‘89 Bahar Eylemleri: Taban Örgütlerinin Yarattığı Direniş

TEKEL işçileri çokta beklenmeyen bir anda özelleştirmenin son saldırılarından birine karşı 2009 yılı sonunda direnişe geçtiler. 73 gün Ankara'da çadırlardan bir direniş kenti yarattılar. Direnişleri başka işçi bölüklerini de harekete geçirmekten başka tüm toplumun gündemine girdi. Halen değişik biçimlerle süren TEKEL direnişinin ilk döneminde geçmiş özelleştirme karşıtı direnişler yanında en çok 89 Bahar Eylemleri konuşuldu. Biz de, 2003 yılında SEKA direnişi günlerinde Bahar Eylemlerinin örgütleyicisi ve yapıcısı arkadaşlarla yapılmış bir röportajı yayınlayarak işçi kuşakları arasında deney aktarımına aracı olmayı uygun bulduk.

89 Bahar Eylemleri, işçi sınıfı tarihi bakımından 1980 sonrasının en etkili ve en kitlesel eylemleriydi. 1980 sonrası işçilerin kazanılmış birçok hakkı ellerinden alınmasına, sendikal örgütlülük tamamen sendika bürokratlarının eline teslim edilmesine rağmen işçi hareketinin geçmişten gelen zengin deneyimleri, '80 sonrası yeni direnişler yarattı. 1986 NETAŞ direnişi ve grevinin ardından kamu işletmelerinde çalışan 600 bin işçi adına yürütülen toplusözleşme görüşmeleri, uyuşmazlıkla sonuçlandı. Hükümetin yüzde 40, sendika patronlarının yüzde 90 zam dayatmasına işçiler eylemlerle yanıt verdi. İşçiler, sendika bürokratlarını da aşarak tabanda örgütlendi ve kendi eylem kararlarını alarak kendileri uyguladılar.

Türkiye işçi sınıfının tarihi bakımından önemli dönüm noktalarından olan '89 Bahar Eylemleri, taban örgütlenmesi bakımından önemli deneyimler içerdiği gibi, toplusözleşme süreçlerine işçi sınıfının aktif müdahalesini de gösteriyor. İşçi sınıfının ekonomik ve siyasal bakımdan, bugün, '89 dönemine benzer bir şekilde, taban örgütlenmesi ile sendika patronlarının mücadele önünde engel oluşturmasının nasıl değiştirileceğinin de sinyallerini sunan röportaj konukları:

1989 yılında Yol-İş'e üye olan ve işyeri temsilciliği yapan Ercan Atmaca, aynı dönemde deri işçisi olan ve Deri-İş Sendikası'nda örgütlü Munzur Pekgüleç ile askeri tersanede çalışan Harb-İş üyesi olan Nuri Ağçiçek.

*'89 yılında işçiler bir atılım yarattılar ve toplusözleşme süreciyle ilgili eylemlilik sürecine başladılar. Bunun öncesi var mutlaka, '80 sonrasında getirilen yasaklamalara rağmen 9 yıl içinde işçilerin böylesi bir eylemlilik süreci başlatması nasıl yaratıldı?

Ercan Atmaca: 1980 12 Eylül darbesi ve alınan 24 Ocak ekonomik kararlarının işçi sınıfına yansıması olumsuz yönde olmuştu. 12 Eylül darbesiyle öncüleri yok edilmişti. Ve dikkat çekicidir 12 Eylül'de, milli güvenlik konseyinin ilk iki tebliği kıdem tazminatlarının ve ikramiyelerin sınırlandırılması üzerinedir. Bakın başka bir şey için yapıyorsunuz darbeyi ama ilk iki güvenlik konseyi kararı işçilerin kıdem tazminatlarının sınırlandırılmasını içeriyor. Yani darbenin o zaman kime karşı yapıldığı açık biçimde ortaya çıkıyor. Ardından öyle bir sürece gelindi ki, buhar kazanının altını yakarsınız ama altından sofaşı açmazsınız, kazan ne yapar; patlar. İşçi sınıfı öyle bir duruma geldi ki, 86- 87'lerde hem alım gücü açısından, hem de antidemokratik koşullar yüzünden nefes alamaz oldu.

Munzur Pekgüleç: 12 Eylül gibi bir süreçten sonra işçi ve emekçilerin gerek ücretlerinde, gerek sosyal yaşamlarında, gerekse de 12 Eylül öncesi kazanımlarında ciddi anlamda bir geri gidiş ve haklarını kaybediş süreci yaşıyor. 80'den sonra 89'lara kadar birçok işkolunda işçi ve emekçiler, önceden kazanılmış haklarının adım adım ellerinden alındığına şahit oluyor ve yaşıyorlardı. Özellikle 89 bahar eylemleri işçiler ve emekçiler açısından devlet işyerlerinde yavaş yavaş özelleştirme gerekçesiyle teker teker kapatılacağı yönündeki hükümetlerin ciddi anlamda yapmış oldukları bir propaganda sürecine de girmişti. Özellikle 87'deki Tansu Çiller döneminde Türkiye'de özelleştirmeyle ilgili bir start verilmişti ve bütün kamu iktisadi teşebbüsleri özelleştirilecek ve işçiler ciddi anlamda işsiz kalacak ve işyerleri kapanacaktı. Ve bu döneme rağmen işverenlerin ve hükümetin kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirme kapsamı içinde, yapılması gereken ihalelerde önce şöyle bir politika güttüler. Gerek Arjantin'de, Şili'de, İngiltere'de, Almanya'da özelleştirmenin karşısında olabilecek etkenlerin propaganda anlamında önce etkisizleştirilmesini ve karşı gelebilecek güçlerin bertaraf edilmesi konusunda yoğun bir propaganda dönemi başlatmışlardı. O gün hatırladığım kadarıyla Arjantin, Şili ve İngiltere'de özelleştirmeye öncülük etmiş olan hükümet bürokratları Türkiye'ye gelerek, özelleştirmede karşı çıkacak unsurlar içerisinde sendikaları da gösteriyorlardı. O yüzden sendikaları özelleştirme karşısındaki antipropagandalardan vazgeçirmek için sıkça İstanbul Ticaret Odası, İstanbul TÜSİAD'ıyla, işverenler örgütüyle ortak toplantılar yapmayı sağladılar. Ve dikkat edilirse, 1992 -93'lere kadar, Türkiye'de sendikalar özelleştirmenin politik bir saldırı, ideolojik bir saldırı olduğunu çok fazla bilince çıkarmadılar. Hatta kimi sendikacılar, özelleştirme karşıtı olan insanların çağdışı olduğunu; gelişen, küreselleşen dünyada, tek merkezli hale gelen dünyada özelleştirmenin akıllıca, onların mantığıyla; yerli yerinde yapıldığında herhangi bir kayıplarının olmayacağını söylüyordu. Türkiye'de sendikalar daha çok devletçi düşünce yapılarından dolayı, Amerikancı duruşlarından dolayı ve özellikle kamudaki sendikacılığı uzlaşma, diyalog zemininde yürüttüklerinden dolayı, siyasi iktidarlara karşı bir mücadele yürütmeyi çok fazla zaten düşünmüyorlardı. '89 bahar eylemlerinin patlak vermesinde en önemli etkenler bu yapısal özelliklerin parçalanmasıyla başlar. O güne kadar özellikle Kamu İktisadi Teşebbüslerinde çalışan işçiler kendilerini devletin işyerinde çalışıyor olarak düşünüyordu. Devletin kendilerine hakkaniyetli, adaletli davranacağını ve haklarının onun tarafından korunacağını düşünüyorlardı. Ancak o dönemde durum değişmeye başladı. Bunda, belki de işçilerin bilinçlerinde bir farklılığın oluşmasında Başbakan Özal'ın söylediği bir söz oldukça etkili oldu diye düşünüyorum: "Devlet Baba değildir!" Özellikle Kamu İktisadi Teşebbüslerinin özelleştirilmesinde devleti baba rolüne sokmanın, devleti baba olarak görmenin doğru olmadığını işçilere anlattı. Ve "ben zenginleri severim" özdeyişiyle de kendi mantığı içinde kimden yana olduğunu, hükümet olarak da ortaya koydu. İşçiler düne kadar devlet işyerlerinde çalışırlarken kendilerini hep devletin güvencesinde, devletin adaletli davranışına teslim etmişti. Oysa durum değişiyordu. O noktada işçiler ve emekçiler, çalışan ve çalıştıran kavramlarının anlamlarının değiştiğini görmeye başladılar ve '89 bahar eylemleriyle bir bilinç sıçramasını yaşadılar, bir politik bilinç değişiminin zeminini yakaladılar.

Nuri Ağçiçek: 89'a gelmeden ne oldu, yani bu işçilere ne oldu, niye bu işçiler sokağa döküldü? Türkiye'de neler değişmişti, biraz ona bakmak gerekir. Biliyorsunuz, 12 Eylül'ün ekonomik faturası çalışanların sırtına yüklendi. 12 Eylül öncesinde işçilerin ekonomik ve demokratik kazanımları genişlemiş; sendikal hakları, temel hak ve özgürlükleri, örgütlenme özgürlükleri belli gelişme kaydetmişti. 12 Eylül, bu hakları gasp etti, gelişmenin önünü kesti ve işin ekonomik faturasını işçi sınıfının, çalışanların üzerine kesti. 89'a gelene kadar işçilerin ekonomik ve sosyal hakları tamamıyla budanmıştı. Müthiş bir yoksullaşma süreci yaşanıyordu. Bir yerde çalışan bir işçi arkadaşımız akşam işten çıktıktan sonra başka bir işin peşine düşüyordu. Bununla birlikte sendikalarda müthiş bir antidemokratik süreç vardı. İşyerlerindeki delege seçimlerine müdahale ediliyordu. İşçilerin iradesine müdahale ediliyordu. İşçilerin verdiği oy hiçe sayılarak o günkü sendikacılar istedikleri insanları sandıktan istedikleri gibi çıkarıyorlardı. İşte bu derin yoksullaşma ve sendikaların antidemokratik tutumu birleşince tabanda müthiş bir tepki oluştu.

*Sefalet ücretine son vermek, ellerinden alınan sosyal haklarını geri kazanmak için işçiler fabrikalardan, ünitelerden harekete geçti. Ancak tabandaki bu örgütlenme nasıl yaratılabildi?

Ercan Atmaca: Otomobil-İş şubelerinde sık sık toplantılar yapıldı. İşte sınıfın içinde kendini sorumlu hissedenler buralarda bir araya geldi. İşte Netaş direnişinin, bu ülkede grev yapılmaz anlayışını yıkabilmesi, birçok işçi toplantısı yapılması, öncüler vasıtasıyla kurultaylar toplanması; bütün bunların sonucunda 89 bahar eylemlerinin alt yapısı oluştu. Bu alt yapının oluşmasını da kavramak gerekiyordu. Özel sektörde bu olanak yoktu, bir tek elimizde neresi vardı? Kamu işyerleri vardı. Kamu işyerleri durmuş oturmuş işyerleri olduğu için, buralarda temsilcilerle, işyeri temsilcileriyle irtibat kuruldu. Birçok işyeri temsilcisiyle toplantılar yapıldı; Otomobil- İş'in Mecidiyeköy, Topkapı şubelerinde. Ve şu karara varıldı: Sendika yönetimleri bu hareketi kotarmayacak. Çünkü birçok görüşme gösterdi ki, şube bazındaki yönetimlerde bile böylesi bir eylemin koordine edilemeyeceği görüşü hâkimdi. Bizler de kendi iş yerlerimizden hareketi başlatmayı düşündük.

Nuri Ağçiçek: Bizim belli bir kesimimiz 12 Eylül öncesi DİSK'teydi. Tabii DİSK kapatılınca Harb-İş'in içerisinde bu mücadeleyi yürüttük. DİSK'teki deneyimlerimiz vardı; işyeri örgütlenmesi, ünite örgütlenmeleri, komiteler... Önce biz arkadaşlarla biraraya geldik. Harb-İş içerisindeki mücadelemiz 1986'da başlıyor. Bu sektörde neler yapabiliriz diye tartıştık. Ve bu çerçevede bir takım sendikal ilkeler tespit ettik. Bunlar neydi? Temel hedefimiz sendika içi demokrasiyi hayata geçirebilmekti. İkincisi, işçilerin kaybedilmiş ekonomik, demokratik ve sosyal haklarının yeniden kazanmasını hedeflemekti. Bu çerçevede işyerlerinde bir örgütlenme sürecini başlattık. Temel dayanak noktamız işyeri komiteleriydi. Bu bizim daha '89 Bahar Eylemleri olmadan, 1986'larda başlattığımız bir işyeri örgütlenme modeliydi. Bu temelde örgütlendik. Mesela 86'daki delege seçimlerinde çok başarısız olduk, sandıklara sahip çıkamadık. Mevcut yönetim kendi istediği insanları yine delege seçti. Tabii '89 toplu iş sözleşmesine yönelik biz çok ciddi hazırlanmıştık. İşyeri komitelerimiz tam anlamıyla işlev kazanmıştı, bunu bölge komitelerine dönüştürdük. İstanbul'da 15-20 civarında işyeri vardı. Bu işyerlerinin kendi içinde bir işyeri komiteleri oluşuyordu. Ayrıca işyerinin de kendi içinde ünite temsilciliği dediğimiz ünite sorumluları tespit etmiştik. İşyeri komitelerinin de bir araya geldiği bölge komiteleri vardı. Önce işyeri komiteleri oturup karar alıyor, o işyeri komitelerinin oluşturduğu bölge komitesi İstanbul genelinde alınacak eylem kararlarını sonuçlandırıyordu. Bugünkü sendikal hiyerarşiye pek benzemiyor bu. Ama üst komite, onun altında işyerlerinde işyeri komiteleri, onun altında da o işyeri içindeki ünitelerde oluşan, tam bir taban örgütlenmesi... Mesela o zaman bizim resmi olarak hiçbir sendikal görevimiz yok. Biz o arkadaşlarımızdan her ay aidat alıyoruz. Tam bir taban hareketi, işçi arkadaşlar aidat veriyor, bütün bu organizasyon ve faaliyetler işçi arkadaşlardan alınan paralarla düzenleniyordu.

*İlk eylemler nerede patlak verdi?

Nuri Ağçiçek: Taşkızak Tersanesi’nde ilk kıvılcım çaktı. Daha doğrusu Gölcük ve Taşkızak Tersanesi’nde kıvılcımlar çaktı. İlk kıvılcım giderek hem diğer işyerlerine hem de İstanbul geneline yayıldı. Böylece diğer sektörlerde mücadele eden, bu tarzda mücadele eden arkadaşlarla diyaloglarımız oldu. Zaman zaman bir araya gelip bu eylemleri nasıl bütünleştirebiliriz, bu mücadeleyi, mevcut sendikal yönetimi nasıl aşabiliriz, bunları kendi içimizde tartışıyorduk. Tabii 89 bahar eylemleri şunu da gösterdi. Yaptığımız eylemler belki çok yasal olmasa da işçinin yüzde 90'ı bu eylemlere sıcak baktığı için veya eylemle bütünleştiği için müthiş bir meşruluk kazandı kamuoyu önünde. Mesela 1989'da Türk-İş ile hükümet arasında toplusözleşme görüşmeleri devam ediyordu. Eylemler belli bir noktaya gelmişti. O noktada hükümetle Türk-İş arasında toplusözleşme görüşmeleri devam ediyordu. Şevket Yılmaz ile Özal yüzde 70 zamda anlaştılar. Tabii büyük bir tepki işçilerde oluştu ve kabul etmediler bu zammı. Müthiş bir sokak gösterileri dönemi başladı. En büyük ve şiddetli eylemler o zaman Türkiye genelinde bütünleşti. Sonuçta hükümetle Türk-İş yüzde 142 ile anlaşmak zorunda kaldılar. Bu da şunu gösteriyor: Gerçekten doğru mücadele, sokak hareketleri, işçi sınıfının haklı talepleri halkla, toplumla bütünleşince hem sendika yönetimleri hem siyasi iktidarlara geri adım attırıldığının kanıtı oldu. Burada gerçekten müthiş bir şey oldu, işçiler müthiş bir haz aldı ve mücadeleyle bazı hakların alınabileceğini tüm topluma gösterildi.

Ercan Atmaca: Ben o dönemde Tütünçiftlik Otoyol Yapım İşletme Başmühendisliği'nde işyeri temsilcilik görevi yapıyordum. 370 kişilik bir işyerimizdi, otoyol yapımıyla ilgili. İzzet Çetin, Gölcük Şube Başkanıydı, onunla irtibatımız vardı. Yani Kocaeli'nde bir zemin oluşturulmuştu. İstanbul'a gidip geliyorduk. Burada bulunan, Taşkızak'taki Nuri arkadaşla ve Gölcük ile irtibatımızı kurduk. Ne olursa olsun toplusözleşme süreci 28 Şubat- Mart tarihi itibarıyla bittiği için bundan yararlanma fikri ağırlık kazandı. Biraz da zemin uygundu. Yani o zaman kasap, bakkal, manav işi vardı. İşçilerin irtibat kurduğu, şimdi bu pek yok da... Bu kasap, bakkal, manavın önünden geçilemez hale gelinmişti. Yani kamu işçileri çevrelerine borçlu durumdaydı.

Mart'ın 17'sinde hazırladığımız bu zemin üzerinden, işyerlerinden ayağa kalktık. Benim işyerim ilk sokağa çıkanlardan biriydi. Tütünçiftliği'nin içine indik, arkasından İzmit'e indik. Gölcük, kendi bulunduğu alanda, Taşkızak İstanbul'da sokağa çıktı. Sloganımız hemen hemen tekti. İşçi sınıfı içinde çok çeşitli düşünceye sahip öncüler bir araya geldiler, ama tek bir noktada ortaklaştılar. Amacımız durağan olan işçi sınıfını hareketli hale getirmekti. Yani burada benim taktiğim şudur, senin taktiğin şudur, şeklinde bir ayrılık yoktu. Ortak taktikler çerçevesinde gelişti hareket. O zaman da sınıf bir tek slogan bir tek hareket tarzı ile davrandı. Bu arada da sadece Kocaeli, İstanbul değil, Ankara ve İzmir'de de, daha önce tanıştığımız arkadaşlarla kurduğumuz irtibatlar sayesinde ayağa kalkış oldu. Öyle bir durum geldi ki, sendikal bürokrasi eyleme katılmak zorunda kaldı. Tabandaki baskı nedeniyle eylemin ortaklaştırılması gündeme geldi.

Munzur Pekgüleç: Enteresandır o dönem özellikle liman işçileri, dok gemi işçileri hatta Türk- Metal'e bağlı işçilerin attıkları sloganlarla bu bilinç değişikliğini ortaya koyuyorlardı. O güne kadar özel sektördeki hak alma mücadelesinin direnişlerle, grevlerle, protestolarla ve etkin sokak eylemleriyle olduğuna kamuda çalışan işçiler yabancılardı. Özellikle sokakta bu eylemleri yapanlarla ilgili siyasi iktidar ve yandaş medya yayınlarına kamuda çalışanlar da kanıyordu. "Bunlar bölücüler, bunlar anarşistler, bunlar devlet karşıtlarıdır" diyen kervana katılıyorlardı. Ne zaman ki '89 bahar eylemlerinde en temel hakları; ücret artışı, sosyal hak, yıllık izin ve benzeri hakları talep ettiklerinde, işverenlerin tarafında yer alan yüksek ücretli bürokratların enflasyonun altında zam önerdiklerini gördüklerinde bu sefer farklı sloganlar atmaya başladılar. Çok enteresandır, Dok Gemi-İş üyeleri, Haliç Tersanesi'nde yürümeye başlarken ilk sloganları şuydu: "İşçi polis el ele özgür günlere", "İşçi polis kardeştir, IMF kalleştir". Ama işçiler viziteye çıkma bahanesiyle sokakları doldurmaya başladıklarında polisin müdahalesiyle karşı karşıya geldiler. Bu kez işçiler, "İşçiler kardeştir, polis kalleştir" gibi bir slogan atmayı da becerebildiler. Bu, işçilerin politik olarak bilinç farklılığını yaratan en önemli faktördü. '89 bahar eylemleri, Türkiye'de Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nde çalışan işçiler ve emekçilerde farklı bir politik gelişme, daha farklı bir gözle dünyayı algılama gibi bir işlev gördüğü kanaatindeyim.

*Ne tür eylem biçimleriyle direnişler gerçekleştirildi?

Ercan Atmaca: Çok çeşitli işyerlerinde farklı farklı eylem türleri üretildi. O dönem işçiler bıyık kesme, viziteye çıkma, yemek yememe yanında yalın ayak yürüme, sakal kesmeme gibi protesto biçimleri de gerçekleştirdiler. Sınıfın kendisine özgü disiplini içinde bu gibi eylemler yapılarak kamuoyunun dikkati çekildi. Kamuoyu inanılmaz derecede o gün ayağa kalkışın yanında oldu. Düşünün ki Kars'tan Edirne'ye kadar bütün işyerleri, örneğin bizim karayollarının her ilçede, her ilde mutlaka bir kuruluşu vardır; hep beraber eyleme çıktı. Üç aylık süre içinde başlangıçtan sonra çeşitli zamanlarda hem bulundukları yerde kendi bağımsız eylemlerini ürettiler, hem de merkezi bir eylem türünün oluşturulması için baskıda bulundular. Merkezi eylem biçimi olarak, vizite eylemlerine dönüştürüldü. Yani kabuk kırılmış, yaşama geçirilmesi sağlanmış oldu. Diğer nokta; Bahar eylemlerinin ana talebi ekonomikti. Neydi talep? Tabana vurmuş olan ücretlerin yukarı çekilmesi. İnanmazsınız sendikalar yüzde 90 zam talebiyle toplusözleşmelere girmişlerdi, biz o toplusözleşmede yüzde 165 aldık. Neden? İnisiyatif aşağıda olduğu için. Ve talepler sadece ekonomik talep olarak kalmamış, ekonomik olanından demokratik taleplere geçiş süreci yaşanmıştır. İşçilerin, emekçilerin önünün biraz daha açılabilmesi; toplantı ve gösteri yasaklarının delinmesi. Fiili olarak yasalar delinmiş oldu. Yani eylem süreci yasadışıydı, yapılan eylemler de o günün koşullarına göre yasadışıydı. Çeşitli yöntemlerle fiili olarak delinmişti pek çok yasal düzenleme.

Bu tabii ayrıca şunu gösteriyordu; bir şey sizin hakkınızsa, onu alabilmek için çeşitli eylem türleri üretebilirsiniz ve onu da yasalarda olmasa bile kabul ettirebilirsiniz. Çünkü istedikleriniz zaten sizin temelde meşru hakkınızdır. Yadsınamaz o zaman. İşte böyle bir şey yaşandı o zaman. Eylem türleri geliştiğinden talepler değiştirildi. '89 bahar eylemlerinin toplusözleşmesini bir milyon 150 bin işçi kendisi imzaladı, sokakta imzaladı. Yani masa başında yapılmadı o toplusözleşme. Tabi 91-93 sözleşmeleri de öyle. Yine de toplusözleşme sürecinde biz sendika temsilcilerinin biraz daha önlerinin açılması ve haftalık toplantı saatlerinin biraz fazlalaştırılması dışında sendikal örgütlenmede fazla bir gelişim sağlayamadık. Eylemler bize şunu da gösterdi: İşçiler istediği zaman başarabilirler. Bir şeyden korkmalarına gerek yoktur. Güçleri bir araya gelmelerindedir. Eğer bir milyonu aşkın işçi yerine 100 kişilik bir işçi grubu sadece kendi başına öyle bir eylem yapsaydı, herhalde farklı bir şeyle karşılaşırdı.

*'89 Bahar eylemlerinin bir özelliği de kendi örgütlerini yaratması oldu değil mi?

Ercan Atmaca: Evet o süreçte, demokratik hakların geliştirilebilmesinin önünü açabilecek yeni örgütlülükler çıktı. İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu'nun oluşumu bahar eylemlerinin hazırlıklarıyla ilgilidir.

O gün yeni bir örgütlü güç oluşturulması gerekti. Çünkü mevcut sendikal yönetimlerin sınıfı eyleme sevk edemeyeceği, yönetemeyeceği, sınıfın önünü açmayacağı bilindiği için böyle bir yapı oluşturuldu. Diğer illerde de böylesi yapılanmaların oluşturulmasının önü açıldı. Altı ilde platform kuruldu, bu platformlar birbiriyle bağlar kurdular. Sonrasında sendikalaşma hakkı için kamu çalışanlarının hareketliliği ortaya çıktı. Yani işçi sınıfının Bahar Eylemleri gibi fiili ve meşru mücadele hattı kamu çalışanlarının örgütlenmesinin de önünü açtı. Hareket ortaklaştırıldı. Yani İstanbul'daki bir işçi sendikaları şubeler platformuyla birlikte kamu çalışanları şubeler platformu oluşturulması sürecini yaşadık. Bütün bunların temelinde Bahar Eylemlerinin hazırlığı ve bizzat Bahar Eylemleri'nin ortaya çıkardığı dinamizm yatıyor. Neticede işçilerin, emekçilerin kendilerinin, aşağıdan yarattıkları bağımsız bir davranış biçiminden dolayı bu başarılabildi.

Munzur Pekgüleç: Az önce onu söylemeye çalıştım. 12 Eylül öncesinde çok farklı işkollarında ve çok farklı iş sektörlerinde sosyal bilinçli işçiler, sosyalist bilinçli işçiler ve gerçekten mücadeleden, grevlerden, direnişlerden, fabrika işgallerinden gelmiş, 12 Eylül öncesi süreçte politize olmuş işçilerin sekiz yıllık beklentisinden sonra, gerçekten yer, zaman, mekan belki de dönemi iyi hesap ederek kendiliğinden bir bilinç sıçramasıyla sendikaya rağmen, siyasal örgütlülüklerin çok dağınık olmasına rağmen böyle bir hareketlenmeyi ortaya koyabildiler. O süreçte herhangi bir siyasal yapılanmanın ciddi anlamda müdahalesi fazla yok. Ama işçilerin politik olmadığı biçimde bir iddia da doğru değildir. Çok farklı siyasal eğilimlerden kopmuş, ayrılmış, parçalanmış, ciddi baskılanmış ve sınıf içinde tek tek var olan işçiler, baskılanmalar karşısında kendiliğinden bir örgütlülük, kendiliğinden bir bilinç sıçraması ve iç örgütlülüklerini yarattılar. Bunu işyeri komiteleri ve bölgesel koordinasyonlar vasıtasıyla yaptılar. Platformlar oluşturdular, mesela temsilciler platformu oluştu. İşyeri komiteleri platformları oluşturdular. Bu ortaklıklar 89 bahar eylemlerinin yaratılmasında önemli rol oynadı diye düşünüyorum. Dikkat ederseniz Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nden12 Eylül'den önce hiçbir hareketlilik yokken, 12 Eylül sonrasında işçiler bu işletmelerden sokağa çıktı. Ama özel sektörde verilen kavgada elde edilen hakları bilen kamudaki işçilerin, hak almanın artık bu yolla olabileceği, hükümetin uyguladığı politikadan çıkardığı sonuçtu. Çok tipiktir; Beykoz Sümerbank işçileri, Kazlıçeşme'de Deri-İş'in özel sektördeki mücadelesinin tümüne hep hayırhah, hep mesafeli bir tavır içerisindeydi. 89-90'lara doğru işyerinin kapanacağını, kendilerinin işsiz kalacağını ve bunun da IMF'nin politikasından kaynaklı olduğunu gördüklerinde, "Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, kahrolsun IMF" sloganı attılar. O güne kadar bu sloganları atanların yalnızca solcular olduğunu, komünistler olduğunu söyleyen Sümerbank işçileri, solcuların ve komünistlerin attığı söz konusu sloganlarla sokağa çıktılar. Yani Türkiye'de belki işçiler pratik olarak, çıplak olarak sistemle ve sömürüyle, çıplak olarak işten atılmayla veya sosyal hakların kaybıyla yüz yüze gelmedikleri müddetçe onlara açık tutum almayı çok fazla bilince çıkarmıyorlardı. Sümerbank ve kamudaki diğer işçiler 89-91 arasında sistemle çok net biçimde yüz yüze geldiler. Çünkü işten atıldılar, yeniden iş bulamadılar, işyerleri kapandı. Dahası bu kötülüklerin tümünün oy verdikleri destekledikleri siyasi partiler kanalıyla olduğuna şahit oldular. O yüzden bir bilinç farklılığı gündeme geldi o dönem.

*'89 Bahar Eylemleri, sonrasına ne bıraktı?

Ercan Atmaca: İşçi sınıfının iki önemli özelliği var; bir hafızası, diğeri dayanışması. Hafızası da dayanışması da onun birlikte mücadelesine bağlı. Yani mücadele etmezseniz ne hafızanız oluşur, ne de dayanışmanız oluşur. Bir talep için mücadele etmedikten sonra ne için dayanışacaksınız? Mücadeleye çıkılır, bu mücadelede dayanışma gereği ortaya çıkar. Dayanışma sonucunda mücadelenin de daha ileri bir sonucu ortaya çıkar ve bu işçi sınıfının genel biçimiyle hafızasına yerleşir. 1 Mayıs böyle bir şeydir, 15-16 Haziran böyle bir şeydir, Bahar Eylemleri de böyle bir şeydir. Durup dururken bir araya gelinmiyor. Bahar eylemlerinin de kazanımı şu; bu taraftaki mücadelenin hafızasına 15­ Haziran'dan sonra bir basamak olarak işlenmiştir. Bize başka bir kazanım daha sağlamıştır. İşçilerin içindeki bütün hareketler, bütün davranışlar birbirini etkiler. Arkadan Zonguldak yürüyüşü çıktı, Zonguldak direnişi. Onun arkasından başka direnişler kotarıldı. Demir çelik direnişleri oldu. Dayanışma dediğimiz şeyde, mücadele var. İstanbul'da şube yöneticileri, işyeri temsilcileri olarak bir otobüs tuttuk, gittik İskenderun Demir Çelik'e, mitinge katıldık. Yani mücadelenin içinde oluyor bu, durup dururken dayanışmaz ki işçiler. İşçilerin içinde çok çeşitli arayışlar ortaya çıktı. Bu işler yapılabiliyormuş diye düşündü işçiler ve kendine güven ortaya çıktı. İşçiler kendilerine güvenmeseler ortaya bir şey çıkartamazlar. İşçilerin içindeki bir bölümün yaptığı hareket, öbür bölümü de etkiliyor, en büyük kazanımı bu. Kalıcılığı da, yani bize bıraktığı da şu: Sınıfın içinde bir örgütlenme biçimi geliştirilmeli, platformlar bunun kanıtı. Sonradan dejenere olmaları falan, ayrı bir tartışma konusu. Ama işçiler kendi örgütlülüklerini kendileri yaratmalılar. Kimse onların adına bir örgütlülük oluşturamaz.

Bahar Eylemleri'nin en büyük kazanımı budur. Sınıfın içinde bir örgütlülük bilincinin yerleştirilmesi. Şimdi bundan sonra olabilecek Bahar Eylemleri tipi eylemlerde platformları aşan bir örgütlenme biçimi yaratılacak. Burada kazanım daha ileri bir örgütlülüğün oluşturulması olacak.

Munzur Pekgüleç: Kısmi anlamda birçok sendikanın yönetiminin değişmesinde rol oynadı. Ama bunu yaparken de gerçekten çok bilinçlice kendilerine çok yakın olan unsurları seçme yerine, birazcık ehveni şer diyebileceğimiz, kötünün iyisini seçme şeklinde bir değişikliğe neden oldular.

Nuri Ağçiçek: 92'de bu hareket yönetime taşındı. 89'da başaramadık, yine sandık müdahaleleri müdahaleler oldu. '92 seçimlerinde mevcut yönetim İstanbul şube genel kurulunda aday bile çıkaramadı, çok güçlendik. O taban örgütlenmesi, o işyeri komite örgütlenmeleri, o sokak hareketleri, o mücadeleler, sendika içi demokrasiye, sendika içi yapılanmaya tam anlamıyla yansımıştı. 20 yıllık Harb-İş yönetimi ilk kez kökten değişmişti. Yani tümüyle anlatmaya çalıştığımız işyeri örgütlenmeleri ve sendika içi demokrasi taleplerimiz; demokratik delege seçimi, demokratik temsilci seçimi ve işçilerin sendikal yönetimlerde söz ve karar sahibi olma ilkesi Harb-İş'te hayata geçirilmişti 92'de.

*Peki bu değişim neden korunamadı?

Nuri Ağçiçek: Türk-İş içerisinde bizim dışımızda çok fazla sendikada bu değişim yaşanmadı. Çok elle tutulur, çok köklü ve 89 bahar eylemlerinin yansıdığı yeni bir takım sendikal yapılar yaşanmadı. Biz ilkelerimizde taviz vermeden hem Türk-İş ile olan mücadelemizde, hem kendi sektörümüzde olan mücadelemizde büyük başarılar sağladık. Toplusözleşmelerde ekonomik, demokratik değişimler yaşattık. İşçilere yönelik eğitimler gerçekleştirdik. Evet aşağıda iyi örgütlenmiştik, bir takım ilkelerimizi, hedeflerimizi hayata geçirecektik. Ama Türkiye'de maalesef kurumlar, gelenekçi yapı işimizi zorlaştırıyordu. Bütün istediklerimizi hayata geçirme girişimlerinde zaman zaman direnç noktalarıyla karşılaşıyorduk. Hem Türk- İş içinde, hem işveren, hem Türkiye'deki siyasal çevrelerde... Bizim hem Türk-İş'te, hem özelleştirmeye karşı, hem de sektörümüzdeki mücadelemiz bir takım çevreleri rahatsız etti. Biz '95 genel kurulundan başarıyla çıktık ama '95-99 sürecinde yönetimde olmamıza rağmen bir takım müdahaleler oldu. İstanbul 1 No'lu Dikimevi’nde, işyeri temsilcilerimiz dahil bütün sendikal kadrolarımız işten atıldı. Bu tam delege seçim arifesine denk geldi. Sendikanın direncini kırmayı amaçlıyordu bu. Biz işyeri önünde açlık grevi ve direnişler yaptık. Tabii işveren bir taraftan da işçilerin gözünü korkutuyordu. Hatırlarsınız o dönem, sağda dincilerin ve MHP'nin siyasal anlamda bir yükselişi vardı. Bunu işyerlerine işverenlerin desteğiyle işyerlerine yansıttılar. Ve '99 delege seçiminde biz üç büyük şubeyi kaybettik. Türkiye genelinde belki çok daha güçlenmiştik ama, kongreler matematiksel bir takım sayılarla yapılıyor. Ankara, İstanbul ve Gölcük gibi büyük şubeleri kaybedince '99'daki genel merkez genel kurulunu da kaybettik.

Bir sendika yönetimi istese ömür boyu yönetiminde kalma şansına sahiptir. Eğer biz isteseydik, evet antidemokratik yollara başvurmak isteseydik, bizi kimsenin değiştirme şansı yoktur. Ama biz soruna ilkesel olarak baktık, sendika içi demokrasi bizim olmazsa olmaz temel koşulumuzdu. İnsanlar yönetimlere gelir ve giderler ama kurumlar esastır, ilkeler esastır. Biz bütün bu müdahalelere rağmen, siyasal müdahaleler, işveren müdahalelerine rağmen biz demokrasiden ödün vermedik. Yine işyerlerinde sandıklar kuruldu. Yine işçiler özgür iradeleriyle, ama özgür irade şuradan zaafa uğradı, işverenler işçilerin iradesine baskı kurdu. O gün Gölcük'te yapılan delege seçimlerinde işverenlerin organize ettiği bir takım unsurlar, sandıklara müdahale ettiler.

Dolayısıyla 99'da biz sendika yönetimini kaybettik ama bir ilke de anlayış olarak imza attık. Türkiye'de bilirsiniz, geleneksel olarak profesyonel seçilen sendikacılar bir daha işe dönmezler. Bu kötü bir gelenektir. Biz seçimi kaybetmemize rağmen bu geleneği Türkiye'de yıktık. Arkadaşlarımızın biri dönemedi, işe almadılar, birinin de işyeri kapanmıştı, diğer bütün merkez yönetimindeki arkadaşlarımız işe döndü.

*89'dan bu güne baktığınızda, bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Munzur Pekgüleç: '89 bahar eylemlerini andıran, daha doğrusu '89 bahar eylemlerinin yeniden yaratılacağı iddiasında bulunanların çok doğru bir zeminde bu tespiti yaptıklarına katılamıyorum. Bunun iki nedeni var: Biri, sendikalar ve işçiler içerisinde çalışma yürüten sınıf bilinçli öncü işçilerin işyerlerinde ciddi bir örgütlü güç halinde olmamalarıdır. Ve işçilerin sendikalara karşı güvenlerinin dibe vurduğu süreçteyiz. Sendikalar işçiler tarafından güvenilir örgütler olmaktan ciddi anlamda uzaklaşmıştır. Buna rağmen 89 Bahar Eylemlerini yaratan maddi zeminle, bugünkü maddi zemin arasında bir yakınlık var. İşçiler ciddi anlamda bir ücret kaybıyla yüz yüzeler. Sosyal hak kayıplarıyla yüz yüzeler. İşsizlik gibi, işten çıkarma gibi çok ciddi bir sorunla yüz yüzeler. Buna rağmen bir karşı atak, bir karşı gelişkinliği örgütsüzlük ve dağınıklıktan, önderlik eden güçlerin güvensizliğinden kaynaklı olarak 89 Bahar Eylemleri zemininde bir karşı atağı bugünden yarına pek fazla beklemiyorum.

*'89 Bahar Eylemleri sürecinde mevcut sendikal yapıdan, yapının isteminden farklı olarak işçiler tabanda bir hareket geliştirdiler ve eylemler gelişti. Bugün baktığımızda, mesela SEKA deneyiminden baktığımızda orda da sendikayı, sendikaları aşan, sendika bürokrasisini aşan bir eylemlilik yaşandı. TEKEL'e benzer bir süreç yaşandı. Bu bir taban örgütlenmesinin, tabandan gelecek bir örgütlenmenin, bir memnuniyetsizliğin örgütlenebileceğini göstermez mi?

Munzur Pekgüleç: Özellikle SEKA eyleminin iki temel özelliği var diye düşünüyorum. Biri, politik olarak özelleştirmeye karşı verilen bir eylem olduğu bilincinin çok net olmaması. Türkiye 13-15 milyon işsizin olduğu bir ülke. Bu işçilerde kendilerini de işsizliğin ve açlığın beklemesinden kaynaklı kendiliğinden bir bilinçle ekmeklerini ve işyerlerini sahiplenmede sendikalara rağmen bir ilerilik söz konusu. Bu TEKEL için de geçerli, Sümerbank işçileri için de geçerli, TÜPRAŞ için de geçerli. Ancak bunlar lokal eylemlilikler olarak devam ettiği için, devletin topyekün saldırısı sonucu bunlarda da ciddi bir başarı söz konusu değil. Ayrıca yasal olarak Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay'a yapılan başvurular kısmen işçilerin lehine sonlansa bile, hükümetin ikinci atağıyla yargı kararlarını da işçilerin aleyhine döndürmesi, bu tür lokal eylemlerin başarı şansını daha da azaltıyor. Şimdi SEKA eylemine dıştan baktığımızda, bütün işkollarında kısmi anlamda SEKA eylemlerine karşı bir sempati söz konusu, SEKA eylemini gerekçe göstererek reaksiyon söz konusu. Ancak bunların özelleştirme saldırısıyla yüz yüze kalan petrol işçileri, TEKEL işçileri, haberleşme işçileri, yol işçileriyle sınırlı kaldığını görüyoruz. Sendikaların bunları koordine etmesi, ortaklaştırması, hükümetin politikasına karşı tutum alması noktasında dikkat ederseniz hiçbir ortaklık söz konusu değil. İşçiler sendikaları aşarak, özgül iradeleriyle farklı işkollarından işçilerle yan yana gelerek bir koordinasyonu becerememişlerdir. Orada da sınıf bilinçli işçilerin bu işkollarında sendikal bilincin ötesinde bilince yeterince sahip olmadıklarını gösteriyor. Böyle bir çaba içerisinde tek tek insanlar var.

Burada bir başka faktör de şu diye düşünüyorum. '89 bahar eylemleri 12 Eylül öncesi sürecinde kalan sınıf bilinçli işçilerin büyük bir bölümünün henüz daha depolitizasyona uğramadıkları ve 12 Eylül öncesindeki mücadeleyle hak alma geleneklerini bilinçlerinde taşıyan insanların yoğun olduğu bir süreçti. Ama bugün yeni işe başlayan bir işçi henüz 25 yaşında. Yani yeni bir nesil, yeni bir işçi kuşağı, yeni bir emekçi kuşağı Türkiye'de söz konusu. Bunlar geçmiş deneyleri, geçmiş süreçte yaşananları yeterince bugüne taşıyabilecek noktada değiller. O anlamda belki SEKA ya da Petrol-İş'teki karşı direnç son örneklerdir diye düşünüyorum. Ama bunlar da doğru zeminde örgütlenemez ise, bu süreç özelleştirme karşıtı süreç tamamlanacaktır diye düşünüyorum. Burada belki yeni bir sendikal anlayış, yeni bir sendikal örgütlenme, yeni işçi kuşağının yani tekniği, bilgiyi, bilgisayarı iyi kullanan işçinin, yeni bir anlayışla sendikalarını var etmenin belki de arifesindeyiz. Ama bugünden yarına böyle ciddi bir kabarışı, bugünden yarına başka bir sendikal sürecin gelişebileceğini çok fazla beklemiyorum.

Ercan Atmaca: Şartlar şimdi daha kötü, '89 baharından, '88-'87 yıllarından daha kötü şu an. Ama bir deneyim var. İşçilerin bir deneyimi var. Kazan kaynıyor. İşçilerin, emekçilerin içinde biz bu işlerden sorumluyuz diyenlere şu düşüyor: İşçilerin emekçilerin önünü açmak, birlikte davranmalarının önünü açmak. Ne söylersek söyleyelim SEKA direnişinin geldiği yer ortada. Afaki söylemlerle olmuyor. Eğer sendikal bürokrasisinin emrine sokarsanız eylemi başka bir sonuç çıkmaz. Ben 60 yaşındayım, 40 yıldır işçi sınıfının içindeyim, bugüne kadar sendikal bürokrasinin yönetiminde bir eylemin başarıya ulaştığını görmedim. Ancak ondan bağımsız olan eylemler başarıya ulaşabilir; onu da zorlayan, önüne katan eylemler başarılı olabilir. Yani bunun aşağıdan örgütlenmesi gerekir.

Dolayısıyla önümüzdeki süreçte işçileri bir araya getirecek, onların ortak kazanımlarını sağlayacak çalışmalar gerekiyor. Düşünün; Türkiye'de resmi ağızlara göre 20-22 milyon çalışan var. Ne kadarı örgütlü, sendikalı; en iyimser rakamla, milyon. Şimdi geri kalan milyon hedeflenmeden, önemli bir kesimi mücadele içine çekilmeden bir değişim yaratılamaz. Bu işler, bu milyonun işi değil, oradan çıktı. Yani mevcut sendikaların işi olmaktan çıktı. Zaten mevcut sendikalar bu yapılarıyla bu işi kesinlikle yapmazlar. Çünkü kasaları tıka basa dolu. Niye gidip o milyonların örgütlenmesinin önünü açmıyorsunuz, paraları niye oraya harcamıyorsunuz, neden? Çünkü öyle isteniyor onlardan. Onlardan sisteme uygun davranmaları isteniyor. Bu sendikal yapının içinden de çıkmak gerekiyor. Ve bir dahaki patlama özel sektörde olacak. Bu seferki sonuçlarının daha iyi olacağını, yani Bahar Eylemlerinin sonucundaki platformlardan daha iyi örgütler yaratacağını düşünüyorum. Zaten görevimiz de bu. Herkes üstüne düşeni yapsın.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi