ABD İşbirlikçiliğinde Bölgesel Aktörlük

AKP hükümetlerinin bölge politikası başlangıçta önceki hükümetlerin politikasının bir devamıydı: Bölgede ABD ile NATO’nun savaşlarına katılarak ABD ve sistemin egemenliğinin jandarmalığını yapmak ve İsrail siyonizmiyle sıkı bir işbirliği içinde olmak, devam edegelen politikanın iki temel stratejik öğesini oluşturuyordu.

28 Şubat öncesi Libya ziyareti ve D-8 birliğini başlatması, siyonist devletle stratejik anlaşmaya imza atmasına rağmen, Erbakan’ın başbakanlıktan düşürülmesinin nedenlerinden biri olmuştu. Yine Başbakan Ecevit siyonist devletin savaş katliamlarını soykırımla niteledikten hemen sonra özür dilemek zorunda bırakılmıştı. Çizgi dışı bu iki deney, burjuva hükümetlerin iç güç olarak generallerin, dış güç olarak emperyalist sistemin lideri ABD’nin çizdiği strateji dışına çıkamayacaklarını göstermişti.

Nitekim AKP de bu çizgiye sıkı sıkıya bağlı kaldı. Fakat özellikle siyonist İsrail devletinin Gazze savaşından itibaren ve Davutoğlu’nun resmen de dış politikanın sorumluluğuna atanmasından beri AKP hükümeti bölgeye ilişkin strateji değişikliğine gittiği izlenimi vermeye çalışıyor.

AKP Hükümeti’nin yaratmaya çalıştığı bu izlenimin bir bölümü gerçek değişikliğe tekabül ediyor. Bir bölümü de demagoji ve politikasının gerçek yüzünü gizlemeye yönelik.

Davutoğlu, bilindiği gibi politik islam orijinli hareket içinde, kapitalist emperyalist sistem çerçevesinde kalınarak, Türk burjuva devletinin uygun stratejilerle, sistemin devletler hiyerarşisinde dünya çapında önemli bir ülke haline getirilebileceği iddiasındaki bir dış politika stratejisti. Bu görüşleriyle Türk burjuva stratejistleri içinde en iddialısı.

Davutoğlu’nun görüşleri birkaç esas üzerinden Türk burjuva devletini bölge ve dünyada nüfuz sahibi kılmayı amaçlıyordu. O, komşularla sıfır sorun politikasıyla, emperyalist sistemin bölgedeki merkez ülkesi olmak yoluyla ve Osmanlı’nın bir dönem işgal altında tuttuğu ülkelerle tarihi-kültürel bağlardan yararlanıp onlara liderlik ederek, bölgede lider ve egemen emperyalistlerce onaylanmak zorunda kalınacak dünya siyasetinde etkili bir devlet haline getirmeyi amaçlıyordu.

Revizyonist blokun dağılmasından sonra Türkiye’nin jeostratejik öneminin azaldığını düşünerek kaygılanan Türk burjuvazisi ve askeri şeflerine, emperyalist sistemin egemenlik stratejisinin geniş-bölge üzerine yoğunlaştığını, bu nedenle NATO ve Türkiye’nin stratejik öneminin azalmayıp arttığının teorisini yapıyor, onların kaygılarını gidermeye çalışıyordu.

Bütün bu tezleriyle, üç stratejik politika üzerinden burjuva devletin amacına ulaşacağını ileri sürüyordu.

Sıfır Sorun Gitti, Savaş Maceracılığı Geldi

Bilindiği gibi ‘90’lı yıllarda revizyonist blokun dağılmasından sonra MGSB’de dış politika tehdidinin “Güney”den geldiği söylenerek, ABD’nin “şer” devletleri olarak ilan ettiği ve bir kısmı Irak, Suriye, İran gibi Türkiye’ye doğrudan komşu olan ülke rejimleri ile milliyetçi çatışma içindeki Yugoslavya gibi ülkeler hedef alınıyordu. Ayrıca yeni-sömürge devletlerdeki sistemi rahatsız eden hareketler “terör” nitelemesiyle saldırı odağı haline getiriliyor, istikrarsızlığa düşen ülkelerde savaşla düzen sağlanmaya çalışılıyordu.

NATO, ABD’nin savaş aygıtı olarak, yalnızca çatışmalı alanlarda değil, “politik istikrarsızlık, ekonomik bunalım, doğa afetleri, barış sağlama” gibi hallerde de askeri saldırı ve sistemin egemenliğini sağlamakla görevlendiriliyordu! Bosna’da, Kosova’da, Somali’de ABD, NATO ve AB, askeri saldırıya başlayınca, Türk burjuva devleti de en hevesli tarzda ve stratejik öneminin devam ettiği sevinciyle onların yanında saf tutmuştu. Yetinmemiş, Kafkaslar’dan Balkanlar’a ABD işbirlikçisi yeni iktidarların askeri eğitmenlik görevini üstlenmiş ve yerine getirmişti.

ABD ve emperyalist devletler 11 Eylül’den sonra radikal islami hareketleri hedef alıp düşman cephenin ön safına yerleştirince, bütün hükümetler bu politikayı benimsemişler, ABD’nin Afganistan işgaline asker vermişlerdi. Dönemin AKP hükümeti de bu politikaya büyük bir istekle katılmıştı.

2003 sonrası Saddam iktidarı yıkılmış, Esad iktidarı 2003 Irak işgalini destekleyerek sistemle işbirliği ihtiyacını ortaya koymuştu. Dahası Esad ve İran molla iktidarları Kürt hareketine karşı Türk egemen sınıflarıyla siyasi ve askeri işbirliğine girmişlerdi.

O koşullarda AKP hükümeti ABD’nin Irak işgalini desteklemekle kalmadı, ABD egemenliğini zayıflatmayacağı, tersine güçlendireceğini hesaplayarak “komşularla sıfır sorun” politikasını uygulamaya koydu. Kıbrıs sorununu uzlaşmayla çözmekten Ermenistan’la ilişki kurmaya, Suriye ve Libya rejimlerini ABD’yle uzlaştırma ve emperyalist sistem içine çekmekten, İsrail-Suriye barışı için arabuluculuğa ve Hamas ile Lübnan Hizbullah’ını ABD/İsrail’le uzlaştırma girişimine, İran’ın nükleer silah sorununda barışçı çözüm için arabuluculuğa kadar birçok girişim bu dönemde yapıldı.

Bu politikanın alt başlığı içinde Türk burjuvazisinin özgün çıkarlarını yansıtan, PKK’ye karşı İran ve Suriye rejimleriyle sıkı bir işbirliği de vardı. ABD emperyalizmi AKP’nin sadakati karşısında bu özgün çıkarı nedeniyle molla rejimiyle işbirliğine göz yumdu. Hamas’la görüşmesine soğuk baktıysa da ilişkileri bozmadı.

ABD yönetimi içinde generallerle ilişkileri önde tutmak isteyenler olduysa da yönetimin baskın tavrı Türkiye’de AKP hükümetiyle işbirliğini önde tutmaktı. AKP hükümet olarak ABD’nin isteğiyle Güney federal Kürt yönetimini tanımaya da bu dönemde ısındı.

Kritik iki sorun İran ve Gazze’deki Hamas yönetimiydi.

Hamas’ın uzlaşıcı bir çizgiye çekilmesini kabul etseler de iktidarını siyonist rejim ve ABD kabullenmiyordu.

İran molla rejimini ve nükleer silah geliştirmesini kabullenmeyen ABD, İran-Suriye-Lübnan Hizbullah’ı ittifakını ABD egemenliği önünde engel olarak görmeye, siyonist devlet için tehlike saymaya devam etti. Bu nedenle İran molla rejiminin nükleer silah çalışmasına karşı yaptırımları ve savaş gerginliğini sürdürdü.

AKP hükümetinin komşularla sıfır sorun politikası, ABD’nin İran molla rejimine yönelik tutumuyla ve Arap ayaklanmaları sürecinde Libya ve Suriye’ye karşı ABD-AB’nin savaş siyasetiyle çelişince çuvalladı. Ermenistan’la ise Azerbaycan’ın sert itirazları ve Dağlık Karabağ koşulu nedeniyle yürümedi. İsrail’le Gazze’ye saldırısından sonra, AKP’nin siyonizme karşı tepkinin diplomasi alanında itiraza ve liderliğe soyunmasıyla bozuldu. AKP hükümeti Mavi Marmara katliamından sonra ilişkileri alt seviyeye indirdi. Libya’da önce Türk burjuvalarının müteahhitlik işlerini koruma kaygısıyla Başbakan “NATO’nun Libya’da ne işi var” demecini verdi.

Ardından Fransa ve İngiltere elebaşılığında emperyalist savaş başlayınca, savaş gemileriyle askeri ablukaya katılmakla kalmadı, emperyalizm işbirlikçisi gerici muhalefete ev sahipliği yaptı ve para yardımında bulundu. Suriye’de gerici bir iç savaşı doğrudan örgütleyen konuma geçti. Üstelik Erdoğan “Suriye bizim iç sorunumuzdur” diyerek gerici iktidar savaşını doğrudan örgütlemeyi açıkça savundu. Irak’ta hükümet oluşumuna müdahale etti. İran’a karşı NATO füze radarının Türkiye’ye kurulmasını kabul etti. Davutoğlu “İran’a karşı savaşa asla katılmayacağız” demecini vermesine rağmen, olası savaşın en önemli alanlarından birinin Türkiye olacağı şimdiden açığa çıkmıştır.

AKP hükümetinin İran, Suriye ve Libya’da sıfır sorundan savaşçı konuma geçmesi, öncelikle ABD ve Avrupa emperyalistleriyle işbirliği çizgisine bağlılığının kanıtı ve sonucudur. Avrupa emperyalistleriyle kimi kez diplomatik ve ajitatif sürtüşmeyi göze alan AKP, ABD ile sürtüşmeyi asla göze almamakta, tersine bağlı ve bağımlı kalmaya özel dikkat ve çaba sarf etmektedir. Esad rejimiyle barışçı işbirliğinden savaşı örgütleme pozisyonuna geçmesinde muhalefetin Müslüman Kardeşler kanadıyla ideolojik yakınlığının ve olası Kürt özerkliğini engelleme gibi özgün gerici çıkarının rolü olsa da, esasen ABD’nin bölge egemenliği stratejisinin kendisine verilen rolünü yerine getirmesi tayin edici etkendir. Kıbrıs sorununda uzlaşmacı pozisyondan uzlaşmazlığa ve Rum yönetiminin doğal gaz aramasına savaş gemisiyle gözdağı verme konumuna geçmiştir. Bu ise AKP hükümetinin, eski hükümetlerin geleneksel şovenist politikasına geri dönüşüdür. Gürcistan Rusya savaşında da, Rusya’yla barışçı ilişkiden, ABD ve NATO savaş gemilerinin Gürcistan kıyısına geçişine birkaç gün içinde izin çıkararak savaşta taraf pozisyonuna geçen AKP hükümetidir ve bunu da ABD’ye bağımlılığının gereği olarak yerine getirmiştir.

Komşu ülkelerle sıfır sorun siyasetinden, emperyalist işgal koalisyonu eklentisi ve savaş tehditçisi pozisyonuna geçmesi, AKP hükümetinin bölge stratejisine ilişkin teorisindeki temel politikalarından birinin iflası anlamına geliyor. Gerçekte AKP, politik islamcı orijinine rağmen son derece pragmatist bir parti ve hükümettir. Yeri geldiğinde Davutoğlu’nun eski Osmanlı coğrafyası ülkeleri ve komşularla barışçı ilişkileri derin bir strateji olarak değerlendirerek, bölge liderliğini ve dünya politikasında önem kazanma teorisine göre davranır, yeri geldiğinde Kıbrıs’ta geleneksel şovenist politikaya geri dönüş yapar. Ama sonuçta ABD’nin bölge egemenliği stratejisine bağımlılığı sıkı sıkıya uygular. Onun belirlediği savaş ve işgal politikasını kendi kaderi yapar.

İsrail’le Rakip “Merkez Ülke”

AKP’nin Gazze savaşından itibaren İsrail’le ilişkide izlediği rekabet, bölgede en çok göze batan politikası oldu.

AKP hükümeti, siyonist devletin sömürgeci savaştaki uzlaşmaz keyfi politikasına, Gazze savaşından bu yana tavır aldı. Mavi Marmara katliamından sonra diplomatik ilişkileri alt seviyeye indirdi. Konya hava tatbikatına İsrail’i katmadı. Bu önceki dönemin İsrail’le stratejik işbirliğinden temkinli bir gerginlik politikasına geçiştir. Siyonist sömürgeciliğin zulmüne karşı ajitasyonu iç toplumsal destek ve bölge halkları ve burjuvazileri üzerinde nüfuz kazanma aracı yapan AKP, gerçekte İsrail’le, ABD işbirlikçiliği konusunda bir rekabete girmiş bulunuyor.

Bu rekabette, siyonist devletten heron ve diğer savaş malzemelerinin alımını sürdürmesine ve Hamas’a, İran’ın yaptığının tersine askeri yardımdan uzak durmaya titizlikle devam etmesine rağmen, AKP hükümeti, Filistin’de burjuva uzlaşıcı bir çözüm için İsrail’e diplomatik ve siyasi baskı yapılmasını gerekli görüyor. Türk burjuvazisi ve devletinin bölgesel çapta muhataplarına göre ekonomik ve askeri güçlülüğünü siyaseten de değerlendirirken, siyonist sömürgeciliğin uzlaşmaz savaşçılığına karşı diplomatik-siyasi alanla sınırlı kalarak atağa geçiyor, onu uzlaşmaya zorluyor, ABD’yi ise siyonizmin keyfiliğini desteklemekten vazgeçirmeye çalışıyor. Eğer sonuç alabilirse AKP, Türk burjuvazisi ve devletini, ABD’nin bölge egemenliğinin İsrail’den daha öncelikli birincil dayanağı haline getirmeye çalışıyor. Bununla ABD’nin Truva atı rolüyle birlikte, eskisinden daha fazla Ankara’nın özgün gerici/ yayılmacı çıkarlarını gözetme imkanına da kavuşacağını hesaplıyor. Bu politikası ve ters çevrilinceye kadar İran’la uzlaşıcığı nedeniyle “eksen kayması mı” sorusuyla karşılanmasına rağmen, AKP’nin, İsrail’le rekabetle sınırlı olduğu açığa çıkan siyaseti yine de geçmişten bir farklılığı ifade ediyor.

AKP hükümeti bu politikasıyla Arap halk ayaklanmalarının yarattığı ortamda bazı olanaklar yakalamış durumda. ABD’nin Afganistan ve Irak savaşlarında amaçladığı başarıyı kazanamaması ve Arap halk ayaklanmalarının Mısır, Tunus ve Yemen’de en ABD’ci iktidarları sarsması, ona bu fırsatı yaratmış durumda. Libya, Suriye ve İran’la ilişkilerde hızla ABD’ye sadakatini ispatlamasıyla bu fırsat birleştiğinde AKP’ye İsrail’le rekabet imkanı sağlıyor. Sarsılan ve yıkılma tehlikesi taşıyan ABD’ci iktidarlar yerine, devrimci veya anti-ABD’ci halkçı iktidarların geçişini engellemek için, ABD (ve Avrupa emperyalistleri), devrimci ayaklanmaları, (en önemli unsurlarından birini politik islamcı burjuva partilerin oluşturduğu) ordu ve parlamenter burjuva ittifakındaki iktidarla restorasyona dönüştürme politikası izliyor. AKP iktidarı bu restorasyonda önemli bir aktör olarak rol alabilir. Nitekim alıyor da. İsrail’e teslim olan eski ABD’ci iktidarların tersine yeni iktidarlar ABD’ciliği sürdürseler de Arap halklarındaki ayağa kalkıştan sonra İsrail’e teslimiyetçiliği sürdüremezler. Bu özellikle Mısır için daha fazla geçerlidir. Şimdi Arap halklarının siyonist saldırganlığa tepkisini nüfuzu için kullanabilecek karşıdevrim cephesindeki birinci aday AKP hükümeti ve Erdoğan’dır. Bu nüfuzunu aynı zamanda karşıdevrimci restorasyon için kullanmakla, ABD için geçmişe göre daha önemli hale gelmiştir. Bu rolüyle siyonist devletin sömürgeci savaş uzlaşmazlığını frenlemek ve onu uzlaşıcılığa çekmede AKP iktidarı güç kazanmıştır. Ayrıca Hamas’ı İsrail’le uzlaşıcığa yöneltmedeki rolü dikkate alındığında, Filistin sorununda uzlaştırıcı çözüm getirmede AKP iktidarı önemli fırsat yakalamış durumdadır.

AKP iktidarı Arap devrimlerine karşı burjuva restorasyonculuğuyla da, parlamentarist özelliğiyle de bölgede önemli nüfuz kazanırken, siyonist savaş saldırganlığını frenleyecek rolüyle Arap ve müslüman halklar üzerindeki artan nüfuzunu iç politikada önemli bir kitle desteği aracına dönüştürmeyi hedefleyecektir. Buna karşın, Libya, Suriye ve İran’a karşı askeri saldırganlığıyla tepki toplayacaktır. Buralardaki politik islamcı ve emperyalizm işbirlikçisi burjuva gruplarla bu tepkiyi kısa vadede törpülese de, uzun vadede artmasına engel olamayacaktır. Çünkü ayağa kalkan Arap halklarının Mısır, Tunus, Yemen’deki devrimci süreci devam ettirecek mücadeleleri oralardaki politik islamcı ve emperyalizm işbirlikçisi yeni burjuva partiler kadar, AKP iktidarının da bölgesel nüfuzuna karşı mücadeleyi güçlendirecek, bir parçası olduğu savaşlarda yayılmacı niteliğini ortaya koyacaktır. İsrail siyonizmini uzlaşmaya zorlama tavrının yarattığı sempatiyi eritecektir. ABD’ci bölgesel jandarmalığına halklardaki tepkiyi büyütecektir. AKP İsrail’den öncelikli ABD’ciliği veya “merkez ülke” stratejisini ciddi bir olasılıkla başarıya ulaştıracak, 90 öncesi düzeyde jeostratejik önem kazanacak, fakat halkların tepkisini üzerine çekecektir. Bu stratejide yürürken, bölgenin diğer ABD’ci güçleriyle (Suudiler, Mısır) girişeceği olası rekabetin yol açacağı sonuçlar bir yana, Kürt sorununda yalnızca içte değil dışarıda da olası askeri maceracılığının, Kıbrıs sorununda yeniden dönüş yaptığı şovenist maceracılığın, içteki faşist politikasının Arap halkları nezdinde gelişen nüfuzunu eritmesi gündeme gelecek ve AKP, ABD jandarmalığı ve askeri güç saldırganlığı rolüyle halkların bilincinde hak ettiği yeri alacaktır. Büyük devlet şovenizmini yalnızca askeri gücüyle değil, yumuşak yöntemlerle de halklarımızda desteğe dönüştüren propagandasının ikinci yönü çökecektir.

Büyük Devlet Şovenizmini Canlandırma Yönelimi

Eski Osmanlı coğrafyasındaki ülkelere liderlik hevesine gelince.. .Bilindiği gibi burjuva devletler rekabet ve bunun için ulusal düşmanlıklarla belirlenirler. Yalnızca dünya çapında güç odağı olan az sayıdaki emperyalistler veya emperyalist birlikler liderliğinde bir araya gelebilir veya gruplaşabilirler.

Türk burjuvazisi bölgede en gelişkin burjuva sınıf olmasına, bölgedeki pazarlardan pay kapmasına rağmen ekonomik olarak emperyalist bir maddi güce sahip değildir. Dünya tekellerinin bölge yatırım üssü olması sayesinde kendisi de sermaye birikimini hızlandırmakta ama bölge pazarlarını paylaşıma katılan bir rol oynamamaktadır. Pazardan yararlanması mali-ekonomik paylaşım gücü olduğu anlamına gelmez. Bu maddi güçle bir dönem Osmanlı işgali altında kalmış ulusları, (ve Orta Asya ülkelerini) kendi liderliğinde bir bölge örgütlenmesinde birleştiremez. Fransız ve Alman emperyalistlerinin Avrupa’da oynadığı rolün benzerini bölgede oynayamaz.

Bir ölçüde gelişen, fakat istikrarsız olacağı şimdiden açık olan siyasi nüfuzu ve ABD işbirlikçiliği bölgesel siyasi ve askeri birliği gerçekleştiremez. Çünkü yerel burjuva iktidarlar sınıf doğaları gereğince rekabetçi çekişmelerini emperyalist güç odaklarına yedeklenerek yansıtırlar, bölgesel güçlere yedeklenerek değil. Politik islamcı partilerin önümüzdeki süreçte muhtemel iktidarları da, onların pragmatik burjuva niteliklerinin doğası gereği, doğrudan Türk burjuvazisinin AKP liderliğindeki iktidarına yedeklenmelerine yol açmaz. Hele Libya ve Suriye’deki gibi emperyalistlerin savaşıyla iktidara geldikleri, gelecekleri devletlerde, doğrudan ABD ve AB emperyalistlerine bağlanır veya Mısır ve diğer yerlerde onlara bağlanmayı tercih ederler. Bunu Libya’da şimdiden görmek mümkün. Tunus’ta Ennahda’nın seçimle hükümete gelmesine rağmen AB emperyalistlerine bağlanmayı tercih etmesi de bunu göstermektedir. Bosna’da, Kosova’da ABD ve AB’nin himayeci sömürgeciliğini desteklediği oranda Türk burjuvazisi ve devletinin etkisinin sürebildiği gerçeği de aynı durumu ifade ediyor. Orta Asya ülkelerinin ise eski Osmanlı toprağı olmadıkları için değil, ABD’nin dünyasal, Rusya’nın bölgesel gücü nedeniyle Türk devleti ve burjuvazisinin etki sahasına girmedikleri geçmişte açığa çıkmıştı.

Bütün bu gerçeklerin ortaya koyduğu gibi, Davutoğlu’nun eski Osmanlı sömürgelerini nufuz alanlarına dönüştürme stratejisi, ya da yer yer dillendirilen “yeni Osmanlıcılık” başarı şansı olmayan bir propaganda şiarıdır, dıştan çok, içte, islami duyguları ve büyük devlet şovenizmine açlığı giderecek bir slogan olarak AKP ve burjuvazinin toplumsal/siyasi desteğini güçlendirmeye hizmet etmeye endekslidir...

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi