Burjuva Anayasal Çözüm Mü, Devrimci Çözüm Mü?

AKP hükümeti Haziran 2011 genel seçimleriyle birlikte yeni anayasa hazırlığını tekrar gündeme taşıdı. Ergun Özbudun ve ekibine ısmarlanan, ardından AKP yönetimince elden geçirilen yeni anayasa taslağı, hatırlanacağı gibi 3 yıl önce apar topar rafa kaldırılmıştı. Üniversitelerde başörtüsü serbestisi için yapılan yasal düzenleme Anayasa Mahkemesi’nden dönmüş, AKP’ye kapatma davası açılmış, kapatılmanın eşiğinden dönen hükümet partisi, Anayasa Mahkemesi kararıyla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak damgalanmıştı. AKP, bu hamleler karşısında geri çekilerek yeni anayasa hazırlığını gündemden düşürmüştü.

Politik iktidarın içinde debelendiği rejim krizi ve karşı karşıya olduğu yapısal açmazlar yeni anayasa sorununun tekrar ele alınmasını mecbur kılıyordu. Nitekim 2012 yeni anayasanın hazırlanacağı yıl olarak ilan edildi.

12 Eylül Anayasasının İflası

1980 askeri faşist darbesi devrimci mücadelenin kitlesel yükselişi koşullarında rejimin sürüklendiği derin bunalıma geçici bir çözüm olmuştu. Türk burjuva devletinin varlığını doğrudan tehdit eder düzeye varan devrimci, sosyalist alternatif ezilmiş, siyasi düzen tepeden tırnağa faşist restorasyona tabi tutulmuştu. Burjuva meclis eklentili yarı askeri faşist rejim yapısına geçilirken, 12 Eylül anayasasıyla, hem olası her türlü devrimci ve demokratik gelişmeyi bastıracak, hem de generallerin sahne arkasından politik iktidar tekelini teminat altına alacak kurumsal ve hukuksal çerçeve oluşturulmuştu.

Geride bıraktığımız on yıllarda, 12 Eylül anayasasıyla mühürlenen bu çerçeve tamamen tıkanmakla kalmadı, Cumhuriyetin bütün tarihi giysisi dikiş tutmaz oldu. Ömrü 90 yıla yaklaşan Cumhuriyetin bina edildiği tek ulus, tek dil, tek mezhep, devletlü laiklik ve demokratik hak yasakları şeklindeki taşıyıcı kolonlar baştan aşağıya çürüdü ve çökmeye yüz tuttu. Egemenlerin birleştirici tarihsel resmi ideolojisi olan kemalizm çözülmeye uğradı. Cumhuriyetin varoluş bunalımıyla eş anlamlı bir nitelik kazanan rejim krizi, Kürt ulusal savaşımı, demokratik Alevi hareketi, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi ve politik islamcı hareket tarafından koşullandı. Türkiye kapitalizminin emperyalist küreselleşmeye iktisadi ve siyasi adaptasyonunun gerekleri ve egemenler arasındaki politik yarılma, krizin daha da ağırlaşmasına yol açtı.

Kürt ulusal savaşımı, devletin inkârcı-ırkçı yapısını ve resmi ideolojisini iflas ettirdi. Ulusal inkâr ve asimilasyona dayalı Kemalist şoven iktidar kodlarını bozdu. İsyanı askeri imhayla yanıtlamaya koşullanmış geleneksel politikayı çökertti.

Demokratik alevi hareketi, devlet güdümlü Sünniliğe dayalı mezhep ayrımcılığını sarstı, çıkmaza sürükledi. Türk olmayan ulusal toplulukların uyanış işaretleri tekçi-ırkçı devlet yapısında ve ideolojisinde yeni gedikler açmaya başladı.

İşçi sınıfı ve ezilenlerin demokratik savaşımları, antifaşist tepkiler ve devrimci mücadele faşist yasakları geriletti, diktatörlüğü meşruiyet krizine itti.

Politik islamcı parti ve tarikat örgütlenmelerinin toplumsal ve siyasal alanda güçlenmeleri, hükümete gelmeleri ve devlet yönetimine ortak olmaları devletlü laikliği giderek işlevsizleştirdi, iktidar bloğunda değişiklikleri kaçınılmaz kıldı.

Emperyalist küreselleşme şartlarında dünya tekellerinin ulusal çitlere takılmaksızın sömürüsünü artırmayı, Türk sermaye oligarşisinin uluslararası sermayeyle kaynaşmasını, iç pazarın bütünleşik dünya pazarının dolaysız unsuruna dönüşmesini içeren Türkiye’nin mali ekonomik sömürgeleşme süreci, buna paralel olarak emperyalizmin bölge politikalarında Türk burjuva devletine biçtiği rol ve AB’ye tam üyelik hedefli ilişkiler rejimin yeniden yapılandırılmasını gerektirdi. Böylece 12 Eylül anayasası ıskartaya çıktı. Egemen sınıf içinde rejim krizine yeni bir anayasayla çare bulma arayışları son yıllarda iyice olgunlaştı.

Rejim Krizi, Bloklaşma ve AKP’nin Yükselişi

Hem rejim krizinin bir ürünü, hem de onu ağırlaştıran başlıca bir etmen olarak, egemen sınıfın iki bloğa ayrılması 2000’lerde boyutlandı. Generallerin başını çektiği faşist yüksek bürokrasi ile CHP ve MHP’nin yer aldığı “statükocu” blok süregelen devlet yapısını korumayı program edindi. 12 Eylül anayasasının temel motiflerini, faşist MGK diktatörlüğünün başlıca kurumlarını, Kemalist resmi ideolojiyi savunmakta birleşti. Sermaye oligarşisinin büyük bölümü ile politik islamcı sermaye, Gülen cemaati ve AKP “değişimci” blokta yan yana geldiler. Bloğun, devlet yapısını uluslararası ve yerli tekelci burjuvazinin çıkarlarına göre yeniden dizayn etme ve bu sayede rejim krizini aşma programı, ABD ve AB emperyalistlerinin desteğini de arkasında buldu.

İki blok arasındaki devlet kavgasının şiddetlendiği ve her ikisinin de iç gerilimler taşıdığı koşullarda, AKP, hükümet partisi olmaktan reel bir iktidar gücü olmaya uzanan basamakları duraksamalarla tırmanmaya yöneldi. O, 28 Şubat darbesinin politik İslamcı güçleri irade kırılmasına uğratması sonucu sahne almıştı. Şeriat rejimi amacından vazgeçtiğini garanti eden, sermaye oligarşisinin çıkarlarına yaklaşan, ABD ve AB’yle işbirliğine açık duran, emperyalist küreselleşmenin gerektirdiği dönüşümleri benimseyen yeni tipte bir politik islamcı çizgiyle ortaya çıkmıştı. Ekonomik krizin toplumsal yüklerine karşı halkın büyüyen tepkisi diğer burjuva partileri unufak ederken, milyonların “değişim” beklentisini arkalayan AKP o koşullarda tek başına hükümet olma fırsatını yakalamıştı.

Rejimin iç dengelerinin yerinden oynadığı ilk aşama Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinde somutlaştı. Ne ABD ve TÜSİAD’dan vize alamayan darbe teşebbüsleri ve kontra eylemleri, ne anayasa mahkemesinin “367” garabeti, ne de milyonluk cumhuriyet mitingleri Gül’ün Cumhurbaşkanlığını engelleyebildi. AKP’nin generaller partisinin Çankaya sorunu ve hükümet konusunda bir referanduma çevirdiği 2007 genel seçimlerinden güçlenerek çıkması ve Çankaya tepesini ele geçirmesiyle egemen sınıfın iki bloğu arasındaki denge değişmeye başladı ve generaller partisi savunmaya itildi.

İktidar kompozisyonunun değişiminde ikinci aşama Ergenekon tutuklamalarından Balyoz davasına uzanan gelişmelerde somutlaştı. Önce ABD emperyalizmine sırt çeviren kontra-cı ve cuntacı askeri ve sivil kadroların elimine edilmesi, ardından darbe tezgâhına katılan onlarca muvazzaf generalin hapse tıkılması, 28 Şubat’ın tersine, bu defa generaller katında bir irade kırılması süreci yarattı.

12 Eylül 2010’daki referandumla anayasanın bir dizi maddesinde gerçekleştirilen değişiklikler AKP’nin gerçek bir iktidar gücü kazandığının, generaller partisinin geriletilerek iktidar ayrıcalıklarının sınırlandırıldığının, hamle üstünlüğünün artık “değişimci” blokta olduğunun göstergesi niteliğindeydi. Nitekim AKP hükümeti Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde politik islamın iç düşman olarak tanımlanmasına da son verdi.

Kimi anları çatışmalı, kimi anlarıyla uzlaşmalı geçen iki hükümet döneminin sonunda, AKP, 27 Mayıs 1960 darbesinin devirdiği Menderes hükümetinden bugüne uzanan zaman zarfında en işlevsel iktidar alanına sahip burjuva siyasi parti oldu. Yeni anayasa hazırlığına da üç yıl önceye kıyasla farklılaşmış ve rejim içinde güçlenmiş yeni konumundan girişti.

Yeni Burjuva Anayasaya Yüklenen Misyon

AKP cumhuriyetin burjuva demokratik dönüşünün motoru değil, hiç olmadı. Rejim krizi şartlarında hükümete geldiğinde kendini egemenler arasındaki bloklaşma ortamında buldu. Onun yeni tipteki politik islamcı çizgisi bile devletin eski tipteki yapısınca sindirilemedi. Hükümet olarak varlığını korumak için, sahne arkasından iktidar tekelini kullanan faşist generaller partisiyle çatışmak zorunda kaldı. Halk yığınlarının desteğine dayanmak, demokrasi özlemini arkalamak mecburiyetindeydi. Sisteme kendi siyasi meşruiyetini kabullendirecek anayasal ve yasal düzenlemelere başvurmak zorundaydı. Burjuva “değişimci” bloğa yerleşen AKP, rejim krizinin ve emperyalist küreselleşme sürecinin sunduğu manevra imkânı zemininde hareket etti. Bütün bunlar, onu, taşıdığı politik islamcı kimliğin antidemokratiklikle, ezen ulus milliyetçiliğiyle, sermaye ve devlet yanlılığıyla, emperyalizme işbirliğine yatkınlıkla karakterize olan iç dinamiklerinin yer yer ötesine geçen bir politik rota izlemeye itti.

AKP reel bir iktidar gücüne eriştikçe, izlediği politik çizginin gericiliği o denli ağır basmaya ve çıplak bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaya başladı. AKP propagandacıları ve burjuva liberal cenah tarafından yayılan AKP eliyle demokratik anayasa yapılacağı yanılsaması bu gerçekliğe daha fazla çarpar oldu.

Gerek Ergun Özbudun’a hazırlatılan eski taslağa, gerekse hükümetin güncel politikalarına göz atmak, bugün AKP’nin hedeflediği tipte yeni bir anayasanın içeriği ve kapsamı konusunda fikir vermeye yeter.

Eski taslağın AKP yönetimince elden geçirilmiş versiyonu, 12 Eylül anayasasının “değiştirilmesi teklif daha edilemez” ilk üç maddesini koruyordu. Vatandaşlık tanımını yine “Türk” kimliğine atıfla yaparken, anadilde eğitimi ve Kürtler için bireysel kültürel haklardan ötesini içermiyordu. Diyanet İşleri Bakanlığı’nın varlığında ısrar ediyor, Alevlerin haklarını dışlıyordu. Kısmi bir esneme olmasına karşın, söz, basın, toplantı, örgütlenme ve eylem özgürlüğünü faşist çerçeveye hapsetmekten vazgeçmiyordu. Sendikal örgütlenme ve grev hakları üzerindeki yasakların çoğunu kaldırmıyordu. Eğitim ve sağlıkta ticarileştirmeye, özelleştirmeye, toplumsal yararlı hizmetleri metalaştırmaya, yabancı sermaye hareketlerini engelsizleştirmeye daha elverişli bir hukuki zemin getiriyordu.

Eski taslak, MGK’nın, Yüksek Askeri Şura’nın, yüksek yargının ve bürokrasisinin diğer üst kurullarının teşekkülünde yürütmenin ve parlamentonun yetkisini artırmakla ve böylece generaller partisinin iktidar alanını daraltmakla beraber, MGK’yı anayasadan çıkartmak, genelkurmayı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlamak ve askeri yargının bağımsızlığına son vermek gibi daha önemli düzenlemelerden kaçınıyordu. Bu bakımdan rejim içi dengelerin o dönemki maddi gerçekliğini yansıtıyordu. (Taslağın detaylı bir incelemesi için bkz. Yeni Anayasa Krize Çözüm Olmaz, Teoride Doğrultu, Sayı: 28, Aralık 2007-Ocak 2008)

Görüldüğü gibi AKP’nin yeni anayasa için bu ilk fiili girişiminin esas amacı, hükümetin iktidar sahasının generaller partisi aleyhine kısmen genişletilmesini resmileştirmekti. 12 Eylül 2010’da referanduma götürülen anayasal değişiklikler de benzer bir amaç taşıyordu. Hükümet eden AKP, partinin kapatılmasını önlemeyi, başlıca devlet kurumları üzerinde otorite kurmanın yolunu açmayı, gelecekteki politik hamlelerini “statükocu” blok tarafından anayasal oyunlarla bloke edilmesinin önünü almayı hedefliyordu.

Yeni anayasa için ilk taslak da, referandumda onaylanan değişiklik maddeleri de, işçi sınıfı ve emekçilere, Kürt ulusuna, halklarımızın Alevi bölüklerine, ulusal ve dinsel topluluklara faşist yasakların kısmi sınırlanmasından fazlasını getirmiyor, faşist rejimin temel kurumsal yapısının tasfiyesini içermiyordu. Nitekim faşist kurumsal yapıyı değiştirmeye yönelmeyen AKP, kurumları kadrosal açıdan ele geçirmeye ve hegemonya altına almaya girişti. YÖK, RTÜK, HSYK gibi faşist bürokrasi merkezleri, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın ve MİT’in önemli bir bölümü AKP ve Gülen Cemaati kadrolarıyla dolduruldu. Zaten polis teşkilatı neredeyse bütünüyle AKP’nin ve cemaatin politik ve operasyonel enstrümanına çevrilmişti. Mevcut devlet aygıtının farklılaşan kadro bilemişinde adeta bir postkemalist döneme geçiş rüzgârı estirildi. Ne ki, bu devlet kurumlarında yönetimin AKP’ye geçmesi hiçbir anlamlı demokratik sonuç getirmedi.

Aynı süreçte tırmanan polis saldırıları, gazetecilerin ve bilim insanlarının ardı ardına tutuklanması, özel yetkili mahkemelerce yağdırılan cezalar iktidar pastasına ortak olan AKP’nin politik programının aynası oldu. Değil Kürt ulusal varlığının anayasaya kaydedilmesini kabullenmek, AKP yüzde 10 seçim barajını düşürmeye bile pek niyetli olmadığını açığa vurdu. Öcalan ve PKK’yle görüşme masasını devirerek Kürt ulusal iradesini kırmaya dönük yeni bir askeri-siyasi saldırı konseptini uygulamaya soktu.

Açık ki, AKP’nin yeni anayasa tasavvurunda rejimin burjuva demokratik dönüşümü yok. “70”lerde İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da faşist rejimlerin burjuva düzen koşullarında ya da reformcu yoldan tasfiyesinin mührü olan burjuva demokratik anayasalar bir yana, güdük bir burjuva demokratik anayasal düzen dahi tasarlanmıyor. Kaldı ki, geçtiğimiz aylarda İtalya ve Yunanistan’da atanan teknokrasi hükümetleri veya ABD’de “Wall Street’i İşgal Et” hareketinin maruz bırakıldığı sistematik polis şiddeti gibi örneklerde görüldüğü üzere, temsili burjuva demokratik sistemin kapitalist metropollerdeki çürüyüşü emperyalist küreselleşmenin Türk burjuva devletini demokratik bir yapılanmaya ittiği savını yalanlıyor.

AKP yeni anayasayla, hükümeti egemenlerin asıl siyasi iktidar organı kılmanın ve generaller partisinin rejimdeki ayrıcalıklı gücünü daha da törpülemenin, laikliğin yeniden tanımlanmasını sağlamanın ve rejime yaptığı politik islamcı aşının tutmasını güvencelemenin hukuki çerçevesini kurmayı amaçlıyor. Bu hesap, rejim krizine çözüm bulmayı ve devlet mekanizmasını dönüştürerek kendi çıkarlarına daha dolaysızca koşmayı isteyen TÜSİAD’cı sermaye oligarşisinin, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin programıyla örtüşüyor. Ayrıca, Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyetin 100. Yıl kutlamalarında devlet başkanı sıfatıyla Kanal İstanbul’u açarak siyaseten “Yeni Türkiye”nin coğrafya haritasına imzasını kazımayı hedeflediği anlaşılıyor; fakat iç ve uluslararası konjonktürel politik denklemler bir devlet başkanlığa sistemine geçişi kolaylaştırmaktan henüz uzak durumda bulunuyor.

Kürt Ulusal Dinamiğinin Zorlayıcılığı

2012’de yeni anayasa yapımı etrafında meydana gelecek mücadelelerin ve saflaşmaların öncelikli belirleyeninin Kürt ulusal sorunu olacağı gözler önündedir.

Sömürgeci faşist devlet aklı, Kuzey Kürdistan’ı ayağa kaldıran ulusal mücadelenin 30 yıllık imha ve inkâr çizgisini iflas ettirmesinin ve rejimin kırmızı çizgilerini boşa çıkarmasının ardından, “Kürt yoktur” tutumunda ancak “bireysel kültürel haklar”ı tanıma noktasına geriliyor ve bırakalım ulusal eşitliği, Kürt halkımızın ulusal demokratik haklarını kabule dahi yanaşmıyor. İpliği çoktan pazara çıkan “demokratik açılım”ın mimarı AKP de, bu açıdan aynı devlet aklıyla buluşuyor. Kürt ulusal varlığının tanınması, anadilde eğitim ve demokratik özerklik taleplerine geleneksel ırkçı devlet refleksiyle yaklaşıyor. Devlet-PKK görüşmelerinde Kürt ulusal demokratik hareketi liderliğinin anayasal ulusal statü koşulundan geri adım atmaması, bu kez doğrudan AKP’nin siyasi komutasında başlatılan inkârcı-sömürgeci saldırı dalgasıyla yanıtlanıyor.

Yeni anayasa hazırlığında Kürt sorunuyla ilgili tartışmaların, siyasi müzakerelerle olduğu kadar, silahlı mücadelelerle de yürütüleceği muhtemel görünüyor. Devlet ulusal demokratik hareketin iradesini kırmak ve onu bireysel kültürel haklar sınırında bir anlaşmayla silahsızlanmaya razı etmek amacıyla elindeki tüm askeri, siyasi, diplomatik kozları kullanırken, ulusal demokratik hareket de Kürt ulusal varlığının anayasal statüye kavuşturulmasını devlete politik şiddetle dayatıyor.

Yeni anayasa hazırlık sürecinde Kürt ulusal mücadelesinin ulaşacağı düzeyin yaratacağı basıncın işbirlikçi tekelci burjuvazi ve devlet katında oluşturacağı yeni çatlaklıkların çapı, “değişim” bloğunu geri adıma zorlama gücü ve AKP’yi açmaza sokmaktaki etkinlik derecesi, anayasaya konunun nasıl kaydedileceğini de belirleyecektir. Ve şurası açıktır ki, vatandaşlık tanımında Kürt varlığını içermeyen, anadilde eğitimi dışlayan ve bölgesel özerkliğe kapı aralamayan yeni bir anayasa, Kürt ulusal sorununu kısmi bir burjuva çözüm yoluna sokma yeteneğinden ve asgari bir burjuva demokratik nitelikten yoksunluk kadar, rejim krizine burjuva çözümün ifadesi de olamayacaktır.

Burjuva Kamplaşmaya Soldan Yedeklenme Riski

Rejim içi politik dalaşta bir dizi yasal ve fiili mevzisini kaybeden, savunmaya ve giderek bir irade kırılması sürecine itilen buna karşın iktidar aritmetiğinde halen önemli yeri olan faşist generaller partisi, yeni anayasa yapımı sırasında 12 Eylül Anayasası’nın ilk üç maddesini ve ruhunu, Kemalist resmi ideolojinin önceliğini ve hâlihazırda elinde tuttuğu iktidar ayrıcalıklarını olabildiğince koruma kulvarında hareket edecektir. Türkiye’de burjuva siyasi iklimin geleneksel özellikleri bir askeri darbe ihtimalini tamamen devre dışı bırakmamasına rağmen, mevcut politik güç dengeleri dahilinde ve ABD emperyalizmiyle Türk sermaye oligarşisinin onayından mahrum halde bir darbenin yakın ihtimal olmadığı açıktır. Faşist “statükocu” blok, CHP ve MHP’nin öne çıkması, yüksek bürokrasinin Kemalist kadrolarının tavır alması, aynı çizgideki “sivil” kuruluşların ve medya araçlarının seferber edilmesi yoluyla politika yapmaya ve Türk halkını saflaştırmaya ağırlık verecektir. Bu faşist kampanyanın söylemi, yer yer sözüm ona emperyalizm karşıtı demagojik veya zehirli bir sosa da bulanarak “cumhuriyetin kazanımlarını ve Atatürk devrimlerini savunmak, laikliği korumak, dinciliğe ve bölücülüğe geçit vermemek” gibi başlıca argümanları barındıracaktır.

Generaller partisine karşı hamle üstünlüğünü ele geçirmiş ve eski iktidar aritmetiğinde bir değişim yaratmış olan burjuva “değişimci” blok, rejimin yarı askeri karakterinin silikleşeceği, hükümetin asıl siyasî iktidar organı haline geleceği, uluslararası ve yerli sermaye tekellerinin son sözü söyleyeceği, Kemalist resmî ideolojinin gevşetilmesiyle neoliberal bir ideolojik formun hakim kılınacağı türde bir devlet düzenine geçişi hızlandırmada işlevsel bir anayasa için bastıracaktır. Kürtlere, Alevilere, ulusal ve dinsel topluluklara, düzen içi sol muhalefete verilecek oldukça kontrollü ve dar kapsamlı kimi tavizlerle, rejim krizini doğuran toplumsal ve siyasal dinamiklerin hiç değilse yatıştırılmasına oynanacaktır. AKP propagandası, Cumhuriyetin restorasyonuna demokratik makyaj malzemesi olan “sivilleşme” vurgusunda yoğunlaşacaktır. “Değişim” bloğunun halk desteğini arkalama arayışı, “yeni Türkiye’yi kurmak, askerî vesayete son verip sivilleşmeyi sağlamak, AB normlarında demokrasiye geçmek” söyleminde ifadesi bulacaktır.

Yeni anayasanın neyi nasıl kaydedeceğini, örneğin ilk üç maddenin farklılaşması, MGK’nın kaldırılması, generaller partisi ve ordunun kurumsal ayrıcalıklarına son verilmesi gibi değişikliklerin anayasa metninde yer bulup bulamayacağını, önümüzdeki süreçte politik aktörler arasında şekillenecek güç ilişkileri belirleyecektir. Hukuk, politik güç ilişkilerine ve nihayetinde toplumsal maddi yapılara tabidir; bu ilişkilerin ve yapıların belli bir kesitteki durumunu ve eğilimini yansıtacaktır.

Egemenlerin birbirleriyle çelişki halindeki her iki bloğu, ezilenlerin bağımsız bir politik kuvvet olarak boy göstermelerinin önünü almakta hemfikirken, halk yığınlarını kendi politik çizgileri etrafında toplamakta rekabet içindedir. 12 Eylül 2010 referandumunda belirginlik kazandığı gibi, çeşitli reformist sol parti ve çevrelerin yeni anayasa yapım sürecinde burjuva “değişimci” ve faşist “statükocu” bloklardan birine yedeklenme riski günceldir.

Faşist rejimin yarı-askeri yapısının değişmesini devletin demokratikleştirilmesi temelindeki bir kazanımı, AKP’nin geniş yığınlar nezdinde meşruiyetini kaybetmiş faşist 12 Eylül anayasasını kendi kabuğu içinde yenileme girişimini ise demokratik haklara ulaşmak için desteklenecek bir adım olarak niteleyen sol tan-danslı yaklaşım tekrar örgütleniyor. Buna göre, sermaye hegemonyasında gerçekleştirilse dahi yeni bir anayasanın yapımı solun gelişimini kolaylaştıracaktır. Son referandumda bazı reformist sol partilerin ve liberal solcu aydınların “yetmez ama evet” sloganı altında kümelenmeleri söz konusu eğilime işaret ediyor. “Değişim” bloğuna yedeklenen bu eğilim, devrimci gelişmeye inançsızlığı ve sınıf işbirliği yönelimiyle, burjuvazinin yeni bir anayasaya biçtiği rol hakkında ham hayaller yayarak emekçi kitlelerde Cumhuriyetin anayasal restorasyonuna rıza üretme ve mevcut devrimci imkanları heba etme misyonunu üstleniyor.

Tam burada 2. Dünya Savaşı’nı takiben İtalyan Komünist Partisi’nin utanç verici bir tavırla katolikliğin yeni devletin bünyesine enjekte edilmesine dahi onay vererek, sosyalist devrimin eşiğindeki İtalya’da burjuva demokratik anayasayla kapitalist düzenin yeniden kuruluşuna angaje oluşu akla geliyor. İtalyan Komünist Partisi’nin sosyalizm yolunu açık tuttuğu savıyla yaldızladığı o anayasanın, soğuk savaş başlar başlamaz partinin hükümetten kovulmasıyla veya Batı Avrupa’nın en faal kontrgerilla teşkilatının oluşturulmasıyla pekâlâ bağdaştığı biliniyor.

Reformist sol cenahta diğer bir eğilim ise daha ileri gitmek için cumhuriyetin kazanımlarına ve laikliğe soldan sahip çıkmak, sivil dikta ve emperyalizmle mücadele etmek adına yeni anayasa yapımına adeta karşı duran bir konuma tekabül ediyor. Politik mücadele, en gerici odak ilan edilen AKP karşıtlığına, onun politik islamcı ve neoliberal çizgisiyle hesaplaşmaya indirgeniyor. Ne rejim krizinin, ne de halklardaki değişim isteğinin derinliği kavranıyor. 2010 Referandumundaki sol argümanın “hayır” tavrı bu eğilimi temsil ediyor. Ezilenlerin antifaşist mücadelesini kötürümleştirmeye, emekçi zihinlere şoven ve laikçi Kemalist zehrin boca edilişine ortak olmaya götüren bu eğilim, her türlü niyetten bağımsız olarak kitleleri faşizmin peşine takmak anlamına geliyor.

Oldukça benzer bir ideolojik-politik bir yaklaşımla Kemalist tek parti diktatörlüğünün pekişme sürecini destekler pozisyona düşen Şefik Hüsnü liderliğindeki TKP’nin berbat oportünist hatalarından bir kez daha ders alınması gerekiyor. Tek parti rejimi kuyruğunda bir varoluş tarzına sürüklenen TKP’nin buna rağmen Kemalist devletin demir yumruğu altında nasıl ezildiği hâlâ ibretle hatırlanıyor.

“Birazcık demokrasi” için AKP’nin politikasını ve Türk tipi laiklik için CHP’nin politikasını ehven-i şer bulan bu iki ayrı eğilim son kertede aynı varış noktasında buluşuyor: ezilenleri egemenlerin karşısına dikmeye kilitlenmek yerine, egemenlerin kutbuna payanda olmak.

Rejim krizine burjuva anayasal çözüm arayışlarının ya da militarist-faşist iktidar ayrıcalıklarını koruma çabalarının yörüngesine girmenin devrimci ilkeler ve politikayla hiçbir bağıntısının bulunmadığı yeterince açıktır.

Devrimci Tutarlılığı Politik Ataklıkla Buluşturmak

Hukuk, sınıf mücadelesinin seyrindeki ve toplumsal ilişkilerdeki değişimlere bağlı olarak şekillenir; aynı zamanda bu değişimleri frenleyici veya ivmelendirici etkilerde bulunur. Burjuva anayasalar devlet yapısının faşist biçimlerinden demokratik biçimlere uzandığı bir çeşitlilik içinde burjuvazinin toplumsal egemenliğini kayıt altına alırlar. En demokratik burjuva anayasa bile kapitalist düzenin hukuki üst yapısını meydana getirir. Düzeni tehdit eden devrimci gelişmelerin varlığı burjuva-demokratik bir anayasanın karşıdevrimci zoru tırmandırma ihtiyacına uyarlanmasını ya da fiilen çiğnenmesini ve hatta burjuvazinin bastırma iradesinin anayasayı çöpe atan bir askeri darbede cisimleşmesini getirebilir.

Devrimci-sosyalist bir parti burjuvazinin egemenliğinin hukuki ifadesi olan herhangi bir burjuva anayasayı benimsemez. Çünkü o anayasa, isterse sermayenin politik iktidarının en demokratik biçimlerini formüle ediyor olsun, devrimci-sosyalist partinin yıkmayı program edindiği sömürü düzeninin kendini meşrulaştırmasının simgesidir. Devrimci ilke, her türden burjuva anayasasının alternatifini sosyalist anayasayla veya devrimci geçiş dönemlerine özgü halkçı-demokratik anayasayla ifade etmektir. Burjuva-demokratik iktidarın ve temsili parlamenter demokrasinin karşısına işçi halk konseyleri iktidarı ve giderek doğrudan demokrasiyle çıkmaktır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin gerçek talep ve özlemlerinin karşılanmasını burjuva-anayasal dönüşümler değil, yalnızca devrimci iktidar şartlarında yapılacak anayasalar yansıtabilir.

Devrimci ilke devrimci politikaya ışık tutar, fakat onun yerini alamaz. Yeni anayasa muharebesinde egemenlerin iki kanadından birine soldan yedeklenen eğilimlerin pratik eleştirisi de devrimci ilkeselliği taktiğe ikame ederek yapılamaz. Egemenler arası iktidar kapışması diyerek taktik ilgisizlikte çakılmak, “an”daki devrimci imkanlara gözleri kapalılığın, apolitikliğin ve soyut ilkeciliğin bir tezahürüdür. Üstelik bu tarz bir yaklaşım, bugünkü askerî, siyasi ve kitlesel gücüyle Kürt ulusal demokratik hareketinin -ezilenlerin mücadelesinde başlıca bir bileşkenin- yeni anayasa yapım denkleminde birinci derecede belirleyici bir vektör olduğunu hiç anlamamak demektir. (Kuşku yok ki, yeni anayasa yapımı koşullarında demokratik özerkliği ve anadilde eğitimi sömürgeciliğe dayatan ve Türk halkı içinde Kürt ulusal demokratik taleplerini meşru olduğu bilincini yayan mücadeleler devrimci demokratik gelişmeye basamak olacaktır.)

Devrimci politik müdahale yeni bir anayasa yapımına dair tartışma atmosferinde emekçilerin politik dikkatindeki artışı bir devrimci imkan olarak algılar. Ezilenlere iktidarın zirvesindeki sivilleşmenin demokratikleşmeyle özdeş olmadığını, halkçı-demokratik bir anayasanın ancak burjuvazinin iktidarını yıkacak bir halk devriminin eseri olabileceğini anayasa tartışmalarının somutluğunda gösterir. Düzenin burjuva-anayasal restorasyonunun karşısında anti-emperyalist demokratik devrim programını ve sosyalizmi propaganda eder.

Fakat propaganda düzleminde kalmakla yetinmeyen devrimci politik müdahale, ezilenlerin politik özgürlük, ulusal geleceğini belirleme hakkı, eşit yurttaşlık, toplumsal adalet ve sosyal haklar eksenli çeşitli taleplerini güncel mücadele konusu haline getirir. Bu güncel mücadeleleri işçi sınıfı ve ezilenleri iradeleştirmenin, politik savaşımın daha ileri evrelerine hazırlamanın kaldıracı yapar. Emekçilerin devrimci-demokratik temelde saflaştırılmasının ortaya çıkaracağı politik güçle ve egemenler arasındaki çatlakları derinleştirmesiyle, bir dizi halkçı-demokratik kazanımı yeni anayasaya kaydettirmeyi zorlar. Burjuva anayasaya geçirilecek böylesi kazanımla-rı devrimci gelişmenin yan ürünleri olarak değerlendirir. Bu reformları ezilenlerin saflarında moral ve özgüven birikimi sağlayacak ve devrimci hareketin büyümesini hızlandıracak mevziler olarak kullanır.

Tam da burada hatırlanmalıdır ki, Halkların Demokratik Kongresi, Kürt ulusunun, işçi sınıfının, kadınların, emekçilerin, yoksulların, gençliğin, Alevilerin, ulusal ve dinsel toplulukların, kısacası bütün ezilenlerin yeni anayasa yapım sürecinde kendi talepleriyle yükseltecekleri mücadelelerin birleşik yatağı olma potansiyeline sahiptir. Kongrenin bu bakımdan politik-pratik rolünü oynaması hem egemen sınıf bloklarından birine soldan yedeklenme eğilimlerinin etkisizleştirilmesi, hem de ezilenlerin sermayeye, devlete karşı saflaştırılması yolunu döşeyecektir.

Devrimci perspektifin özü rejim krizine burjuva-anayasal çözüm arayışının karşısına devrimci çözüm alternatifiyle çıkmak ve pratikte onu örgütlemektir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi