalarında Çinileri düzeyde sınaileşmiş ülkelerin baskısıyla karşı karşıyadır... Diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde de benzer koşullar bulunmaktadır. Çin'in tutacağı yol hepsini etkileyecektir" (Aktaran, Stuart R. Schram, The Political Thought of Mao Tse-tung, s. 111.) Burada, faşizme karşı, merkezinde Sovyetler Birliği halklarının bulunduğu dünya halklarının görkemli zaferinin kazanılmasının hemen ertesinde tinsel etkisi ve saygınlığı doruk noktasında bulunan Lenin'in ve Stalin'in bolşevik partisinin otoritesine karşı üstü örtülü ve utangaç bir meydan okuma girişiminin, evrensel geçerliliğe sahip bir teori ve dünya görüşü olarak Bolşevizmin, yani marksizm-leninizmin yerine maoizmi geçirme yolunda bir ilk denemenin sözkonusu olduğu açıktır. Aşağıda da göreceğimiz gibi, marksizm-leninizmin evrenselliğine bu meydan okuma girişimi, geri ve yarısömürge ülkelerin sosyo-ekonomik yapıları ve bu ülkelerdeki devrimci süreçlerle, gelişmiş kapitalist ya da emperyalist ülkelerinki arasındaki farklılıkların aşırı derecede abartılmasıyla el ele gitmekteydi. Liu Şao-şin'in sözkonusu konuşmasından yaklaşık 20 yıl sonra, 1965'te Lin Biao'nun Yaşasın Halk Savaşının Zaferi adlı broşürü yayımlanacaktı. O sıralar resmen Mao Zedung'un ardılı ve en yakın silah arkadaşı ilan edilmiş bulunan Lin Biao, burada maoizmin evrenselliği savını şöyle savunuyordu.

"Mao Zedung yoldaşın kırsal devrimci üsler kurulması ve kentlerin kırlardan kuşatılması teorisinin ezilen ulusların ve halkların ve özellikle de Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın ezilen ulusları ve halklarının halihazırda emperyalizme ve uşaklarına karşı yürüttükleri devrimci savaşımlar açısından son derece büyük ve evrensel pratik bir önem taşıdığı unutulmamalıdır... Bu ülkelerin çoğundaki temel siyasal ve ekonomik koşullarla, eski Çin'de hüküm süren koşullar arasında pek çok benzerlikler vardır. Çin'de olduğu gibi, bu ülkelerde de köylü sorunu son derece önemlidir. Köylüler, emperyalistlere ve onların uşaklarına karşı ulusal demokratik devrimin temel gücünü oluştururlar." (Aktaran, Henry M. Christman, Communism In Action, s. 343-344) O daha sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

"Devrimcilerin sonal zafere doğru ilerleyecekleri devrimci üstleri, ancak ve ancak kırsal alanlar sağlayabilir. İşte, tam da bu nedenledir ki, Mao Zedung yoldaşın kırsal alanlarda devrimci üs bölgeleri kurma ve kentleri kırlardan kuşatma teorisi, bu bölgelerin halklarının giderek daha çok ilgisini çekmektedir." (Aynı yerde, s. 344.)

Öte yandan, 1959'da zaferle sonuçlanan ve Latin Amerika halklarının ABD emperyalistlerine ve onların yerli uşaklarına karşı savaşımlarını yüreklendiren Küba devriminin önderleri de, kırsal alanları ve köylülüğü esas alan bir devrim stratejisinin, en azından tüm Latin Amerika ülkeleri için geçerli olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu devrimin önderlerinden Che Guevara, Latin Amerika'da devrimin nasıl gerçekleştirileceği konusundaki düşüncelerini, OLAS'ın (Latin Amerika Halkları Dayanışma Örgütü) İkinci Havana Deklarasyonu'nun, kendisinin de onayladığı şu sözleriyle açıklıyordu.

"Ülkelemizin özelliğini belirleyen özellikler, sanayiinin geri kalmışlığı ve tarımın feodal niteliğidir. Bunun içindir ki, şehir işçilerinin hayat şartlarının zorluğu söz götürmemekle beraber, köylü nüfus daha da kötü zulüm ve sömürü şartları altında yaşamaktadır; ve köylü sektörü, aynı zamanda, seyrek istisnalar dışında, toplam nüfusun ezici çoğunluğunu meydana getirmekte, birçok hallerde yüzde yetmişini geçmektedir.

"Çoğu zaman şehirlerde oturan büyük toprak sahiplerini hesaba katmayacak olursak, bu büyük kitlenin geri kalan kısmi geçimlerini, ya gülünç ücretleri karşılığında plantasyonlarda gündelikçi olarak çalışmakla, ya da Ortaçağlardakine benzer sömürü şartları içinde toprağı işlemekle sağlarlar. Latin Amerika'da kırsal bölgelerde yaşayan fakir halkın, potansiyel halinde büyük bir devrimci güç teşkil etmesinin nedeni işte bu şartlardır.

"Sömürücü sınıflar iktidarının yegane dayanağı olan ordular, geleneksel savaşa göre ayarlanmış bir yapı ve teçhizata sahiptirler. Harekat sahnesi olarak kendi arazilerini seçen köylülerin düzensiz savaşları ile baş etmeye gelince tamamen güçsüz kaldıkları görülür...

"Küçük savaşçı çekirdeklerin başlattıkları mücadeleye giderek sürekli bir şekilde yeni yeni güçler katılır, kitle hareketi boy göstermeye başlar, eski düzen yavaş yavaş yıpranır, çöker: İşte tam bu sıradadır ki, işçi sınıfı ve şehirli yığınlar savaşın kaderini tayin ederler" ("Latin Amerika Devriminin Taktik ve Stratejisi", Ernesto Che Guevara, Siyasal Yazılar, s. 123-24.) Che Guevara, aynı görüş açısını, "Küba: Ayrı Bir Olay mı Yoksa Emperyalizme Karşı Savaşın Öncüsü mü?" adlı makalesinde de şöyle dile getirmişti:

"Latin Amerika'da halk kitlelerinin zaferini sağlayacak yol, çok açık bir şekilde eski sömürge dünyasının yapısını kökünden yıkacak ve köylülerden kurulu bir ordu tarafından yürütülecek bir gerilla savaşı olarak gözükmektedir." (Aynı yerde, s. 106-107) Gerek Mao Zedung ve yandaşlarının ve gerekse Guevara-Castro çizgisinin savunucularının yaklaşımlarının en önemli öğelerinden birisi, gelişmiş kapitalist ya da emperyalist ülkelerde devrim sorunuyla geri, bağımlı ve yarısömürge ülkelerde devrim sorununun bütünüyle farklı iki olay olduğu düşüncesidir. "Bizim gibi ülkeler" deyişinin simgelediği bu yaklaşımın, kendi aralarındaki yer yer önemli bir dizi farklılığa karşın 1971 devrimci çıkışının H. İnan, M. Çayan ve İ. Kaypakkaya gibi önderlerinin temel tezlerine damgasını vurduğu ve bir bütün olarak 1960'ların ikinci yarısında ve 1970'lerde Türkiye devrimci hareketi içinde son derece yaygın bir önyargı olarak yerleşmiş olduğu biliniyor.

Köylü ve küçük burjuva devrimciliğinin "ustası" Mao Zedung, daha 1938 gibi erken bir tarihte kaleme aldığı "Savaş ve Strateji Sorunları" başlıklı makalesinde geri ve bağımlı ülkelerdeki devrimle, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrimi bütünüyle karşıt kutuplara yerleştiren bu yaklaşımı şöyle açıklamıştı:

"İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi, sorunun savaşla çözülmesi, devrimin başlıca görevi ve en yüksek biçimidir. Bu marksist-leninist devrim ilkesi gerek Çin ve gerekse bütün diğer ülkeler için evrensel olarak geçerlidir.

"Ama ilke aynı kalmakla birlikte, onun proletarya partisi tarafından uygulanması, değişik koşullara göre değişik biçimler alır. Faşist olmadıkları ya da savaş halinde olmadıkları zaman kapitalist ülkeler içte (feodalizmi değil) burjuva demokrasisini uygularlar; dış ilişkilerinde ise kendileri baskı altında olmayıp, başka ülkeleri baskı altında tutarlar. Bu özelliklerinden dolayı, kapitalist ülkelerdeki proletarya partisinin görevi, uzun bir legal mücadele dönemi boyunca işçileri eğitmek, güç toplamak ve böylece kapitalizmi nihai olarak yıkmaya hazırlanmaktır. Bu ülkelerde sorun, uzun bir legal mücadele, parlamentodan bir kürsü olarak yararlanma, iktisadi ve siyasi grevler, sendikaların örgütlenmesi ve işçilerin eğitilmesi sorunudur. Orada örgütlenme biçimi legaldir, mücadele biçimi de kansızdır (askeri değildir)... Komünist partilerinin vermek istedikleri tek savaş, hazırlanmakta oldukları iç savaştır. Fakat bu ayaklanma ve savaş; burjuvazi gerçekten çaresiz bir duruma gelinceye, proletaryanın büyük çoğunluğu silaha sarılıp savaşmaya kararlı hale gelinceye ve köylük bölgelerdeki proletaryaya gönüllü olarak yardım edinceye kadar başlatılmamalıdır. Ve böyle bir ayaklanma ve savaşı başlatmanın zamanı geldiğinde, ilk adım şehirleri ele geçirmek, ardından da köylük bölgelere ilerlemek olacaktır; tersi değil. Bütün bunlar kapitalist ülkelerdeki Komünist Partiler tarafından yapılmıştır ve Rusya'daki Ekim Devrimiyle de doğruluğu kanıtlanmıştır.

"Çin ise farklıdır. Çin'in özellikleri, bağımsız ve demokratik değil, yarısömürge ve yarıfeodal olması, içte demokrasi olmayıp feodal baskı altında bulunması ve dış ilişkilerinde milli bağımsızlığa sahip olmayıp emperyalizmin baskısı altında olmasıdır. Dolayısıyla, yararlanabileceğimiz bir parlamentomuz ve işçileri legal olarak grev için örgütleme hakkımız yoktur. Komünist Partisinin buradaki görevi, esas olarak, ayaklanma ve savaşı başlatmadan önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek ve önce büyük şehirleri ele geçirip ardından köylük bölgeleri işgal etmek değil, tam tersidir." (Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt II, s 261-263) Mao Zedung'un burada dile getirdiği, kendisinin ve Çin revizyonistlerinin daha sonra da savunmaya devam edecekleri ve uluslararası ölçekte bir maoist ekolün temel ve ayırdedici öğelerine dönüştürecekleri bu düşüncelerin, yalnızca Mao Zedung'a özel bir değer biçen TKP(ML)'nin değil, ama, THKO ve THKP-C'nin de temel yaklaşımlarını nasıl derinden etkilediğini görebilmek için bir siyaset dehası olmak gerekmiyor. 1971 devrimcilerinin de esas itibarıyle paylaştıkları bu antimarksist düşüncelerin tersine, gelişmiş kapitalist ülkelerde de komünist partilerinin her zaman ve özellikle de sınıf çelişmelerinin keskinleştiği dönemlerde daha da pekiştirilmesi gereken bir illegal aygıta sahip olmaları ve devrimci şiddetin kullanımına ve silahlı savaşıma hazırlık görevlerini gündemde tutmaları, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmenin en "barışçı" gözüken dönemlerde bile herhangi bir vesileyle patlama noktasına gelebileceğini hesaba katmaları ve proletaryayı ve diğer emekçileri burjuva demokratik önyargı ve yanılsamalara kapılmamaları ve burjuva legalitesine güvenmemeleri için eğitmeleri gerekir.

Ama, asıl önemlisi, Mao Zedung ve izleyicilerinin savlarının tersine, bütün geri ve bağımlı ülkeleri aynı sepete koymak, hepsini yarıfeodal bir sosyo-ekonomik yapıya sahip varsaymak ve özellikle de 1971 devrimcilerinin de yaptıkları gibi, bunların hepsi için geçerli genel bir formül (kır ve köylü ağırlıklı bir devrim stratejisi) önermek konuyu aşırı derecede basitleştirmek ve saçmalık derekesine indirgemek olacaktır. Geri ve bağımlı ülkeler kategorisine konan ülkeler, daha emperyalizm ve proleter devrimleri çağının başlarında bile kendi aralarında önemli bir çeşitlilik sergiliyorlardı. Kapitalist gelişme düzeyi bakımından Asya ve Afrika ülkelerinin daha ilerisinde olan Latin Amerika ülkelerinin büyük çoğunluğu 19. yy'ın ilk yarısında İspanyol ve Portekiz sömürgecilerine karşı sürdürülen kurtuluş savaşlarının zaferle bitmesi sonucu siyasal bağımsızlıklarına kavuşmuşlar, ama Batı Avrupa'nın kapitalist ülkelerinin ve zamanla da özellikle ABD'nin ekonomik ve siyasal hegemonyası altına girmişlerdi. Öte yandan, Stalin, daha 1925 gibi görece erken bir tarihte "Doğu halkları üniversitesinin siyasal görevleri" adlı yazısında, Asya ve Afrika ülkelerinin hepsinin aynı kategoriye konulamayacağını ve daha da önemlisi, proletaryanın bu ülkelerin hepsinde aynı stratejik çizgiyi izleyemeyeceğini şöyle anlatıyordu:

"Bugün için sömürge ve bağımlı ülkelerin özelliği, gerçeklikte artık hepsini kapsayan tek bir sömürge Doğu olmamasıdır. Eskiden sömürge Doğu, tek bir bütün oluşturan bir şey olarak düşünülüyordu. Şimdi, bu düşünce artık gerçekliğe uymuyor. Şimdi en azından üç sömürge ve bağımlı ülke kategorisi var. Birincisi, hemen hemen kendi proletaryası hiç bulunmayan ve sınai bakımdan hiç gelişmemiş Fas gibi ülkeler. İkincisi, sınai bakımdan az gelişmiş ve nisbeten az sayıda bir proletaryası bulunan ve Çin ve Mısır gibi ülkeler. Üçüncüsü de; kapitalist bakımdan azçok gelişmiş ve azçok kalabalık bir proletaryası bulunan Hindistan gibi ülkeler.

"Bütün bu ülkelerin hiçbir biçimde aynı plana konulmayacakları açık." (Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s. 263) 1970'lere gelindiğinde, bu ülkelerin hemen hemen hepsinde kapitalizm, değişen düzeylerde de olsa gelişmiş, kentsel nüfusun ve işçi sınıfının sayısı hem mutlak, hem de göreli olarak artmış, kapitalist ilişkilerin daha ağır geliştiği kırsal bölgelerde sınıfsal farklılaşma şu ya da bu ölçüde ilerlemiş, ama aynı zamanda, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası uyarınca, "geri ve bağımlı" ülkeler arasındaki farklılaşma da artmış bulunuyordu. Bu bakımdan, aralarında, İspanya, Arjantin, Uruguay, Yunanistan, Brezilya, Güney Kore, Şili, Meksika, Portekiz gibi görece gelişmiş, nüfusunun çoğunluğu kentlerde yaşayan ve büyük bir proletaryaya sahip ülkelerle; Ruanda, Sudan, Kenya, Etiyopya, Somali, Yemen, Afganistan, Zaire, Mozambik, Angola, Nepal gibi nüfusunun büyük çoğunluğu kırlarda yaşayan çok küçük bir proleter nüfusa ve yarıfeodal bir yapıya sahip olan ülkelerin tümünü aynı sepete doldurmak ve hepsi için benzer bir -köylü ağırlıklı- devrim stratejisi önermek daha da yanlış ve anakronik hale gelmişti. Bununla birlikte, marksizm-leninizm, somut koşulların somut analizine bağlı olarak, feodalizme, monarşiye, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı savaşım görevlerinin ön planda olduğu ülkelerin bazılarında devrimin kırlardan kentlere doğru bir rota izleyebileceğini elbette hiçbir zaman yadsımamıştır. Ve doğal olarak, sosyo-ekonomik ve siyasal koşulları nedeniyle, devrimin böyle bir rota izlediği böylesi köylü karakterli ülkelerde komünist partilerinin sağlam bir marksist-leninist çekirdeğe, doğru bir programatik ve siyasal çizgiye ve işçi hareketiyle sıkı ve istikrarlı bağlara sahip olmaları ve proleter bileşimlerini iyileştirmeye özen göstermeleri kaydıyla, ağırlıklı olarak yoksul köylülerden oluşmalarına da. Özel önemi nedeniyle komünist enternasyonalin, durumunu yakından izlediği ve sık sık tartıştığı Çin devrimi ve ÇKP konusunda yaptığı uyarı ve hazırladığı yönergeler bu bakımdan son derece öğreticidirler. Örneğin ÇKP'nin 1927 yılında Çan Kayşek kliğinin saldırıları üzerine ağır kayıplar vererek kırsal alanlara çekilmesinin, onun giderek bir köylü partisine dönüşmesine katkıda bulunan bir faktör olabileceğini düşünen komünist enternasyonalin önde gelen yöneticilerinden Piatnits ki, da ha 1930 yılında hazırladığı bir raporda bu partinin:

"... 1928-'29'da bileşimi açısından bir köylü partisine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu ve onun kentlerdeki geniş işçi yığınlanyla bağlarını yitirdiğini..." (The Communist International, 1919-'43 Documents, Cilt 3, s. 1) söylüyordu. Öte yandan, Arnavutluk'ta 1930'ların sonlarında, hemen hemen hepsi küçük işyerlerinde çalışan çıraklardan oluşan 15 bin dolayında işçinin bulunması, bu ülkede 1941 yılında Arnavutluk KP'nin kurulmasını engellemedi. Ancak, partinin programatik ve siyasal çizgisinin yanısıra proleter bileşiminin de son derece önemli olduğuna inan Arnavutluk komünistleri, özellikle kurtuluştan sonra, diğer emekçi sınıf ve katmanlardan komünistlere kapıları kapatmaksızın, partinin sınıfsal bileşimini iyileştirmek için sistemli bir çaba harcamışlardı. Aslında, özellikle 20. yy'ın ilk yarısında, geri ve bağımlı ülkelerde kurulan partilerin hemen hemen hepsi benzer sorun ve tehlikelerle karşı karşıya bulunuyorlardı. Ama, komünist enternasyonal, böylesi sorun ve tehlikelerin varlığından yola çıkarak, bir dizi sömürge ve bağımlı ülkede komünist partilerinin kırsal bölgelerde yoksul köylülere dayanan bir gerilla ya da halk savaşı sürdürmesine karşı çıkmamış, ancak bu partileri, kentlerdeki işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareketle bağlarını korumaları ve geliştirmeleri ve kendi proleter bileşimlerini iyileştirmeleri konusunda uyarmış, partinin ve eğer varsa onun silahlı güçlerinin yönetiminde işçi kökenli komünistlerin bulunmasına özen gösterilmesini ısrarlı bir biçimde istemiştir.

Yaklaşık ya da çok kaba bir tarih verilecek olursa, 1950 öncesinde hemen hemen hepsi sömürge statüsünde bulunan ve kural olarak yarıfeodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu geri ve bağımlı ülkelerde hem proletarya sayıca küçük ya da çok küçüktü; hem de buna bağlı olarak proletarya burjuvazi çelişmesi yeterince olgunlaşmamıştı. Bu gibi ülkelerde, asıl hedefi kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin inşası olan proletaryanın, köylü yığınlarının antiemperyalist ve antifeodal savaşımına önderlik etmekle yükümlü bulunmasının, leninist ölçütlere uygun komünist partilerinin inşasında nesnel temeli bulunan bir güçlük yarattığı, yani proletaryanın devrimci öncüsünün üzerinde, onu burjuva ya da küçük burjuva demokrasisinin bir kuyruğu haline gelmeye, onun içinde erimeye ve onu, demokratik ağırlıklı eyleminin içeriğine uygun olarak demokratik bir parti olarak biçimlenmeye zorlayan bir basınç yarattığı bilinmekteydi. İşte bu nedenledir ki, Lenin, komünist enternasyonalin temmuz 1920'de toplanan ikinci kongresine sunduğu raporda sömürge ülkelerde komünist partilerinin emperyalizme karşı burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerini belli koşullarla desteklemesi, ama asla onun içinde erimemesi gerektiğini belirtir ve bu partilerin izlemesi gereken strateji ve taktiklerin ana çizgilerini belirtirken şöyle diyordu:

"Beşincisi, geri ülkelerdeki burjuva-demokratik kurtuluş eğiliminin komünist kılığa bürünmesine karşı kararlı bir savaşım verilmesi gerekmektedir; Komünist enternasyonal sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva-demokratik ulusal hareketleri, ancak bütün geri ülkelerde, yalnızca lafta komünist olmayan geleceğin proletarya partilerinin öğelerinin biraraya getirilmesi ve kendi özel görevlerini yani kendi uluslarının burjuva-demokratik hareketlerine karşı savaşma görevlerini kavrayacak biçimde eğitilmesi koşuluyla desteklemelidir. Komünist enternasyonal, sömürgelerde ve geri ülkelerde burjuva demokrasisi ile geçici bir bağlaşma kurmalı, fakat onunla kaynaşmamalı, tersine en ilkel biçimde de olsa proletarya hareketinin bağımsızlığını kayıtsız koşulsuz korumalıdır." (The Communist International, s. 236-237) Lenin, Stalin ve Komünist enternasyonal; Sovyetler Birliği'nin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin komünist proletaryasının desteği ile bir yandan sömürge ve bağımlı ülkelerdeki antiemperyalist kurtuluş hareketinin geniş köylü yığınlarını da seferber ederek ilerletilmesi ve devrimin demokratik ve antiemperyalist görevlerinin en kararlı ve en radikal bir biçimde yerine getirilmesi için çaba harcanması ve bir yandan da bu ülkelerde yeni yeni kurulmakta olan komünist partilerinin kendi bağımsızlıklarını titizlikle koruyarak sözkonusu savaşıma katılmaları, onun başına geçmeleri ve böylelikle proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü yoluyla sosyalist devrimin önkoşullarını hazırlamaları gerektiğini düşünüyorlardı. Komünist partilerinin, antiemperyalist ve antifeodal savaşım görevlerinin önplanda olduğu ve köylü ve küçük burjuva yığınlarının büyük çoğunluğu oluşturduğu böylesi koşullarda, marksisit-leninist rotalarından sapmamaları için küçük burjuvazinin ideolojik basıncına karşı kesintisiz bir savaşım yürütmeleri, kadrolarının eğitimine özen göstermeleri, işçi sınıfıyla sağlam bağlar kurmaları ve doğru bir siyasal ve örgütsel çizgi izlemeleri gerekiyordu.

Demek ki, 1971 devrimciliğinin, gelişmiş kapitalist ülkelerde devrim sorunuyla, "bizim gibi ülkeler"de devrim sorununun bütünüyle farklı ve çeşitli yönleri bakımından neredeyse taban tabana karşıt özellikler taşıdıkları biçimindeki maoist-gevarist önyargıları ne marksist- leninist teorinin öngörülerine, ne uluslararası komünist hareketin bu alandaki pratiğine ne de Türkiye'nin somut gerçekliğine uyuyordu. Yukarda da değinmiş olduğumuz gibi, küresel güç dengesinin sosyalist Sovyetler Birliği ve dünya proletaryası ve halklarından yana değişmesiyle sonuçlanan ikinci dünya savaşından sonra eski sömürgecilik sisteminin çökmesi, 1950'li ve özellikle de 1960'lı ve 1970'li yıllarda emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı halk kurtuluş savaşlarında adeta bir patlamanın yaşandığı bu sürecin, aynı zamanda 1960'lı ve 1970'li yıllarda uluslararası komünist hareketin Kruşçev-Brejnev revizyonizminin ihaneti sonucunda dağılması ve güçten düşmesi ve gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının devrimci hareketinin Avrupa'daki komünist partilere de egemen olan sınıfsal işbirliği çizgisinin sonucunda babalanmasıyla örtüşmesi, uluslararası ölçekte küçük burjuva devrimciliğinin güç kazanmasının koşullarını güçlendirecekti. Ama, hepsinden önemlisi de şudur: Mao Zedung ve Che Guevara gibi küçük burjuva devrimcilerinin -ve onların izinden giden 1971 devrimcilerinin- kır ve köylü yanlısı ve kent ve işçi karşıtı yaklaşımlarının ve kendilerini kentlerin kırlardan kuşatılmasını öngören bir devrim stratejisinin evrenselliği düşüncesine hapsetmiş olmalarının temelinde, aslında kapitalist toplumun gelişme yasalarının ve işçi sınıfının tarihsel misyonunun kavranmaması ve genel olarak küçük burjuvazinin ve özel olarak köylülüğün devrimci potansiyelinin abartılması yatmaktaydı. İşçi sınıfının kapitalist toplumdaki özel yerini ve tarihsel misyonunu kavramayanların, bu rolü küçük burjuvaziye (emekçi köylülüğe) armağan etmelerinde, leninist parti anlayışına ulaşamamalarında ve onun yerine "ideolojik öncü" tezini geçirmelerinde şaşılacak bir yan yoktu. Özellikle Türkiye gibi kapitalizmin orta düzeyde gelişmiş, proletaryanın sayıca çoğalmış ve kırlarında feodal kalıntıların önemli bir ağırlığının kalmamış olduğu -ve dolayısıyla, feodalizme karşı geniş köylü yığınlarını çevresinde birleştirecek bir toprak devriminin fazla bir önem taşımadığı- ülkelerde iç farklılaşması hayli ilerlemiş olan "köylülük"le de gerçek bir bağı olmayan böylesi küçük burjuva devrimci örgütlerin gerçek bir gelişme ve kitleselleşme şansından yoksun sekter çevreler olarak kalmaları ve gericiliğin saldırısı karşısında sergiledikleri kahramanca direnişe karşın dağılmaları kaçınılmazdı.*

Anlaşılabileceği üzere, leninist parti öğretisi, marksizm-leninizmin organik bir parçasıdır ve asla onun, proletaryanın tarihsel rolü, kapitalist toplumun ekonomik ve sınıfsal analizi, proletaryanın hegemonyası, demokratik devrimden sosyalist devrime kesintisiz geçiş, burjuva devlet aygıtının devrimci zor yoluyla yıkılması, proleter diktatörlüğü, sosyalizmin inşasına vb. ilişkin değerlendirmelerinden ayrı olarak ele alınamaz ve anlaşılamaz. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, önce, bilimsel sosyalizmin Marks ve Engels'in günlerinden bu yana, kapitalist toplumun analizi temelinde işçi sınıfı ve küçük burjuvazinin nitelik ve konumları üzerine söylediklerine kuşbakışı göz atmamız gerekiyor.

Marks ve Engels, daha 1848'de kaleme aldıkları Komünist Manifesto'da şunları söylüyorlardı:

"Bugün burjuvazi ile karşı karşıya gelen bütün sınıflar içerisinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayii karşısında erirler ve nihayet yok olurlar; proletarya ise onun özel ve temel ürünüdür:

"Alt orta sınıf, küçük imalatçı, dükkancı, zanaatçı, köylü, bütün bunlar, orta sınıfın parçaları olarak varlıklarını yokolmaktan kurtarmak için, burjuvaziye karşı savaşırlar. Bunlar, şu halde, devrimci değil tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerlediğini gerisin geriye döndürmeye çalışırlar. Kazara devrimci olsalar bile, proletaryaya katılmak üzere olduklarından ötürü böyledirler: şu halde, o andaki çıkarlarını değil, gelecekteki çıkarlarını korumakta proletaryanın bakış açısını edinmek için kendilerininkini terketmektedirler" (Marks/Engels, Seçme Yapıtlar Birinci Cilt, s. 142-143.) Onlar, daha sonra, eski toplumun tortusunun, yani lumpen proletaryanın, kural olarak, "daha çok gerici entrikaların paralı aleti olmaya hazır" olduğunu ve öte yandan kapitalizmin proletaryayı mülksüzleştirerek, onun burjuva önyargılarının etkisinden kurtulmasının koşullarını yarattığını söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyorlardı:

"Üstünlüğü ele geçirmiş bundan önceki bütün sınıflar, toplumu büyük ölçüde kendi mülk edinme koşullarına boyun eğdirerek, zaten edinmiş oldukları konumlarını pekiştirmeye bakmışlardır. Proleterler ise, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini ve böylelikle, daha önceki bütün öteki mülk edinme biçimlerini de ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait korunacak ya da pekiştirilecek hiçbir şeyler yoktur; görevleri, özel mülkiyetin o güne kadarki bütün güvencelerini ve korunaklarını yoketmektir.

"Daha önceki bütün tarihsel hareketler, azınlık hareketleri ya da azınlıkların çıkarına olan hareketlerdi. Proleter hareket, büyük çoğunluğun, büyük çoğunluğun çıkarına olan bilinçli, bağımsız hareketidir. Proletarya, bugünkü toplumumuzun en alt tabakası, resmi toplumun tüm üstyapı tabakaları havaya uçurulmadıkça, davranamaz, doğrulamaz." (Aynı yerde, s. 143144.) Gene Marks, 1850 yılında kaleme aldığı "Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısında.

"Demokratik küçük burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk ve olsa olsa yukardaki istemlerin gerçekleşmesiyle sonuçlandırmayı arzulamasına karşılık, azçok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm öndegelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşılıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yokedilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır." (Aynı yerde, s. 217218) diyordu. Marks ve Engels'in yapıtını devralan ve geliştiren Lenin, "Karl Marks Öğretisinin Tarihsel Yazgısı" adlı makalesinde, Marks'ın öğretisindeki asıl şeyin, "sosyalist toplumun kurucusu olarak, proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkarılması" olduğunu söyledikten sonra;

"Hem Avrupa'da hem de Asya'daki deneyimden sonra, sınıf-dış/siyaset ve sınıfdış/sosyalizmden söz eden bir kimseye yapılması gereken şey, hemen onu bir kafese koyup Avustralya kangurusu ya da benzeri bir şeyle birlikte sergilemektir. " (Marks-Engels-Marksizm, s. 87) diyordu. Gene o, Rus sosyal demokrat işçi partisinin "bilinçli proletaryanın partisi" olduğunu, onun, demokratik köylü hareketini büyük toprak sahiplerine karşı yürüttüğü savaşımda desteklemekle yükümlü bulunduğunu söyledikten sonra, bu görevin yerine getirilmesinin köy proletaryasına, kendisiyle köy burjuvazisi arasındaki çelişmeyi gösterme ve köy proletaryasını, kent proletaryasıyla birlikte bağımsız bir sınıf olarak örgütleme görevini asla unutturmaması gerektiğini belirtir. Lenin, 1902'de kaleme aldığı "Rus Sosyal Demokrasisinin Tarım Programı" adlı makalesinde, partinin tarım programında köylülerden yana olan taleplerin "çok daha sınırlı" ve "çok daha ılımlı" olduğunu söylerken, onun, işçi sınıfı ve köylülük karşısındaki temelden farklı konumlarını şöyle açıklıyordu:

"Ücretli işçiler konusunda ise, günümüzün toplumunda yer alan bir sınıf olmaları açısından onların çıkarlarını savunmayı üstleniyoruz; bunu yapıyoruz, çünkü onların sınıf hareketini tek gerçek devrimci hareket olarak görüyoruz(...) ve bu özel hareketi örgütlemeye, onu yönetmeye ve ona sosyalist bilincin aydınlığını taşımaya çabalıyoruz. Öte yandan köylülük hakkında, günümüz toplumunda çiftçilerin ve küçük toprak sahiplerinin bir sınıf olmaları bakımından onların çıkarlarını savunmayı hiçbir şekilde üstlenmiyoruz... sosyal demokrasi sadece proletaryanın çıkarlarını -doğrudan doğruya ve tümüyle- temsil eder ve sadece onun sınıf hareketi ile sağlam organik birlik için çalışır. Sosyal demokrasinin ancak belli durumlarda ve somut ve kesin olarak belirlenmiş koşullarda bu sınıfların çıkarlarını savunmayı üstlenmesinin nedeni budur." (Tarım Sorunları I, s. 271.)

Daha da çoğaltılabilecek olan bu ve benzer pasajların içerik ve mesajları, marksizmin kurucularının yaşadıkları günlerden bu yana, proletaryanın ve kapitalist toplumun yapısında meydana gelen tüm değişikliklere karşın geçerliliklerini esas olarak korumaktadırlar. Burada, bilimsel sosyalizmin, leninist parti öğretisi de içinde olmak üzere yığınların savaşım deneyimleri içinde yeniden ve yeniden doğrulanmış ve doğrulanacak olan bir dizi yaşamsal ve vazgeçilmez ilkelerinin özünü ve deyim yerindeyse ruhunu bulabiliriz. Proletaryanın kapitalist toplum içindeki özel yerini ve bundan kaynaklanan misyonunu, bu toplumdaki tek gerçek devrimci sınıf olan proletarya ile diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlar arasındaki esasa ilişkin ayrımı, tüm sömürücü ve mülk sahibi sınıf ve katmanlar devrilene değin devrimi kesintisiz bir tarzda sürdürmenin zorunluluğunu kavramayan ve dahası siyasal ve örgütsel çalışmasını, strateji ve taktiğini bu kavrayış üzerine oturtmayan bu devrimci hareket, komünist bir hareket olamaz. Ve doğal olarak, böyle bir devrimci hareketin leninist parti anlayışını içselleştirmesi ve kendisini bu anlayışa göre biçimlendirmesi de olanaksızdır. Marksizmin klasiklerinin de dile getirmiş oldukları gibi, proletarya dışındaki diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlar, devrimin demokratik aşamasında emperyalizme ve onun yerel dayanaklarına, faşizme, feodal kalıntılara karşı verilen savaşıma katılabilir, hatta bir dizi tarihsel örnekte de (1945 Yugoslavya, 1949 Çin, 1959 Küba, 1979 Nikaragua vb.) görüldüğü gibi bu savaşımlara önderlik ederek onları zafere dahi ulaştırabilirler. Ne var ki, onlar, kendi sınıfsal doğaları gereği, kapitalizme ve burjuva toplumuna karşı kesin ve sonuç alıcı bir savaşıma giremez, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını ve sosyalizmin kuruluşunu hedefleyemez, yani sömürüye dayanan sınıflı toplumun çerçevesini aşamazlar. Devrimci ve demokratik küçük burjuvazinin önderliğinde yürütülen bu savaşımlar, en iyi olasılıkla radikal demokratik dönüşümlerin yaşama geçirilmesi, işçilerin ve diğer emekçilerin bir dizi demokratik hak ve özgürlüğü elde etmesi ve/ya da kapitalist sömürünün en kaba görünümlerinin törpülenmesi yani demokratik bir kapitalizmin kurulmasıyla sonuçlanacaktır. Ama, en demokratik ve devrimci küçük burjuvazi de mülk sahibi bir sınıftır ve onunla -emperyalist burjuvazi ve büyük toprak sahipleri de içinde olmak üzere- diğer sömürücü sınıflar arasındaki çelişmeler, son çözümlemede mülk sahibi sınıflar arasındaki çelişmelerdir. Lenin'in, Rus küçük burjuva devrimcilerini ("Sosyalist Devrimciler") eleştirirken söylediği gibi, "Rusya'da bugünkü köylü hareketinin amacı nedir? Toprak ve özgürlük. Bu hareketin tam zaferinin önemi ne olacaktır? Zafer kazanıldıktan sonra, bu hareket, toprak beylerinin ve bürokratların devlet yönetimindeki egemenliklerini ortadan kaldıracaktır. Toprağı kurtardıktan sonra, toprak beylerinin topraklarını köylülere verecektir. Toprak beylerinin mülksüzleştirilmesi ve tam anlamıyla özgürlük, meta üretimini ortadan kaldıracak mı? Hayır, kaldırmayacaktır... Tam tersine, en yüksek kas/(toprak beyleri) ne kadar tam olarak bozguna uğratılır ve ortadan kaldırılırsa, burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf ayrılığı da o kadar derinleşecektir. Köylü ayaklanmasının tam zaferinin nesnel anlamı ne olacaktır? Bu zafer, serflik düzeninin bütün kalıntılarını temizleyecektir, ama hiçbir şekilde burjuva ekonomik düzenini ya da kapitalizmi ya da toplumun -zengin ve yoksul burjuvazi ve proletarya olarak- sınıflara bölünmesini ortadan kaldırmayacaktır." ("Küçük burjuva sosyalizmi ve proleter sosyalizmi", Tarım Sorunları I, s. 346-347) Demek ki, demokratik dönüşümlerin gerçekleştirilmesi, genel olarak sömürülenlerle sömürenler arasındaki çelişmeleri ve özel olarak da proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf çelişmesini ortadan kaldırmayacak, tam tersine bu çelişmeyi daha da keskinleştirecek, bu çelişmenin proletarya ve diğer sömürülen katmanlarca daha kolay algılanmasını sağlayacak ve dolayısıyla onların kendi gerçek devrimleri, yani sosyalist devrim için savaşıma girişmelerinin koşullarını daha da olgunlaştıracaktır. Ve işte bunun içindir ki, komünist hareket devrimin demokratik görevlerine karşı asla ilgisiz kalmamalı, tersine bu devrimin en radikal bir tarzda ve son sınırına kadar gerçekleştirilmesi için çaba harcamalıdır. Demokratik devrimin en radikal bir tarzda gerçekleştirilmesi ve son sınırına kadar ilerletilmesi, onun kazanımlarının korunması, demokratik devrimden kesintisiz bir biçimde sosyalist devrime geçilebilmesi ve bütün bunların önkoşulu olan proletaryanın demokratik devrimde hegemonyasının sağlanabilmesi için, proletaryanın kendi gerçek sınıf partisine sahip olması, onun, burjuvazi ve küçük burjuvazi karşısında kendi ideolojik, siyasal ve örgütsel bağımsızlığını ne pahasına olursa olsun koruması mutlak bir zorunluluktur. Bu nedenledir ki, bilimsel sosyalizmin kurucuları ve sürdürücüleri, proletaryanın, her zaman ve hangi koşullar altında olursa olsun, en demokratik ve devrimci küçük burjuvazi de içinde olmak üzere sömürücü ve mülk sahibi sınıfların tümünden ayrı duran -başta parti gelmek üzere- kendi bağımsız sınıf örgütlerini (parti, sendika, kooperatif vb.) oluşturması ve sürdürmesi ve milliyet, din, bölge, cinsellik farkı gözetmeksizin tüm işçilerin bu örgütler içinde biraraya getirilmesi konusunda ısrarlı olmuşlardır. Marks, daha 1850 yılında, "Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı"nda, o sıralar Almanya'da proletaryanın çalışan nüfusun çok küçük bir kesimini oluşturuyor olmasına karşın onun, monarşiye ve feodalizme karşı tutarsız bir tarzda savaşmakta olan küçük burjuva demokratlarından bağımsız örgütlenmesini sürdürmesi gerektiğini şöyle dile getiriyordu:

"Demokratik küçük burjuvazi, her yerde ezilmekte olduğu şu anda proletaryaya genel olarak birlik ve uzlaşma öğütlüyor, ona elini uzatıyor ve her türden görüşü demokratik bir parti içinde kucaklayacak geniş bir muhalefet partisinin kurulması için çabalıyor, yani işçileri, ardından kendi özel çıkarlarının gizlendiği sosyal demokrat lafların egemen olacağı ve sevgili barış uğruna proletaryanın özel istemlerinin ön plana getirilmeyeceği bir parti örgütüne bulaştırmaya çabalıyor. Böyle bir birlik tamamen onların yararına ve tümüyle proletaryanın zararına olacaktır. Proletarya sahip olduğu ve büyük emeklerle sağlanmış bağımsız konumunu yitirecek ve bir kez daha resmi burjuva demokrasisinin bir eklentisi durumuna düşecektir. Bu birlik bundan ötürü, en kesin bir biçimde reddedilmelidir. Bir kez daha burjuva demokratlarının tezahürat korosu olma durumuna düşeceği yerde, işçiler ve özellikle de birlik (Komünist Birlik, PD.), resmi demokratların yanında kendilerini işçi partisinin bağımsız, gizli ve resmi bir örgütünü kurmaya ve bunun herkesimini proletaryanın tutumunun ve çıkarlarının burjuva etkisinden bağımsız olarak ele alınacağı işçi derneklerinin mihrak noktası ve çekirdeği yapmaya zorlamalıdırlar. " (Marks/Engels, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, s. 218-219) Ancak o, bununta da yetinmiyor ve küçük burjuva demokratlarının tutarsızlığını, kaypaklığını ve kararsızlığını dikkate alarak işçilere, ayrı bir askeri örgüt de kurmaları gerektiğini şu sözlerle öğütlüyordu: "Ama işçilere karşı ihaneti zaferin ilk saatinden itibaren başlayacak olan bu partiye karşı etkin ve tehdit edici bir biçimde karşı koyabilmek için işçiler, silahlanmış ve örgütlenmiş olmalıdırlar. Tüm proletaryanın yivli ve yivsiz tüfeklerle, toplarla ve cephaneyle silahlandırılması derhal gerçekleştirilmelidir, işçilere karşı kullanılan Milis Muhafızlarının tekrar kurulmasına karşı konulmalıdır. Ne var ki, bu sonuncusunun olanaklı olmadığı yerlerde, işçiler, komutanları kendileri tarafından seçilen ve kendilerinin seçtikleri bir genelkurmaya sahip bir proleter muhafız olarak örgütleme ve kendilerini, devlet yetkisinin değil, işçilerin kurmayı başaracakları devrimci topluluk konseylerinin emrine verme işine girişmelidirler" (Aynı yerde, s. 220-221.) İnsanın bu satırları okuduğu zaman Marks'ın bu düşünce ve saptamalarının, devrimci terörle proletaryayı asla yanyana ve birarada olamayacak karşıtlar gibi algılayan ve "terörist sosyalizm"e ve "askeri sapma"ya ateş püsküren Emek Partililerimizin tüylerini diken diken edeceğini anımsamaması elde değil. Ama Marks, 1871'de, I. Enternasyonal'in 7. yıldönümünü kutlama konuşmasında, Paris Komünü'nden çıkarılması gereken derslere işaret ederken de bu düşüncesini bir biçimde yinelemiş ve şöyle demişti:

"... Böyle bir değişikliğin tamamlanabilmesinden önce, proletarya diktatörlüğü gereklidir ve bunun ilk önkoşulu proletarya ordusudur. Emekçi sınıflar, kurtuluş hakkını savaş alanında kazanmak zorundadırlar." (Marks/Engels, Eserler, Cilt 17, s. 433, Dietz Yayınevi, Berlin 1962.) Aslında, bu düşünce ve saptamalar Emek Partililerimize ve çeşitli ülkelerdeki benzerlerine, bundan yaklaşık 150 yıl önce, yani devrimin çağımızda olduğu gibi hemen hemen sürekli olarak gündemde bulunmadığı bir çağda verilmiş bir yanıttır. Devam edelim: Gene Marks, 1871'de yapılan Londra Konferansı'nda, I. Enternasyonal'in Tüzüğüne aşağıdaki anlatımların eklenmesini kabul ettirmişti:

"Mülk sahibi sınıfların kolektif iktidarına karşı mücadelesinde proletarya ancak mülk sahibi sınıfların oluşturdukları bütün eski partilere muhalif ayrı bir siyasal parti kurmak suretiyle bir sınıf olarak davranabilir.

"Proletaryanın bir siyasal parti içinde bu inşası, toplumsal devrimin ve onun nihai, sınıfların ortadan kaldırılması hedefinin zaferini gerçekleştirmek için zorunludur." (Aktaran, J. Molyneux, Marksizm ve Parti, s. 29) Lenin, aynı konu üzerinde pek çok kez durmuş ve proletaryanın bağımsız bir devrimci sınıf partisi içinde örgütlenmesinin yaşamsal öneminin sürekli olarak altını çizmişti. O, 1905 Rus Devriminin hemen öncesinde, demokratik devrimin stratejik sorunlarını menşeviklerle eleştirel bir tarzda tartıştığı ünlü bir broşüründe şunları söylüyordu:

"Bir sosyal demokrat (komünist, PD.) proletaryanın kaçınılmaz olarak, sosyalizm uğruna en demokratik ve cumhuriyetçi burjuvaziye ve küçük burjuvaziye karşı sınıf savaşımı açmak zorunda olduğunu bir an için bile olsun unutmamalıdır. Bu, her türlü kuşkunun ötesindedir. Öyleyse, sosyal demokrasinin ayrı, bağımsız ve tamamen bir sınıf partisinin mutlak zorunluluğu da, her türlü kuşkunun ötesindedir" (Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, s. 99.)

Şimdi bütün bu söylenenlerin ışığında, kısaca da olsa DHKP-C ve TKP(ML)'nin parti ve parti inşasına ilişkin anlayışlarına değinmemiz gerekiyor. 1960'ların sonlarından bugüne kadar uzanan 30 yıla yakın süre içinde, özellikle de 1980'lerin ikinci yarısından bu yana kapitalizmin daha da fazla gelişmesine bağlı olarak, Türk emekçi köylü katmanlarının ve kent küçük burjuvazisinin demokratik hareketi göreli olarak daha da zayıf düşmüş, ancak Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketliliği çok daha fazla öne çıkmış ve belirginleşmiştir. Daha da önemlisi, azçok önemli her eylemini baltalamaya, engellemeye ve yolundan saptırmaya çalışan sendika bürokrasisinin gerici çabalarına ve devrimci ve komünist öncünün adına layık bir işçi sınıfı çalışması örgütleme konusundaki ağır hataları, oportünist hastalıkları ve bağışlanamaz amatörlükleri nedeniyle gerçek bir devrimci önderlikten hala yoksun bulunmasına karşın, işçi sınıfımızın, diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlara önderlik etme, onları peşinden sürükleme yeteneğini ve potansiyelini yeterince göstermiş ve ortaya koymuş olmasıdır. Türkiye'de ve dünyada neler olup bittiğini görme ve gördüklerini anlama yeteneğine sahip olan tüm devrimciler, 30 yıla yaklaşan bu süre içinde kendi kolektif ve bireysel teorik donanımlarını ve değerlendirmelerini kitle pratiğinin sınavından geçirme dünya devrimi deneyimlerini inceleme ve kendilerini teorik olarak eğitme/marksist dünya görüşünü edinme bakımından 1971 döneminin genç devrimcilerine göre, kıyaslanamayacak kadar geniş olanaklar elde ettiler. Bütün bunlar gözönüne alındığında, 1971 devrimci hareketinin aşılmış olması gereken teorik ve stratejik hatalarını sürdüren DHKP-C ve TKP(ML) gibi örgütlerin, 1971'deki öncellerine yöneltilen eleştirilerden çok daha fazlasını hakettiklerini söyleyebiliriz ve söyleme li yiz.

Bilimsel sosyalizmin kurucuları, Komünist Manifesto'nun bir yerinde Saint-Simon, Fourier ve Owen gibi ütopik sosyalistlerin konum ve işlevleriyle, onların izinden giden izleyicileri ve öğretilerinin durumunu karşılaştırırlar. Üç ünlü ütopik sosyalistin yanılgılarının, henüz kapitalizme özgü sınıf çelişmelerinin keskinleşmediği ve proletaryanın sınıf savaşımının gelişmediği ekonomik ve toplumsal koşullarla bağlantısı içinde kavranması gerektiğini söyleyen Marks ve Engels, onların çocuksu yanılgılarını ve siyasal ve devrimci eylemi reddetmelerini eleştirirler de. Buna karşılık, Saint-Simon, Fourier ve Owen'in yazılarında "eleştirel bir öğe"nin ve "işçi sınıfını aydınlatacak en değerli bir malzeme"nin bulunduğunu belirterek onları öven Komünist Manifesto yazarları, bu üç öncüyü izleme ve onların öğretilerini yaşama geçirme savında olanlara ise acımasızca saldırırlar. Çünkü, aradan geçen zaman içinde yalnızca kapitalizmin ve proletaryanın savaşımının gelişmesi değil, kapitalist toplumun gelişme yasalarının ortaya konulması da ütopik sosyalist öğretiyi çoktan çürüğe çıkarmış ve bu eskimiş öğretiyi savunanları giderek nesnel olarak gerici bir konuma sürüklemişti. Onlara göre:

"Eleştirel-ütopik sosyalizmin ve komünizmin önemi, tarihsel gelişmeyle ters orantılıdır. Modern sınıf savaşımının gelişmesi ve belli bir biçim alması oranında, savaşımdan bu hayali ayrı kalış, ona yapılan bu hayali saldırılar bütün pratik değerlerini yitiriyor. Dolayısıyla, bu sistemlerin kurucularının birçok bakımlardan devrimci olmalarına karşın, bunların öğretileri, her keresinde salt gerici tarikatlar kurmuşlardır. Bunlar, proletaryanın ileriye doğru tarihsel gelişimi karşısında sıkı sıkıya ustalarının eski görüşlerine sarılıyorlar. Dolayısıyla bunlar, durmadan sınıf savaşımını köreltmeye ve sınıf karşıtlıklarını uzlaştırmaya çabalıyorlar." (Marks/Engels, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, s. 166.) Evet, ülkemizde, 1971 devrimciliğinin yanılgılarını bugün hala ayakta tutmaya ve siyasal örgütsel stratejilerini bu temelde oluşturmaya çalışanların konumlarının da bir ölçüde Marks ve Engels'in, ütopik sosyalistlerin çömezlerine yönelttiği eleştiriye benzer bir eleştiriyi gerekli kıldığını söyleyebiliriz. Onlar, bugün hala, işçi sınıfının kapitalist toplumun tek gerçek devrimci sınıfı olduğunu kavrayamamakta, onu halkın bir parçası gibi algılamakta ve leninist proletarya partisini, proletaryanın en ileri öğelerinden oluşan bir öncü müfreze olarak değil, proletaryayı temsil etme hakkına sahip olduğunu ileri süren profesyonel devrimcilerden oluşan bir ideolojik öncü olarak kavramaktadırlar. Örneğin, Yeni Çözüm dergisinin ekim-kasım 1987 tarihli 8. sayısında yer alan "Proletaryanın Üç Büyük Zaferi ve Ernesto Che" adlı yazıda üç devrimin, yani Rusya, Çin ve Küba devrimlerinin evrensel ilkeleri sayılırken şunlar söyleniyor:

"Can alıcı nokta, demokratik devrimde kesin bir tavır takınmaya yetenekli sınıfların (özelde köylülüğün) devrimci potansiyelinin en iyi şekilde değerlendirilmesidir. Proletaryanın öncülük fonksiyonlarım yerine getirmesi için fiili öncülük şart değildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolojik öncülük yaparak da fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur." (Yeni Çözüm, Seçme Yazılar, s. 84.) Herhalde 1980'lerin sonlarına yaklaşıldığı bir tarihte, Yeni Çözüm yazarlarının hala (hala!) proletaryanın "ideolojik öncülüğü"nden dem vurabilmeleri ve proletaryasız bir proletarya partisi(!)nin teorisini yapabilmeleri, onların 1970'lerden bu yana yaşanan devrim ve kitle savaşımı deneyimlerinden hiç ama hiçbir şey öğrenememiş olduklarını gösteriyor. 1971 devrimci hareketi içinde "ideolojik öncülük" tezinin en açık ve en tutarlı savunucusu olan M. Çayan, ülkemizde proletaryanın -kendi deyimiyle- "fiili" ya da "fiziki" öncülüğünün koşullarının bulunmayışını, işçi sınıfının "nicelik ve nitelik olarak ... zayıf olması"na ve "devrim ordusunun temel gücünün" kırlarda yaşamasına bağlıyordu. Böylesi bir antimarksist tezi 1970'lerin başında savunan M. Çayan'ı ve 1971 devrimci hareketinin diğer önderlerini bir yere kadar mazur görmek olanaklıdır. Ama 1970'lerden bu yana işçi sınıfının nicel olarak daha da büyüdüğü, kendi içindeki sınıfsal farklılaşmanın daha da gelişmiş olması nedeniyle bir "köylülük" kategorisinden sözetmenin yanlış olmaktan çıkıp düpedüz saçma ve gerici hale geldiği, Kürdistan bir yana bırakılırsa, demokratik köylü hareketinin, işçi hareketinin çok gerisinde kaldığı Türkiye'de hala "ideolojik öncülük" tezini savunmak, 1971 devrimciliğinin çok gerisine düşmek ve onu karikatürize etmektir. Bu oportünist teze en iyi yanıtı, hala sözcüğün gerçek anlamıyla devrimci bir önderlikten yoksun bulunmasına karşın, 1987'den bu yana NETAŞ'ta, SEKA'da, Karabük, İskenderun ve Ereğli Demir-Çelik'te, Paşabahçe Şişecam'da, Zonguldak madenlerinde, Kartal, İzmir, İstanbul, Kağıthane, Gebze vb. belediyelerinde, Toros Gübre'de, Yurtiçi ve Aras Kargo'da, Kazlıçeşme ve Tuzla Deri işyerlerinde, PETLAS'ta, CEM-TAŞ'ta, Ünaldı Konfeksiyon atelyelerinde vb. bir dizi militan direniş gerçekleştirmiş olan işçi sınıfı vermiş bulunuyor.

Yeni Çözüm yazarlarının M. Çayan'ın izinden giderek "proletarya partisi"ni yalnızca profesyonel devrimcilerden oluşan bir örgüt olarak görmeleri ve bu örgüt içinde yer alan kadroların sınıfsal kökenlerinin herhangi bir önem taşımadığını ileri sürmeleri de, onların antimarksist "ideolojik öncülük" anlayışlarının mantıksal bir uzantısı ve sonucudur. Aynı saptama, esas olarak, eylül 1994'te yayımlanan sayısında yer alan "Kitle içinde parti çalışması" adlı yazıda şu değerlendirmeyi yapan Öncü Partizan dergisi yazarları için de geçerlidir: "Komünist Partisi, komünistlerin, profesyonel devrimcilerin örgütüdür." (Öncü Partizan, Sayı 2, s. 58.) leninist proletarya partisi öğretisine göre, onun, profesyonel devrimcilerden oluşan çekirdeğinde yer alan kadroların marksizm-leninizmi benimsemiş olmaları kaydıyla sınıfsal, mesleki vb. kökenlerinin herhangi bir önemi yoktur. Ancak, gerçek bir proletarya partisi 24 saatini devrime veren profesyonel devrimci kadrolardan ibaret olmadığı ve olamayacağı gibi, bu profesyonel çekirdek içinde yer alan kadroların sınıfsal, mesleki vb. kökenlerinin önemli olmaması, partinin genel sınıfsal bileşiminin önem taşımadığı anlamına, yani onun, proletarya temeli üzerinde olduğu gibi, pekala köylülük, küçük burjuvazi vb. temeli üzerinde kurulabileceği anlamına gelmez. Aslında, bu akımların çizdiği -salt profesyonel devrimcilerden oluşan- bir sözde proletarya partisi tablosu, RSDİP'nin temmuz 1903'de toplanan II. Kongresi sırasında Martov ve yandaşlarının Lenin'e yüklemeye çalıştıkları parti tanımını andırıyor. Lenin, bu konuda şunları söylüyordu:

"Bu nokta üzerinde duruyorum, çünkü daha sonraki konuşmacılar, yoldaş Martov'un bu ifadesini, Lenin 'tüm parti üyeliğini salt gizli eylemcilerle sınırlamak istiyor' yollu çok yaygın ve çok bayağı bir sava dönüştürdüler. Yalnızca gülümsemeyle karşılanabilecek olan bu sonucu, hem yoldaş Posadovski, hem yoldaş Popov çıkardı; Martinov'la Akimov'un dilindeyse bu tür bir sonucun gerçek oportünist karakteri bütün bütün ortaya çıktı" (Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 80.) Daha sonra:

"Benim için gizli-eylemci örgüt, ancak geniş bir sosyal demokrat işçi sınıfı partisi tarafından sarılıp örtündüğü zaman bir anlam taşır." (Aynı yerde, s. 80) diyen Lenin sözlerini şöyle sürdürüyordu: "Parti örgütlerinin yalnızca profesyonel devrimcilerden oluşması gerektiği düşünülmemelidir. Aşırı ölçüde sınırlı ve gizli örgütlerden gayet geniş, özgür, lose Organisationen'lere (gevşek örgütler, PD.) kadar, her türden, dereceden ve cepheden örgütlere gereksinmemiz var." (Ay nı yer de, s. 80.)

Bu anlatılanların ışığında, "ideolojik öncülük" tezini savunan bu iki akımın, proletaryasız proletarya partisi yolundaki anlayışlarının iki damarının birleştiğini görebiliriz: Sınıfsal, mesleki vb. kökenleri önemli olmayan profesyonel devrimcilerden oluşan bir sözde proletarya partisi anlayışıyla köylülerin, küçük burjuvaların vb. içinde çoğunluğu oluşturduğu bir sözde proletarya partisi anlayışı biraraya gelmekte ve birbirlerini tamamlamaktadır. Konumuzu doğrudan ilgilendirmemekle birlikte, geçerken, bu iki akımın da bu sınıf-dışı parti anlayışlarının, doğal olarak, onların sınıf-dışı siyaset, sınıf-dışı sosyalizm ve sınıf-dışı devrimcilik anlayışlarının mantıksal bir devamı ve uzantısı olduğunu belirtmemiz gerekir. Öte yandan, D. Karataş'ın imzasını taşıyan 27 Ekim 1988 tarihli Devrimci Sol Savunması'nda şu satırları okuyoruz:

"Partimiz, Türkiye halklarının ideolojik ve politik öncü örgütü olacaktır...

"Bizim partimiz Türkiye halklarının politik önderi, sınıflar savaşında Türkiye halklarının öncü müfrezesi olacaktır." (Haklıyız Kazanacağız!, Cilt 2, s. 754, abç.) Aynı konuda, DHKP-C Kongre belgelerinde de.

"Bu parti Kürt ve Türk halklarının, Arapların, Lazların, Gürcülerin, Çerkeslerin, Rumların, Ermenilerin, Alevilerin, Sünnilerin, tüm mezhep ve dinden emekçi halkımızın, tüm Anadolu halklarının, emperyalizm ve oligarşiyle işbirliği yapan bir avuç hainin dışında, herkesin partisi olmalıdır." (Parti-Cephe ile İktidara Yürüyelim, s. 248, abç) deniyordu. Zaten, örgütün adı da (Devrimci Halk Kurtuluş Partisi), bu arkadaşların, proletaryaya, onun partisi olmaya, onun ideolojisini savunmaya ilişkin sözcüklerin hiçbir gerçek değeri olmadığını bir kez daha doğrulamaktadır. Siyasal çalışmasını kentlerde yoğunlaştıran DHKP-C'den farklı olarak kırları ve köylülüğü esas almakta direten TKP(ML)'nin parti anlayışı da özde DHKP-C'ninkinden farklı değildir. Bu akımının görüşlerini yansıtan "Kitle İçinde Parti Çalışması" başlıklı yazıda şöyle deniyordu:

"Partinin halkın öncü müfrezesi olduğunu söyledik. Parti, kitlelerin desteğini ve güvenini her türlü mücadelelere girmek için almak durumundadır. Devrim yolunda ilerleyen bir parti, kitlenin olduğu her yerde olmalıdır. İşçilerin, köylülerin, aydınların, öğrencilerin, tüm emekçi halkın içinde, onların yol göstericisi olarak mücadelelerini örgütlemek, partinin birincil görevidir. Bu, bir perspektif olarak algılanmalıdır." Bir komünist partisinin, özellikle de antiemperyalist demokratik devrim görevlerinin ön planda olduğu ülkelerde, güçlerini yalnızca işçi sınıfı içinde konumlandırmaması, kendi proleter-sınıfsal bakış açısını bir kenara bırakmaksızın ve uzun erimli hedeflerini unutmaksızın, diğer sömürülen ve ezilen sınıf ve katmanlar içinde de çalışması ve halkın tümünün savaşımlarına önderlik etmesi gerektiği doğrudur. Onun, proleter olmayan emekçi katmanların ve gençliğin en ileri ve en militan öğelerini kendi saflarına kazanması gerektiği de tartışma götürmez. Ancak, proleter olmayan sınıf ve katmanlardan kişilerin komünist partisine katılabilmesinin vazgeçilmez bir ön koşulu, onların proletaryanın devrimci dünya görüşünü kabul etmeleridir. Marks ve Engels, daha 1879'da sosyal demokrat (yani komünist) partisinin "tek yanlı bir işçi partisi" olmaması gerektiğini savunan Almanya Sosyal Demokrat Partisi içindeki oportünistleri ağır bir biçimde eleştirirlerken şunları söylüyorlardı:

"İkincisi, başka sınıflardan böylesi kişiler proleter harekete katılırsa, ileri sürülecek ilk istem, bunların burjuva, küçük burjuva vb. önyargıların kalıntılarını birlikte getirmemeleri, proleter görüş biçimini olduğu gibi benimsemeleridir... Almanya gibi küçük burjuva bir ülkede bu (burjuva ve küçük burjuva -PD.) düşüncelerin elbette yeri vardır. Ama yalnızca sosyal demokrat işçi partisinin dışında." ("A. Bebel, W. Liebknecht, W. Bracke'ye vb. Genelge Mektup", Marks-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s. 130)

Bu arada bir tuhafl ığa, her gün Mao Zedung'a bağlılıklarını ilan eden TKP(ML)'li arkadaşlarımızın, farkında olmadan kendilerini, Mao Zedung'un, Kruşçev revizyonistlerinin "Bütün halkın partisi" tezine yönelttiği eleştirinin muhatapları haline getirmelerine değinmeden de geçemeyeceğiz. Anımsanacağı üzere Mao Zedung, sahte ve ikiyüztü bir tarzda da olsa, SBKP'nin 1961 yılında toplanan 22. Kongresi'nde ileri sürülen bu revizyonist tezi, 1964'de kaleme aldığı "Kruşçev'in Sahte Komünizmi ve Dünya İçin Tarihsel Dersler" adlı broşüründe şöyle eleştirmişti.

"Marksizm-leninizmin genel bilgisi bize, tıpkı devlet gibi, bir siyasi partinin de bir sınıf mücadelesi aracı olduğunu öğretir. Her siyasi parti bir sınıf karakterine sahiptir. Partizanlık sınıf karakterinin yoğunlaşmış ifadesidir. Sınıfa bağlı olmayan ya da sınıflar üstü bir siyasi parti hiçbir yerde yoktur ve belirli bir sınıfın çıkarlarını temsil etmeyen bir 'bütün halkın partisi' diye bir şey de asla olmamıştır, yoktur." (Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, s. 507-508)

Ama, kendisini neyse, ama komünist partisini de proletaryanın değil, halkın öncü müfrezesi, bütün halkın partisi olarak gören ve adlandıranların eylemlerinin (ve propaganda ve ajitasyonlarının) içeriğiyle örgütlerinin niteliği arasında kaçınılmaz bir uyum olacağı açıktır. Örgütlerini, tüm emekçi sınıf ve katmanlardan gelen devrimci ve ilerici insanların bir cephesi gibi algılayan bu arkadaşların sözde proletarya partilerinin eylemlerinin ve propaganda ve ajitasyon etkinliklerinin içeriği de kaçınılmaz olarak popülizmle, devrimci demokratizmle karakterize edilmektedir. Onların propaganda ve ajitasyon etkinliklerinin soyut bir "halk" edebiyatından ibaret olması, bu etkinliklerde proletaryanın uzak hedeflerinden, yani sosyalizmden ve proleter diktatörlüğünden vb. hiç sözedilmemesi, ya da bunun dil ucuyla yapılması elbette ki rastlantısal değildir. Oysa, İkinci Enternasyonal oportünizmine karşı verilen savaşım içinde kurulan Üçüncü (komünist) Enternasyonal'e katılmanın 21 koşulundan birincisinde şunlar söyleniyordu:

"1- Bütün propaganda ve ajitasyon, gerçekten komünist bir nitelik taşımalı ve Komünist Enternasyonal programı ile kararlarına uygun düşmelidir... Proletarya diktatörlüğünden, basitçe, bilinen ve araya sokuşturulmuş bir talep gibi söz edilemez; aksine onun propagandası öyle yapılmalıdır ki, her basit işçi, her kadın işçi, her asker ve köylü, günlük hayatın basınımız tarafından sistemli biçimde gözlenecek ve her gün kullanılacak olgularından kalkarak bu diktatörlüğün zorunluluğunu anlamalıdır." (III. Enternasyonal, 1919-'43, s. 29-30) Bu arkadaşlar, partilerinin "Türkiye halklarına öncelikle antiemperyalist, antioligarşik bilinç taşı"yacağından ya da "sosyalist" değil, "yeni demokrat işçi"den sözederken, işçilerin ve diğer emekçilerin savaşım ufkunu daralttıklarını ve onlara burjuva bilinç taşıdıklarını göremiyorlar. Onların proletaryaya ve diğer sömürülenlere, burjuvazinin ve mülk sahibi sınıfların tümüne karşı daha bugünden yürüttükleri antikapitalist kavgaya önderlik etme gibi bir görev tanımamaları, bu yığınları, demokratik devrimin zaferini izleyecek olan sosyalist devrime şimdiden hazırlamamaları ve onlara "sosyalist bilinç" vermeyi akıllarından bile geçirmemeleri, bütünüyle kendi popülist ve küçük burjuva demokratik niteliklerinin bir sonucudur. Bu sınıfsal doğalarının kaçınılmaz bir sonucu olarak, onlar, ezilen ve sömürülen yığınlara yalnızca, emperyalistlerle ve onların yerli uşaklarıyla olan kavgaları temelinde "demokratik bilinç" vermekle yetinmekte ve böylece işçi sınıfını, sıradan bir demokratik sınıf düzeyinde kalmaya mahkum etmekte ve onun, ücretli kölelik sistemini yıkma kavgasının önünde -öznel niyetlerinden bağımsız olarak- bir barikat oluşturmaktadırlar. Lenin,

"Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal demokrat bir açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz." diyordu. (Ne Yapmalı?, s. 89, abç -PD) Kuşkusuz, kendisini proletaryanın değil, "halkın" öncü müfrezesi olarak görenlerin, "halk"ın saflarında yer alabilecek olan küçük ölçekli sömürücüler (küçük burjuvazinin üst katmanı) ile işçiler ve diğer sömürülen katmanlar arasında da antagonist çelişmeler bulunduğunu kavramayanların, sınıfın ve tüm sömürülen yığınların, şimdiden sosyalist bilinçle donatılması ve kurulu düzenin ve kapitalist toplumun tüm kötülüklerine ve olumsuz belirtilerine karşı, popülist-demokratik değil, proleter-sosyalist bir açıdan karşı çıkacak şekilde eğitilmesi ve Kürt ulusal sorunu da içinde olmak üzere antiemperyalist ve demokratik görevlerin proleter-sosyalist bir perspektifle ele alınması gibi bir sorunları olamaz. Çünkü, her şeyden önce kendileri, faşizme, emperyalizme, kapitalizme karşı sosyalist değil demokratik içerikli, topyekün değil, sınırlı bir muhalefet yürütmektedirler. Nesnel olarak, proletaryayı, genel olarak "halk"ın içinde eritmeye, demokratik küçük burjuvazinin bir kuyruğu haline getirmeye ve ona kendi uzak hedeflerini unutturmaya çalışan bu akımların temsilcilerine şunu söyleyebiliriz: "Lenin'in bolşevik partisi içinde ortaya çıkmış olan ve proletaryaya karşı küçük burjuvazinin çıkarlarını savunan anarko-sendikalistleri eleştirirken söyledikleri sizin için de fazlasıyla geçerlidir." Bolşevik partisinin önderi, partinin mart 1921'de toplanan Onuncu Kongresi'ne sunduğu "Parti Birliği ve Anarko-Sendikalist Sapma Üzerine Rapor"da şöyle diyordu:

"Marks ve Engels, sınıf ayrımlarını unutma eğiliminde olanlara ve genel olarak üreticilerden, halktan ve emekçi halktan sözedenlere şiddetle karşı çıktılar. Marks ve Engels'in yazdıklarını okumuş olan herkes, onların yapıtlarında, genel olarak üreticilerden, halktan ve emekçi halktan sözedenlerle alay ettiklerini anımsayacaktır. Genel olarak emekçi halk ya da işçiler yoktur; ya zihniyet ve alışkanlıkları kapitalistçe olan -ki, başka türlü olamaz- ve kendi üretim araçları olan küçük mülk sahipleri vardır, ya da büsbülün farklı bir zihinsel biçimlenmesi olan ücretli işçiler, kapitalistlerle aralarında antagonist çelişmeler bulunan ve savaşımda onlara karşı saf tutan büyük sanayinin ücretli işçileri vardır." (Collected Works, Cilt 32, s. 251) İşçi sınıfının kapitalist toplumla tam bir antagonizm içinde bulunduğunu, sömürüye dayanan sınıflı toplumu yıkma ve yeni bir dünya inşa etme yeteneğine sahip biricik sınıf olduğunu ve hatta bu nedenle Lenin'in ondan "içgüdüsel ve kendiliğinden sosyal demokrat" diye sözettiğini biliyoruz. Ama, bütün bunlardan ve işçi sınıfının yukarıda da marksizm-leninizmin teorik temellerine dayanarak göstermeye çalıştığımız nesnel ya da potansiyel devrimciliğinden; onun kendiliğinden devrimcileşeceği ve sosyalist siyasal bilinç edineceği, bu nedenle de emeğin kurtuluşu savaşımında öncü devrimci iradenin vazgeçilmez ve yaşamsal bir işleve sahip olmadığı sonucu çıkmaz ve çıkarılamaz. Küçük burjuva devrimciliğinin penceresinden bakıldığında, ne işçi sınıfının nesnel ya da potansiyel devrimciliği anlaşılabilir, ne de Marks'ın Birinci Enternasyonalin Tüzüğü'ne koyduğu, "işçi sınıfının kurtuluşu bizzat işçi tarafından gerçekleştirilmelidir" ilkesinin gerçek anlamı. Onlara göre, komünist öncünün yiğitliği, özverisi ve iradi müdahalesiyle, proletaryanın kitle kahramanlığını, nesnel ya da potansiyel devrimciliğini birarada düşünmek ve bağdaştırmak olanaksızdır. Oysa dünya proletaryası ve halklarının deneyimleri, bu iki öğenin karşılıklı olarak birbirlerini dışlatamadıklarını, tam tersine beslediklerini ve güçlendirdiklerini; yani proletaryanın kendi tarihsel misyonunu, ancak gerçek bir devrimci öncünün varlığı halinde oynayabildiğini, ama aynı şekilde devrimci öncünün de ancak tarihsel ve toplumsal gelişmenin yasalarını anlayabildiği, kendisini en ileri teoriyle silahlandırabildiği ve gerçekten devrimci olan sınıfa dayanabildiği zaman öncülük işlevini yerine getirebildiğini ve "eski dünya"yı yıkabilecek bir konuma gelebildiğini göstermektedir. Kuşkusuz, ne Birinci Enternasyonal'in Tüzüğü'nde yer alan sözkonusu ilkeyi savunan Marks ve Engels olsun, ne de işçi sınıfının "içgüdüsel ve kendiliğinden sosyal demokrat" olduğunu söyleyen Lenin olsun, onun kendiliğinden sosyalist siyasal bilinç edineceğini ve kapitalizme ve burjuvaziye karşı kendiliğinden, sosyalizm ve komünizm perspektifli bir kavgaya girişeceğini söylemek istiyorlardı. Böyle olduğu içindir ki, onlar tüm yaşamları boyunca, başta kendileri, işçi sınıfının tüm diğer sınıflardan ayrı ve bağımsız örgütlenmesi, kendi devrimci sınıf partisine sahip olması için en kararlı devrimci iradi müdahaleyi yapmışlar ve tüm yaşamları boyunca bu çizgiyi sürdürmüşlerdir. Marks ve Engels'in, işçi sınıfının ileri öğelerinin bile ideolojik bakımdan kafası karışık ve geri bir konumda bulunduğu ve Proudhon, Lassalle, Bakunin gibi küçük burjuva devrimcilerinin düşünsel etkisinin son derece yaygın olduğu 1860'lı yıllarda Birinci Enternasyonal'i kurmak ve yaşatmak için verdikleri son derece zor ve karmaşık savaşımın ve Marks'ın ölümünden sonra Engels'in, çeşitli ülkelerin oluşum sürecindeki ve genç devrimci işçi partilerine -çok değişik dillerde yayımlanan gazete ve dergilerini izlemek, yönetici ve öndegelen militanlarıyla yoğun bir biçimde mektuplaşarak ve yüzyüze görüşerek öğüt ve tasviyelerde bulunmak suretiyle- sağladığı desteğin ve yaşamının sonuna doğru, İkinci Enternasyonal içinde ağır ağır olgunlaşmakta olan oportünizme karşı verdiği inatçı ve ısrarlı ideolojik kavganın anımsanması yeterli olacaktır. Ve böyle olduğu içindir ki, işçi sınıfının tarihsel rolünü yadsıyanlara ya da küçümseyenlere yıldırımlar yağdırmış ve sınıf-dışı siyaset ve sınıf-dışı sosyalizmden "söz eden"leri "Avusturalya kangurusu"yla birlikte sergilemeyi önermiş olan Lenin, yeni tipte proletarya partisinin temellerini atmak için Rusya işçi sınıfı ve devrimci hareketi içindeki her türden oportünist eğilime karşı son derece kararlı ve uzlaşmaz bir ideolojik savaşım sürdürmüş, işçi sınıfının işverenlere karşı ekonomik savaşım içinde sosyalist sınıf bilinci edineceği yolundaki kuyrukçu ve kendiliğindenci görüşleri mahkum etmiş ve,

"... Mücadele güçlü bir devrimciler örgütü tarafından yönetilmediği sürece proletaryanın kendiliğinden mücadelesi hiçbir zaman onun gerçek 'sınıf mücadelesi' haline gelmeyecektir." (Ne Yapmalı?, s. 166) demişti. Bu bakımdan, sözcüğün gerçek anlamda bir komünist partisinin oluşturulması için devrimci öncünün sergileyeceği devrimci iradeyle yığınların devrimci eylemi ve örgütlülüğü asla karşı karşıya konamaz. Lenin şöyle diyordu:

"1- sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez; 2- hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk yığınları mücadeleye kendiliklerinden ne kadar büyük sayıda sürüklenirlerse, böyle bir örgüte olan gereksinme o ölçüde ivedileşir ve bu örgüt de o ölçüde sağlam olmalıdır (yoksa demagogların yığınların daha geri kesimlerini peşlerinden sürüklemeleri daha da kolaylaşmış olur)" (Aynı yerde, s. 153) diyordu. Herhalde, yüzbinlerce işçi, kent yoksulu ve emekçi memur sokaklara dökülürken, elimizde yığınlara komuta edebilen güçlü bir "önderler örgütü"nün bulunmayışının acısını çekmekte olduğumuz ülkemiz için, Lenin'in bu sözlerinin ne denli geçerli olduğunu açıklamaya gerek bile olmamalıdır. Bu bakımdan, işçi sınıfının tarihsel misyonunun açık seçik bir tarzda kabul edilmesi; Komünist partisinin esas olarak ve öncelikle bu sınıfa dayalı olarak inşa edilmesi, asla sınıfın kendiliğinden savaşımı ve bilinci önünde secdeye gelinmesi ve onun idealize edilmesi anlamına gelmez. Sınıfın, kapitalist toplumda işgal ettiği konumdan kaynaklanan devrimci potansiyeli asla kendiliğinden komünist bir örgütlenme yaratmayacak ya da utkun bir proleter devimine yol açmayacaktır. Marksist leninist komünistler, kendi içinde homojen bir yapıya sahip olmayan ve özellikle emperyalist ülkelerde bazı bölükleri burjuvazi tarafından satın alınabilen işçi sınıfının, sosyalist ve demokratik eğitiminin yetersizliği ve zayıflığı koşullarında zaman zaman, hatta pek çok kez emperyalizmin ve burjuvazinin pasif ya da hatta aktif dayanağı olabileceğini de biliyorlar. Ancak onlar, bu durumun sorumlusunun öncelikle sınıfın kendisi değil, her şeyden önce emperyalizm, burjuvazi ve onlarla bağlaşma içinde bulunan revizyonizm ve reformizm olduğunu, ama tarihsel misyonunu yerine getirmesi ve demokrasi ve sosyalizm bayrağını yukarı kaldırması için onu eğitmeyen, eğitemeyen ve gerçekten devrimci bir sınıf çalışması örgütlemeyi başaramayan devrimci öncüler olduğunu da biliyorlar. Marksist leninist komünistlerin, işçi sınıfının ayağa kaldırılması, devrimcileştirilmesi ve tüm ezilen ve sömürülen yığınların başına geçerek emperyalizme, faşizme ve kapitalizme karşı kavgayı yükseltmesini ve Kürt halkının yardımına koşmasını frenleyen ve engelleyen her tür ve renkten oportünist ve hatalı anlayışlarla kavgaya tutuşmaları ve elbette kendilerini de bu devrimci eleştiriden bağışık tutmamaları bundandır. Öncü ruh ve devrimci irade, her şeyden önce bu alanda, burj uvazi ve onun işçi sınıfı hareketi, sendikal hareket ve devrimci hareket içindeki uzantıları ve uşakları tarafından uyuşturulmuş bulunan sınıfın uyandırılması, onun bağrında yatan devsel enerjinin açığa çıkarılması alanında sergilenmeli, bunun yapılabilmesi için, evet, sınıfın ve devrimci hareketin kendisine karşı da bir kavga yürütülmelidir. Dünya ve Türkiye deneyimi, işçi sınıfı hareketiyle bilimsel sosyalizmin devrimci bir tarzda bir leş ti ril me si nin zor luk la rın dan ka çan la rın önerdikleri ve denedikleri yolların çıkmaz yollar olduğunu yeterince göstermiştir ve göstermeye de devam edecektir. Marksist leninist komünistler, bu görevden, ne bazılarının yaptığı gibi alt kademe sendika bürokratlarıyla birleşerek ve sınıfın geri yanları ve tutumlarıyla uzlaşarak, ne de sınıfın devrimci potansiyelini/tarihsel misyonunu yok sayarak ve onun yerine küçük burjuvaziyi, gençliği, vb. geçirerek kaçacaklardır. Onlar, Türkiye gibi, bilimsel sosyalizmle işçi sınıfı hareketinin çok uzun bir süre ayrı ayrı yollardan yürüdüğü ve birleşemediği bir ülkede işçi sınıfının devrimcileştirilmesi ve tüm ezilen ve sömürülen yığınları kendi çevresinde toplayacak gerçek bir önder sınıfa dönüştürülmesi için son derece güçlü bir devrimci irade göstermeleri, bu amaca uygun ve inat ve ısrarla uygulayacakları uzun eriml i bir plana sahip olmal arı ve bunun için de, gençlik başta gelmek üzere, diğer devrimci sınıf ve katmanlar arasında da mutlaka yürütmeleri gereken siyasal ve örgütsel çalışmayı unutmaksızın, güçlerini esas olarak işçi sınıfı içinde çalışmaya yoğunlaştırmaları gerektiğini biliyorlar. Sınıfın devrimcileştirilmesi ve onun kendi tarihsel misyonunu -kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin inşası yoluyla komünizme doğru yürüyüş- yerine getirebilmesi için bu son derece ağır, ama aynı ölçüde görkemli sorumluluk, esas olarak ve öncelikle marksist leninist komünistler başta gelmek üzere Türkiye komünist hareketinin omuzlarında durmaktadır.

* Ya da, bu örgütlerin, ancak Kuzey Kürdistan'da mevzilenmeleri ve kendilerini dönüştürerek Kürt ulusal hareketinin bir parçası olarak yeniden tanımlamaları ve biçimlendirmeleri halinde ayakta kalabileceklerini söyleyebiliriz. Teorik ve siyasal yaklaşımları, her üçünün, ama özellikle de kemalizmin ve Türk milliyetçiliğinin etki alanından çıkamamış olan THKO ve THKP-C'nin böyle bir başkalaşımı yaşama olasılılığının son derece düşük olduğunu gösteriyor. Öte yandan, önderliğinin küçük burjuva niteliğinin de katkısıyla, Kürdistan kentlerindeki proleter ve yarıproleter yığınların devrimci potansiyelinden yararlanamamasına ve kırsal alanlara sıkışmış olmasına karşın, Kuzey Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin 1984'den bu yanaki pratiği, kırları temel alan devrim stratejilerinin belirli tarihsel ve sosyo-ekonomik sınırlar içinde geçerliliğini koruduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi