Küreyi Kim Isıtıyor?

Diyalektik materyalizm bize dünyayı statik değil, dinamik bir varlık olarak kavramamız gerektiğini söyler. Engels’in ifade ettiği üzere:

“Doğayı, insanlık tarihini ya da kendi entelektüel faaliyetlerimizi derinlemesine düşündüğümüzde, gördüğümüz ilk manzara, sonu gelmez bir ilişkiler ve etkinlikler labirentidir, burada hiçbir şey, olduğu yerde ve olduğu şekliyle kalmaz, her şey hareket eder, değişir, var olur ve varlığı sona erer... Dünyanın bu ilkel, naif, ama yine de özünde doğru kavranışı antik Yunan felsefesinin kavrayışıydı ve ilk olarak Herakleitos tarafından açıkça formüle edilmişti: Her şey hem kendisidir hem de değildir, çünkü sürekli oluş ve yok oluş halindedir.”(1)

Isınma ve soğuma süreçleri de diyalektik bir ilişki içerisinde sürekli hareket halindedir. Bilindiği üzere diyalektik düşüncenin temel noktası, değişimi ve hareketi temel alması değil, hareketi ve değişimi, çelişki temeline dayanan olgular olarak ele almasıdır. Isınma ve soğuma çelişkisi de tarihsel olarak değişim ve hareketin ilişkisidir. Tarihsel ilişkisi bütünlüğünde incelenmelidir. Doğanın kendi işleyişinde ısınma- soğuma diyalektiğine bakmak için jeolojinin yardımına ihtiyaç vardır. Çünkü jeolojinin uğraşı, gezegenimizin içinde ve üzerinde gerçekleşen tüm olguları gözleme ve açıklama üzerinedir. Jeoloji bilimi radyoaktif bozunmaya dayalı yapılan ölçümlere dayanarak dünyanın 4.6 milyar yıl yaşında olduğunu söyler. Dünyanın bugünkü sıcaklık düzeyinde “istikrar” kazanması ise sadece 5 milyon yıl öncesine dayanıyor. Bu “istikrar”ın çok kolay kazanılmadığı, birçok dramatik dönemlerden geçtiği bilinmektedir.

Günümüzden 440-400 milyon yıl öncesini ifade eden Silüryen dönem boyunca buzul tabakaları eridi. Jurasik dönemde -250-145 milyon yıl önce- buzullar geri çekildi, dönemin sonuna doğru küresel sıcaklık yükseldi. Mezozoik -250-65 milyon yıl önce- dönem boyunca deniz seviyesi en az 270 metre yükselerek bugünkü ortalama seviyenin neredeyse iki katına çıktı. Senzozoik dönemin -65 milyon yıl önce başlayan dönem- 20 milyon yılında sıcaklık yükselmeye devam edip bir tropik kuşak oluşturdu.

Sonrasında, 40-30 milyon yıl önce ise, soğuma süreci başladı. Bunu takip eden 25 milyon yıl boyunca sıcaklık sürekli düştü. 10-7 milyon yıl önce Antarktika buzullarla kaplanmıştı; artık buzullar yalnızca Güney’de değil Kuzey’de de yayılıyor, Alaska’yı, Kuzey Amerika’yı ve Kuzey Avrupa’yı kaplıyordu. Gittikçe daha fazla su donduğundan deniz seviyesi alçalmaya başladı. Deniz seviyesindeki alçalmanın o sıralar 150 metreden daha fazla olduğu hesaplanmaktadır. Akdeniz tümüyle uçup gitmiş, ekvator çevresindeki iklim kuraklaşmış, bu da ormanların kütlesel bir biçimde azalmasıyla birlikte ş çölleşmelerle, devasa genişlikte bozkırların ve açık alanların ortaya çıkmasına sebep olmuştu. 5.3 milyon yıl önce ancak Akdeniz bugünkü biçimini aldı. 5 milyon yıl öncesine geldiğimizde de sıcaklık bugünkü “istikrar” düzeyini kazanıyordu.

Bu dönemin hemen başında, buzulların Güney Afrika’ya yayılması sonucu, düşen yağmur miktarının azalması ve genel bir iklimsel kurumanın akabinde Doğu Afrika’da kuraklık oluşmuş, ormanlar ciddi biçimde tükenmişti. Var olan ormanlık alanlardan Homonoidler’den (insansı primatlar) Homo Habilis’e (becerikli adam) giden insanın evrimi de böylelikle başlamıştı. 3-4 milyon yıl öncesine Homo Erectus ’a ve Homo Neanderthalenis’e ve ikiyüzellibin yıl öncesi nitel bir sıçrama ile Homo Sapiens’e geçişte doğadaki sıcaklık hareketinin rolü büyüktür. Alan Woods ve Ted Grant bu ilişkiyi şöyle ifade ediyorlar: “Son 2 milyon yıla, eşsiz bir iklim döngüsü damgasını vurmuştur. Şiddetli soğuk ve buzullarla geçen uzun dönemler, yükselen sıcaklıklara ve buzulların geriye çekilişiyle geçen kısa dönemlerle kesintiye uğramıştır. Buzul çağları ortalama 100.000 yıllık bir sürelik gösterirken, buzul dönemleri arası yaklaşık 10.000 yıl sürer. Bu son derece uç koşullar altında, memeliler çok daha ileri biçimler geliştirmek ya da yok olmakla karşı karşıya kaldılar. 2 milyon yıl önce Asya ve Avrupa’da yaşayan toplam 119 memeli türden bugün ancak dokuz tanesi hayattadır. Geri kalanların büyük çoğunluğu ya daha ileri türler olarak geliştiler ya da yok oldular. Bir kez daha görüyoruz ki, doğum ve ölüm evrimin çelişkili, tatlı-sert, diyalektik süreci içerisinde birbirine ayrılmazcasına bağlıdır.

Son buzul çağı yeni bir buzullar arası döneme kapı araladı, bu dönem bugüne kadar sürdü, ama eninde sonunda bitecek.”(2)

1930’lu yıllarda Sırp bilim insanı Milutin Milankoviç, Dünya’nın Güneş çevresindeki elips biçimli yörüngesinin, 95 bin yılda bir basıklaştığını gösterdi ve 41 bin yıllık periyodu olan doğrusal kayma ile 23 bin yıllık periyodu olan dairesel bir sapma daha olduğunu buldu. Bunların iklimle ilişkisi, bilim insanlarınca henüz tam olarak kurulmadıysa da, yüz bin yıllık buzul çağlarının bir ilintisi olabileceği de düşünülüyor. buzullar arası dönem yerini yeni bir buzul çağa bırakarak, diyalektik materyalizmin; karşıtların birliği ve savaşımı, niceliğin niteliğe dönüşmesi (ve tersi) ve yadsınmanın yadsınması kategorilerini bir kez daha haklı çıkaracaktır. Bugün için ise insanlığın gündeminde “küresel ısınma” durmaktadır. Ne de olsa buzul çağ henüz kapıya dayanmadı! Buraya kadar ısınma ve soğumayı doğanın kendi iç işleyişi içerisinde ele aldık. Çünkü insanın doğaya müdahalesiyle başlayan küresel ısınma tartışmalarında doğanın hep olmuş bitmiş, statik bir işleyişte, fasit bir döngüde olduğu gibi idealist bir temelden köklenen bir tartışma yürütülüyor. Bozulan “denge”lerden bahsedilirken, bu “denge”nin bir salınım ve değişim içerisinde olduğunun üzerinden atlanıyor. Oysa hem doğada, hem insan düşüncesinde ve tarihte sıçramalar kaçınılmazdır.

Jeolojide, istikrarın kısa süreli ani değişim dönemleriyle kesintiye uğradığı düşüncesiyle “afetçilik” ve de sürekli dalgalanmalar düşüncesiyle “tedricilik” egemen iki felsefi görüş olagelmiştir. İki görüş etrafında iki ayrı grup kümelenmiştir. Engels, tedricilik düşüncesini jeolojide ortaya atan Charles Lyell’in bu katkısını: “Lylell, Yaratıcının ruh halinden kaynaklı ani devrimlerin yerine, dünyanın yavaşça dönüşmesinin tedrici etkilerini koyarak jeolojiye sağduyuyu katan ilk kişidir” diye olumlarken; eksikliğini de: “Lylell’in görüşünün -en azından ilk biçiminin- eksikliği, dünya üzerinde etkide bulunan kuvvetleri hem nicel hem de nitel olarak sabit kabul etmesinde yatar. Dünyanın soğuması olgusu onun için yoktur; dünya belirli bir yönde gelişmez, sadece mantıksız ve rastlantısal bir tarzda değişir.” diyerek vurgu yapar.(3)

Diyalektik materyalizme göre, bu iki grup arasındaki dövüş, kör dövüşüdür. Değişim, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe dönüşüm her iki süreci de kapsar; uzun göreli sükûnet dönemleri arasında hızlı başlangıç ve tükeniş dönemleriyle, tedricilikteki kesikliklerle birlikte olur. Nicel değişimlerin yavaş birikim nitel sıçramalara yol açarak tedriciliği kesintiye uğratır, ta ki yeni bir denge durumuyla tedricilik başlayıncaya dek.

Peki, bugün yaşanmakta olan “küresel ısınma” doğadaki içsel bir sürecin sonucu oluşan bir kesiklik midir? Bunun doğal bir sürecin sonucu oluşmadığını bize ilk elden; “küresel ısınma” nedir, sorusunun cevabı veriyor.

Çünkü küresel ısınma tanımıyla; doğanın ısınma-soğuma diyalektiğine insanın yıkıcı tarzda müdahalesi sonucu; insan eliyle atmosfere salınan karbondioksit ve kloroflorokarbon gazlarının atmosferdeki oranlarının aşırı artışı dolayımında; haddinden fazla kızıl ötesi ışının soğrulup, atmosferden çıkmasına engel olunması sonucu yaratılan “sera etkisi” nedeniyle yer küremizdeki ısı derecesinin artışı ifade edilmektedir. Yani küresel ısınma, insanın yarattığı doğal olmayan bir ısı artışıdır. Su toplama ve dolaşım; alt yapı ve rantiyeci yerleşim politikaları sonucu şimdiden kuraklıklar ve şiddetli yağışlar felaketlere neden oluyor. Küresel ısınma ile birlikte buzullarda gözlemlenen erime ve geri çekiliş, şöyle tablolanabilmektedir:

Bu tablodan da görüleceği üzere gittikçe artan hızda bir erime ve geri çekiliş söz konusudur.

Eriyen buzun etkisi, deniz seviyesinin yükselmesinden ziyade yeryüzünün güneşten emdiği ısıyı artırmasıdır.

Beyaz, karlarla kaplı buz, aldığı güneş ışınlarının yüzde 80’ini, geri uzaya aksettirir. Deniz suyu ise üzerine vuran güneşin sadece yüzde 20’sini aksettirebilir. Gerisini emer, üstündeki havayı ısıtır. Bazı bilim insanlarına göre, bütün buzulların erimesinin meydana getireceği ekstra ısınma, karbondioksit kirliliğinin yol açtığı ısınmanın yüzde 70’i kadar olacak.

Küresel ısınmayı insanın yarattığını söylerken tabii ki birey-insandan söz etmiyoruz. İnsan toplumundan ve bu toplumda hüküm süren kapitalist üretim tarzından; kâr peşinde koşan kapitalistlerden ve üretim anarşisinden bahsediyoruz. Zira doğa karşısında birey-insanın ilk atalarımızdan pek farkı yoktur.

Tarihe baktığımızda görüyoruz ki; ilk atalarımızın doğayla sorunları kendilerinden doğru böylesi ölçeklerde olmuyordu. Çünkü onlar doğaya çok yakındırlar. Ne var ki, doğanın da kölesiydiler. Yıkım, doğadan insana doğru idi.

Engels: “Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanma olanağındadır... Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerinde kurulu egemenliğe dayanır.” demekteydi.(4)

Doğal zorunlulukların bilgisi üzerinde egemenlik kurma süreci aynı zamanda, hayvanlar dünyasından ayrılma ve insanlaşma sürecidir. İnsan ve doğa arasındaki bağ, özel mülkiyet dünyasıyla birlikte, kent yaşamından başlayarak kapitalizmle iyice koptu. İnsan ile doğa arasındaki yabancılaşma korkunç boyutlara ulaştı. Daha önce doğanın yıkımında olan insan doğaya yıkıcı bir karşılık vererek; ilişkiyi karşılıklı yıkıcılaştırdı. Doğanın Diyalektiği’nde: “Hayvan dış doğadan yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler meydana getirir; insan onda değişiklikler meydana getirerek, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur. İnsanın öteki hayvanlardan son ve temel farkı budur, bu farkı meydana getiren de yine emektir” diyen Engels, bir ünlemle egemenliğin sınırlarını da hatırlatır:

“Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin, beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkiler vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdilik çölleşmiş durumuna zemin hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alplerdeki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını Güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öteye gitmez”, der.(5)

“Başka bir topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi” doğa üzerinde egemenlik kurmaya çalışan sermaye, doğrudan doğruya kâr için üretim ve değişim yaptığından; toplum karşısında olduğu gibi, doğa karşısında da ilk planda amaçlanan yalnızca kâr elde etmektir. Kapitalistin dikkate aldığı tek başarı kıstası kârdır, gerisi tufandır; onu ilgilendirmez. peşinde koştuğu kârı ilk planda veren doğa, hiçbir zaman intikamını almamazlık etmedi. Ama bir farkla, intikamını hep tüm insanlıktan aldı.

yüzyılda, atmosferdeki karbondioksit 284 ppm (milyon başına partikül sayısı) idi. Dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden James Hansen, atmosferin tahammül edebileceği en fazla karbondioksit miktarının 350 ppm olduğunu söylüyor. Ama bugün kâr uğruna atmosfere püskürtülen karbondioksit oranı milyonda 387’ye dayanmış durumda. Kaldı ki, Dünya Bankası eski baş ekonomistlerinden Nichols Stern, önümüzdeki elli yıl dünya gayri safi milli hasılasının yüzde 2’sininharcanması ile atmosferdeki karbondioksitin ancak milyonda 500 düzeyinde tutulabileceğini söylüyor. Yine Hansen, bir iklim felaketinin yaşanmaması için 2030’a kadar dünyanın tamamının kömür kullanmaktan vazgeçmesi gerektiğini belirtiyor. Bırakalım bir çözümü; pansuman dahi olamayacak olan Kyoto Protokolü’ne ancak 2005’te imza atan ABD’nin elektriğinin yarısını, Çin’in ise çok daha fazla bir oranını kömürden elde ettiğini düşündüğümüzde, zaten emperyalistler arası anlaşmalarla sorunun çözülemeyeceği açıkça belli oluyor.

Belirtelim ki, Kyoto Protokolü: 1997 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde toplanan ve 160 ülkeden gelen 10 bin civarında bilim insanının, uzman ve hükümet yetkililerinin katıldığı uluslararası bir konferansta imzalanan protokoldür.

Bu anlaşma hükümlerine göre: Gelişmiş ülkeler, başta ve metan olmak üzere sera gazı üretimlerini, 2012 yılına kadar, 1990 yılı düzeylerinin en az %5’i oranında azaltacaklardır. Tek başına dünya sera gazı üretiminin dörtte birini atmosfere yayan ABD için, bu oran %8, Japonya için %6 olarak belirlenmiştir. Kyoto Protokolüne göre, söz konusu anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için, en az 55 ülke anlaşma maddelerini kabul etmesi gerekiyor. Şu ana kadar ancak 22 ülkenin protokolü kabul ettiği Kyoto’dan beklenenler gerçekleşmedi.

Birleşmiş Milletler ve Dünya örgütünün bir kolu olan IPCC’nin (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) bilim camiası tarafından oldukça iyimser bulunan tahminleri bile emperyalistleri, Aralık 2009’da Kopenhag’da küresel ısınmaya ‘karşı’ eylem planı müzakerelerine oturmaya zorunlu kılıyor. Elbette ki kağıt üzerinde kendilerini aklamaya yönelik ve çözümle zerrece ilgili olmayan başlıklar imzaya açılacak. Zira eylem planının ana hatları şöyle:

-Atmosfere püskürtülen karbon 2050’de 1990’ın yarısı kadar olacak.

-Önce kalkınmış ülkeler harekete geçecek 2020’ye kadar püskürttükleri karbonu yüzde 20 ile 40, 2050’ye kadar yüzde 80 azaltacaklar.

-Zengin ülkeler kalkınmakta olan ülkelerde karbon salımı olmayan enerji üretim tesisleri kuracak, karbonsuz enerji üretimine geçmeleri için yardımcı olacak. Yani emperyalistler, doğa ile masaya oturup pazarlık yaptılar! 2020’ye kadar şu kadar salalım, 2050’ye kadar bu kadar! Doğa da uslu dursun!

Sonuçta ise, emperyalist sözcü Obama’nın, kimseyi bağlamayan deklarasyonu dışında zirveden bir şey çıkmadı. Danimarka polisi eliyle demokratik talepleri yükselten kitleye yapılan vahşi saldırganlık ise, emperyalistlerin bu meselede ne denli zayıf ve hassas olduklarının bir kanıtı oldu.

Ne var ki; Kyoto deneyimi bize emperyalistlerin imzalamak için müzakereye girişecekleri küresel ısınmaya karşı eylem planının akıbetinin ne olacağı hakkında fikir veriyor. 2012’ye kadar Kyoto’da hedeflenen karbon salınımının %5-8’i oranındaki azaltmaya imzaya yanaşmayan ve bin bir oyunla boşa düşenlerden 2050’ye kadar Kopenhag’daki bu toplantıyla karbon salınım hedefinin 1990’ın %80 oranındaki azaltmaya kabule yanaşmalarını beklemek en iyimser ifadeyle safdillilik etmek olurdu. Zaten IPCC’nin mantalitesi de problemlidir. IPCC tedrici bir ısı artışı olacağını, tedrici artış olacağı için de belli derecelere kadar artışın (ki onlar 2-3 derece olarak bildiriyor) başa çıkılabilecek, tahammül edilebilecek bir artış olacağını düşünüyor. Ve de hesaplarını artışı geriletme üzerine değil; artışa tahammül etme üzerine kuruyor.

Oysa; İsveçli bilim adamı August Svante Arrhenius, daha 1906’da atmosferdeki karbondioksit oranının ikiye katlanmasıyla dünya ısısının 5 santigrat derece artacağını söylemişti ve şimdi bir çok bilim insanı havadaki karbondioksit oranının bu yüzyılın sonundan önce ikiye katlanacağını hesaplıyor ve de 5 santigrat derecelik artışın bu dünyadaki yaşamı imkansız hale getiren bir artış olduğunu bildiriyorlar. IPCC tedrici artışın belli bir eşikte bir sıçramayla felakete döneceğini göremiyor. Tıpkı depremde belli bir büyüklüğün üzerine her 0,1’lik bir artışın yıkıcı etkisi geometrik olarak artıyorsa, mevcut yıkıma sadece 0,1 oranında bir etkiyi değil de çok daha dramatik bir etkiyi ifade ediyorsa, sıcaklık artışı da benzerdir. Yüz dereceye kadar su vardır, ama yüzden sonra buhardır!

Burada bir parantez açıp, sıcaklık ölçümünden bahsedildiğinde genellikle ortalama sıcaklık göstergelerinin baz alındığını, bununsa sağlıklı olmadığını; asıl belirleyici olanın dünyanın ısıyı emme düzeyi olduğunu, bunun da en iyi göstergesinin deniz seviyesi olacağını söyleyelim. Ortalama sıcaklığa baktığımızda yıldan yıla iniş ve çıkışlar gösterirken; deniz seviyesinin ise sürekli artan bir oranda yükseldiğini görüyoruz. Deniz seviyesinin bu yükselişinin iki nedeni vardır. Birincisi, ısınma sonucunda okyanusların genişlemesi. İkincisi; yine ısınma sonucunda buzulların erimesidir. Ortalama sıcaklık göstergeleri ile emperyalistler kimi istatistiki oran oyunları marifetiyle yaklaşan tehlikenin boyutlarını ve aciliyetini karartıyorlar.

Birleşmiş Milletler’in Şubat 2007 tarihli raporunda da bu tedrici senaryoları görüyoruz. Rapora göre:

+2 derece: Su sıkıntısı başlayacak. Kuzey Amerika’da kum fırtınaları tarımı yok edecek. Deniz seviyeleri yükselecek. Peru’da 10 milyon kişi su sıkıntısı çekecek. Mercan kayalıkları yok olacak. Gezegendeki canlı türlerinin yüzde 30’u yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.

+5 derece: Denizler 5 m. yükselecek. Deniz seviyesi ortalaması 70 metre olacak. Dünyanın yiyecek stokları tükenecek.

+6 derece: Göçler başlayacak. Yüzmilyonlarca insan, uygun iklim koşullarında yaşamak umuduyla göç yollarına düşecek.

2-3 derecelik artışı kabullenilir gören IPCC’nin zihniyeti ile BM de, ısının 6 dereceye kadar artışına tahammül edilebileceğini düşünüyor. Yıkımın hep tedrici değil, bir eşikten sonra sıçramalı gelişeceği bir tarafa; IPCC’nin BM raporundaki +2 derecelik artış senaryosunun tahammül edilebilecek bir yıkım olduğu düşüncesi bile insanın tahammül sınırını zorluyor. Her şeyden önce, insanlık, doğa ve doğal yaşam niye buna tahammül etsin? Kapitalistlerin kasalarını korumak için mi! Bu doğanın bir zorunluluğu değil, insanın yarattığı ve yine insanın müdahalesiyle kaldırabileceği bir süreçtir. Bunun kaldırılmasının önündeki engel ise, esasta teknik imkanlar, yapılabilirlik değil; özel mülkiyet ve kâra dayalı vahşi rekabet ve üretim anarşisinin egemenliğidir. Bundan kurtulmadan, toplumsal ya da doğal barış kurulmasının mümkün olmadığı kesin bir biçimde açığa çıkmıştır. Kapitalizm yıkılmadan, insan-insan ve insan- doğa arasında kurucu ilişkiler geliştirilmeyecektir. ‘Mutlu doğa’ komünizmde mümkündür.

Bunun içindir ki, Engels doğa ile insanın ilişkisinin karşılıklı yıkıcılıktan rasyonelliğe, uyumluluğa ve bütünsel bir ilişkiye geçebilmesi için: “Bugüne kadarki üretim tarzında ve onunla birlikte tüm toplumsal düzenimizde tam bir devrim gereklidir” der.(6) Özel mülkiyet ve kâra dayalı vahşi rekabet ve üretim anarşisinin yıkıcı karakterinden kurtulmadan, toplumsal ya da doğasal barış kurulması asla mümkün olmayacaktır.

Dün tek tek ülkelere sığmayan ve dünyaya yayılan, bugün ise dünyaya sığmayan ve yeterli karı elde edemediği için doğanın imhasını sermaye birikiminin bir koşuluna çeviren sermaye, tarihte ilk kez olarak gezegenimizin yok oluşunu gündeme getirmiştir. Gezegenin bu yıkımdan kurtarılması ve gözü dönmüş kapitalist birikimin karşısında savunulması, proletaryanın mücadele gündemlerinden birisidir. Ancak işçi sınıfının kuracağı sosyalist düzen dünyamızı böyle bir yıkımdan kurtarabilecektir.

 

Dipnotlar

1- Engels, F, Anti-Dühring, Sol Yay, sf. 70

2- Woods, A, Grant, T., Aklın İsyanı, Tarih Bilinci Yay, sf. 290.

3- Engels, F, Doğanın Diyalektiği, Sol Yay, sf. 39 (Dipnot)

4- Engels, F, Anti-Dühring, Sol Yay, sf. 202-203

5- Engels, F, Doğanın Diyalektiği, Sol Yay, sf. 196-197.

6- Age. sf. 198.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi