Palatino Tepesi’nden Ak Saray’a Halktan Kaçış Hikayeleri

Korkunun Ecele Faydası Yok

Bilinemeze tapınma, güce biat; insanlığın tarihsel gelişiminin bir parçası. Sınıflı toplumların oluşumuyla birlikte bu tapınma ve biat etme durumu, egemenlik ilişkilerinin bir aracı ve sonucu haline de gelmiştir. Bu anlamda erk sahibi her koşulda gücünü gösterme, hissettirme durumundadır.

Erk sahibi, adına ister tanrısal varlıklar denilsin, ister imparator, kral, firavun, şah; üzerinde egemenlik kurduğu güçlerden soyutlandığı oranda kendini güvende hissetmiştir. Bir başka ifadeyle, ezilen sınıflara kendilerini ihtişamlı göstererek; erişilemez oldukları, güçlerinin sınırsız olduğu, büyüklüklerinin baki olduğu izlenimi yaratılarak, iktidarlarını süreklileştirmek istemişlerdir. Bu, tanrısal varlıklardan Erdoğan’ın AK Saray’ına kadar hep böyle olmuştur...

Önce Tanrılar Kaçtı İnsanlardan

İnsanın tapınması, biat etmesi; tek tanrılı dinlere gelene değin hep somut olana yöneliktir. Bu, vahşi doğada en çok ihtiyaç duyduğu bir mızrak da olabilir, güneşin sonsuz ısıtma ve aydınlatma gücü de. Kökeni milattan 3000 yıl öncesine dayanan Hindu dininde 33 milyon tanrının bulunması, somut olana tapınmanın yaygınlığını göstermesi açısından çarpıcıdır.

Bu tapınma durumu, antik çağa gelindiğinde soyut-somut karışımı bir hal almıştır. Tanrısal varlıklar(yarı tanrı), olağanüstü güçleri olan, zaman zaman insanların arasına karışan bu varlıklar, nedense hep tapınaklarda yaşarlar. Yunan mitolojisinin tanrılar tanrısı Zeus, tapınağın da ötesinde, erişilmez Olimpos Dağı’nda yaşamaktadır. Ancak, kılık değiştirerek insanların arasına karışmaktadır. Aynı durum, Romalıların tanrılar tanrısı Jüpiter (Germenlerde Odin) için de geçerlidir.

Nedir tanrıları insanlardan uzaklaştıran, görkemli, erişilmez ve gizemli tapınaklarda yaşamaya zorlayan?

İnsanların arasında olamazlardı çünkü, aralarında hiçbir fark olmadığı ortaya çıkacaktı. Bu, bütün tılsımı bozacaktı. Kentin biraz dışında, erişilmez yüksek tepelere kurulan tapınaklar aslında tanrısal varlıkların korunaklarıdır, kaleleridir. Tapınakların güçlü ve heybetli görünümü, başlı başına bir güç sembolüdür. Onu gören, tanrının gücüne bakmaktadır. Tapınağa gidip ibadet etmek, adaklar sunmak, hediyeler vermek; maddi ve manevi olarak tanrının daha da güçlenmesi demektir. Tapınakta bulunan tanrı veya temsilcisinin birkaç astrolojik veya meteorolojik olayı doğru tutturması da gücüne güç katmaktadır.

Prometheus’un Olimpos’tan ateşi çalması mitolojide olduğu gibi, yarı tanrısal güçlerin dönemi de sönmeye başlar. Tanrılar artık göğün daha yüksek katmanlarına çekilirler. Oradan da, tek tanrılı dinlerde olduğu gibi soyuta doğru yol alırlar.

Soyut tanrı, mutlaktır; yaratılanlar ise görece ve görelidir. Dolayısıyla, görece ve göreli hiçbir varlık mutlakla kıyaslanamaz, oranlanamaz. Mutlak, hiçbir şeyle, hiçbir tarzda, hiçbir yolda ilinti ve kıyas kabul etmez. O’na hiçbir değer takdir edilemez. O mutlak olduğundan, görece ve göreli olan varlıkların sıfatlarıyla ifade edilemez. Dolayısıyla, kıyasa ve oranlamaya dayalı anlayış ve kabullerimize göre, O’na yakıştırılacak bir sıfat ne kadar yüksek düzeyli kabul edilirse edilsin ve ne kadar ideal olursa olsun, O’nu ifade edemez.

Bu durumda, soyut tanrının varlığının ve gücünün insanlara aktarılması, mesaj edilmesi için peygamberler ortaya çıktı. Soyut tanrının yeryüzüne gönderdiği peygamberler en nihayetinde insandır. Peygamberleri, soyut sonsuz gücün insanla doğrudan en yakın temas kurduğu ilişki biçimi olarak da değerlendirebiliriz bu açıdan. Musa’nın denizi yararak kavmini kurtarması gibi mucizeler yaratsalar da, peygamberler insanla iç içeydi. Tanrı adına yeni bir toplumsal düzen yaratırken tapınaklara, görkemli yapılara ve büyük güç gösterilerine başvurmadılar. Bu nedenle olsa gerek, peygamberlerin savunuları ilk olarak alt tabaka halklarda karşılık buldu. Çünkü onlar, her ne kadar soyut bir tanrının kurallarını yeryüzündeki insanlara iletmekle mükellef olsalar da, kendileri her şeyiyle somuttu. İnsanlar onlara dokunabiliyor, kendileri gibi yiyor içiyor, acı ve eziyet çekiyordu.

Ne zaman ki peygamberler tarih sahnesinden çekildi, din adına imgeler, metaforlar yaratılmaya başlandı, ibadethaneler, tıpkı tapınaklarda olduğu gibi güç sembolleri haline gelmeye başladı. Havra, kilise veya cami olsun, insanların kolayca ulaşabilmeleri, buraların bu özelliklerini değiştirmiyor. Tanrı ile insanın (kulun) dini ritüellerle temas ettiği bu mekanlar, tanrısal güce karşı korku üretme mekanizmalarıdır aynı zamanda. Bunun da ötesinde, dinlerin devlet egemenlikleri altına girmesiyle birlikte bu mekanların devasalaşmaya başlaması, bu mekanların egemenlik aracı olarak kullanılmaya başlandığını da göstermektedir.

En Büyük Ayasofya Başka Büyük Yok!

Bizans İmparatoru I. Jüstinyen’in 537 yılında yaptırdığı Ayasofya Kilise’sinin görkemi, o dönem Hristiyanları ve sonrasında Ortodoks Kilisesi için nasıl bir anlam ifade ediyorsa; bugün bu yapıya müze olarak sahip olmak da Müslüman Türkiye için aynı anlamı ifade ediyor. 1520 senesinde İspanya’nın Sevilla kentinde inşa edilen katedralin bin yıl sonra Ayasofya’yı geride bırakması da, İspanyol egemenler için farklı bir anlam taşımamaktadır. Tanrı adına sahip olunan mekanlar ne kadar büyük ve gösterişli olursa, ona inanan ve biat edenler de o kadar çok olur. Ve, yönetmek çok daha kolaylaşır. Bu açıdan, Brezilya’nın Rio de Janerio kentindeki devasa İsa Heykeli ile İstanbul’un Çamlıca Tepesi’ne inşa edilen caminin oynadığı ve oynayacağı misyon aynıdır.

Egemenlik ilişkilerinin güç metaforu üzerinden yeniden ve yeniden örgütlenmesi, sadece dinsel motif ve araçlarla yürütülmedi. Daha yaygın ve daha geniş olan, sınıfsaldır. Yöneten ve yönetilen ilişkisinin biçimlendirilmesi üzerinedir. Tarih boyunca egemenler, ezilenler üzerinde her zaman zor aygıtlarını kullanmışlardır. Devlet denilen bu araç, bu zor’un en sistematize edilmiş biçimidir. Ancak, bu bile ezenler açısından yeterli olmamaktadır. Geniş ezilen kesimlerin devlet denilen zor aygıtına biat etmeleri için devasa yapılar inşa edildi. Zannedildiği gibi tek başına bir ihtiyaç değildir, devlet binalarının büyük ve yüksek duvarlarla inşa edilmesi. Tıpkı ibadet yerleri, tapınaklarda olduğu gibi devlet binalarının da büyük ve heybetli yapılması, güç metaforunun toplum üzerine bu şekilde nüfuz edilmesi açısından önemini günümüzde de korumaktadır. Dünyanın en büyük Adalet Sarayı’na sahip olmak, İstanbul’da yapımı devam eden üçüncü havaalanının dünyanın en büyük havaalanı olacağının propagandası veya dünyanın birçok kentinde art arda yapılan en yüksek binalar; aynı amacın farklı şekilde bina edilmesinden başka bir şey değildir. Cumhuriyet rejimi, Roma’dan devranılan bu metaforu çok iyi kavradı ve her kentte, hatta hemen her ilçeye varana kadar bunu kullandı. Erişilmez ve yıkılmaz binalar, yıkılmaz bir gücün, düzenin ta kendisidir.

‘Kutsallık’ Zırhı Bir Yere Kadar Geçerli

Peki, yıkılma korkusu yaşayan kimler? Rejimlerin birinci elden temsilcileri. Bu ister günümüzde adında “demokratik” veya “cumhuriyet” etiketi taşıyan rejimler açısından olsun, isterse de monarşik/otokratik rejimlerde olsun, sistemi temsil yetkisine sahip her güç, sürekli yıkılma korkusu altında yaşamaktadır. Sınıflı toplumların kaçınılmaz bir sonucu olan korku, korunma kaygısı ve gerçekliğini de beraberinde taşımaktadır. Adı ister devlet başkanı veya cumhurbaşkanı olsun, ister kral veya imparator; kendilerini hep “yıkıcı” güçlere karşı korunma refleksiyle hareket etmektedirler. Bugün adı devlet veya hükümet konutları olan bu korunma merkezleri, tarihin belli dönemlerinde saray veya şato veya başka adlarla anılmıştır.

Monarşik rejimler, ilk olarak “kutsallıkla kendilerine zırh edinmeye çalışırlar. Bu, hemen bütün monarşik rejiimleri için geçerlidir. İngiltere kralı ile Osmanlı padişahı, Mısır firavunu ile Çin imparatoru, inandıkları dinin, tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak kendilerine zırh giydirdi. Ancak bu, ilk olarak “dış düşman”dan koruyan bir zırh değildi. İkinci olarak, sürekli baskı ve sömürü altında tutulan halklar açısından da bir yere kadar geçerliydi. “Kutsallık” zırhı, ideolojik olarak halkla egemenler arasında mesafe koysa da, pratikte aksamalara uğrayabilirdi. Bunun için, fiziki zırha da ihtiyaç vardı.

Krallar/Hükümdarlar Saraylara Kaçtı

Krallar ve hükümdarlar, tarih boyunca hep en korunaklı saraylarda yaşadılar. Bu görkemli ve devasa yapılar, güç ilişkilerinin en tepesinde bulunanlar açısından yıkılma, yok olma tehdidine karşı kalkandır. Saraylar, hükümdarların veya dini liderlerin ikamet ettiği büyük ve gösterişli yapılardır. (Günümüzde de büyük devlet binalarına ‘saray’ denilmesi de tesadüf değildir). Saray sözcüğü Türkçeye, Farsça seray sözcüğünden geçmiştir. Saray sözcüğünün Batılı dillerdeki karşılığı palastır. Palas sözcüğünün kökeni Roma’daki Palatino Tepesi’ne dayanır. Roma imparatorları, ikametgahlarını bu tepe üzerine inşa ederlerdi. İlk sarayların bir tepeye inşa edilmesi, aslında sarayların inşa edilme mantığı ve gerekçesini rahatlıkla ortaya koymaktadır. Egemenler açısından korunma, kendini güvende hissetme güdüsü en baskın gelen sınıf bilincidir. Ama bununla sınırlı değildir.

Yapımları çok masraflı olan saraylar, sömürünün de boyutunu göstermektedir. Çok fazla insan ve hayvan gücü gerektiren saraylar, tarih boyunca hükümdarların zenginliğinin, gücünün ve bulundukları bölgenin gelişmişliğinin simgesi olarak sunulmuştur. Ezilenlerin büyüklüğü ve görkemi karşısında kendini zayıf hissetmesi, erişilemez olması nedeniyle hükümdarın gücünün sürekliliğine inanması da, sarayların yarattığı etkinin başkaca yansımalarıdır. Tanrı tarafından kutsandıklarını varsayan hükümdarlık dönemlerinde saraylar, aynı zamanda dini merkezler olarak da işlev gördü ve bu anlamda etkisini daha da katladı

İlk sarayların Mısır, Roma, Mezopotamya gibi uygarlıkların geliştiği, sınıflı toplum yapısının nispeten daha da kurumsallaştığı coğrafyalarda inşa edilmesi, sarayların işlevinin ezen/ ezilen ilişkisinin bir sonucu olduğunu ortaya koymaktadır. Asur kralı II. Sargon’un (MÖ 721-705) 9 hektar üzerine kurulu sarayı, egemen güçlerin korkusu ve şatafatını göstermesi açısından kayda değer. Ortaçağ Avrupa’sında hemen her feodal toprak beyinin yüksek tepelere şatolar inşa ederek korunmaya çalışması, dönemin sınıfsal karakterini yansıtması açısından da dikkat çekicidir.

Ölüm Bile Korkularını Yenemedi

Aslında egemenlerin korkusu, korunaklı saraylara sığınmakla bitmiş değildir. Her saray, aynı zamanda bir kaçış mekanıdır. Saraylarda ayrıca gizli kaçış yolları döşenerek, kralların/hükümdarların can güvenlikleri için ek önlemler alınmıştır. Bununla birlikte, kralların korkuları ölümden sonrası için de devam etti.

Bir yönüyle yeniden doğuş, tanrıya daha yakın olma gibi gerekçeler taşısa da başta Mısır, Çin, İnka ve Maya uygarlıkları olmak üzere, dünya devasa kral mezarlıklarıyla doludur. Bu devasalık, egemenliğin ölümden sonra da devam ettiği fikrinin halklar nezdinde içselleştirilmesi açısından önemli bir yerde durmaktadır. Özellikle Mısır piramitlerinin yapısı, firavunlara erişilmezliğin simgesi olarak kurgulanmış, bu imge günümüzde de etkisini sürdürmüştür. Atatürk’ün mozolesinin bulunduğu Anıtkabir de tam böylesi bir kurgunun sonucudur. Anıtkabir, Kemalist ideolojinin ve rejimin devamlılığın simgesi olarak Ankara’nın ortasına yerleştirilmiştir.

Devasa Bir Sığınak: Yasak Şehir

Sarayların sınıfsal karakterini anlamak ve bu konuda daha geniş fikir sahibi olmak açısından, Çin’deki Yasak Şehir’i biraz daha yakından tanımakta fayda var. Ming Hanedanı’ndan Çing Hanedanı’nın sonuna kadar kullanılmış olan Yasak Şehir, 1406-1420 tarihleri arasında inşa edildi. 720 bin metrekarelik alana yayılmış ve 8 bin 707 odalı 980 yapıdan oluşmuş bir komplekstir. (Kompleksin yapısı, habire büyüyen Erdoğan’ın AK Saray’ını andırıyor). Yasak Şehir ismi, Çinçe Zijin Cheng’den gelmektedir ve bu ismin doğrudan çevirisi aslında “Mor Yasak Şehir”dir. Zi veya “mor” ismi Kutup Yıldızı’na gönderme yapmaktadır, ki bu yıldız eski Çin astrolojisinde Göksel İmparator’un ikametgahıdır. İmparatorun ikametgahı olan Yasak Şehir de bu yıldızın yeryüzündeki yansımasıydı. Ayrıca mor renk imparatorluk rengiydi ve sadece imparator kullanabilirdi. Jin veya “yasak” ismi de imparatorun izni olmadan kimsenin saraya girememesi ve terk edememesi gerçeğine göndermedir. Cheng ise duvarlarla çevrilmiş şehir anlamına gelmektedir.

961’e 753 metre ebadında alan üzerine kurulu saray kompleksi, devasa taş yapılardan ve Çin’in en güzel ağaç yapılarından oluşmaktadır. 7,9 metre yüksekliğinde, 6 metre derinliğinde duvarlarla çevrili olan saray, 52 metre genişliğinde hendeğiyle imparatorluğun korkusunu yansıtmaktadır. Bu kadar da sınırlı değil. Yasak Şehir, yine duvarlarla çevrelenmiş olan İmparatorluk Şehri’nin içinde yer almaktadır. İmparatorluk Şehri de İç Şehir tarafından çevrelenmiştir. Tüm bu koruma, imparatorluğun emperyalistler tarafından ele geçirilmesini ve ardından Çin Devrimi ile tarih sahnesinden silinmesini engelleyemedi.

Kıl Çadırdan Topkapı Sarayı’na

Türk egemenlik sisteminde de güç sahiplerinin kendi konumlarını yansıtmaları tarihsel akışı içerisinde değişiklikler göstermiştir. Osmanlı’ya kadar olan dönemde göçebe toplum özellikleri baskın olan Türk toplumlarında yönetici erk sahipleri de kavimdeki herkes gibi çadırlarda yaşamaktaydı. Ancak bu, bir hiyerarşinin olmadığı anlamına gelmiyor. Hakan, kaan veya kavmin ileri gelenlerinin çadırları en korunaklı ve hakim alana kurulmakta, diğer bütün çadırlardan daha büyük ve gösterişli olmaktadır. Sürekli yer değiştirme durumu söz konusu olduğu için diğer uygarlıklarda görülen biçimleriyle yüksek duvarlı saraylar söz konusu değildir. Ama çadır hiyerarşisi çok kuvvetlidir.

Ne ki, Türk toplumları yerleşik devlet düzenine geçtiler, egemen güçlerin konumlanışı da buna göre değişiklik göstermeye başladı. Bunun en güçlü örnekleri de Anadolu’ya yerleşildikten sonra başlar. Kurulan beyliklerin hemen tamamı kendilerini yüksek kalelerde kuruma altına aldılar. Bilinen, klasik anlamdaki ilk saray, Fatih Sultan Mehmet’in 1478’de yaptırdığı Topkapı Sarayı’dır. Tarihi yarımadanın hemen ucunda, Ayasofya’nın hemen bitişiğinde (ki, Ayasofya Fatih tarafından camiye çevrilmiştir) yüksek duvarlarla çevrili saray, muadillerinin bütün özelliklerini taşımaktadır. Tamamen halktan yalıtılmış olan Topkapı Sarayı, Osmanlı hanedanı için bir sığınak olmuştur.

‘Hasta Adam’ın Saray Şatafatı

Osmanlı’nın artık iyice yıkılmaya, tarihsel varlık koşullarının ortadan kalkmaya başladığı 19. yüzyılda art arda sarayların inşa edilmesi, dönemin karakteristiği açısından çelişki olarak görülebilir. Ancak bu, yok olma korkusunu artık iliklerine kadar hisseden Osmanlı hanedanının son hamleleri olarak da değerlendirilebilir. Ulusal başkaldırılar, toplumsal özgürlük talepli hareketlerin gelişmesi, padişahlar arasına korku salmaya fazlasıyla yetmiştir. Bu anlamda inşa edilen saraylar bir yönüyle güvenlik merkezli bir stratejiye hizmet ederken, diğer yönüyle de “hasta adam”ın şatafat içinde ayakta durma gösterisi olarak da okunabilir. Sultan Abdülmecit’in 5 milyon altına yaptırdığı Dolmabahçe

Sarayı’nın zaten kriz içerisinde olan Osmanlı ekonomisine ağır bir yük bindirdiğini söylersek, durum daha iyi anlaşılır.

Aslında Dolmabahçe Sarayı’nı son kullanan kişinin Mustafa Kemal Atatürk olması da bir tesadüf değildir. Bu görkemli sığınakta son nefesini veren Atatürk’ün, Ankara’daki çalışmalarını da halktan soyutlanmış, duvarlarla çevrili Çankaya Köşkü’nde yürütmesi, egemenlerin kendilerini halktan soyutlama (halka karşı kendilerini güvenceye alma) klasik anlayışının doğal bir sonucudur.

Erdoğan’ın Bitmeyen Korkusu

Erdoğan’ın AK Saray’ına çekilmesinin nedenlerine, tarihsel örnekleriyle kısa bir gezinti yaptık. Bütün yetkileri elinde toplayan Erdoğan’ın Osmanlıcılık hevesiyle başlayan diktatörlük macerası, Atatürk Orman Çiftliği’ne (AOÇ) kondurduğu AK Saray’ıyla zirve yaptı. Erdoğan’ı sarayına çekilmeye iten nedenler, kendisinden önceki ve şimdiki bütün egemen güçlerin yaşadığı korkuyla aynıdır. Ama Erdoğan için güncel bazı nedenleri de var. Kısaca bunlara değinmek gerek.

Maliyeti 1,5 milyarı bulan ve masrafı her geçen gün artan saray, Dolmabahçe Sarayı’nın yapılma süreciyle benzerlikler taşımaktadır. Ekonominin bunca kötü gittiği, diplomatik anlamda tarihinin en zor dönemini yaşadığı düşünülürse AK Saray, “dosta-düşmana” şatafatlı bir gösteridir. Osmanlı’nın sonuna bakınca, Erdoğan için işlerin iyi gitmeyeceği aşikar.

Peki, Çankaya Köşkü varken Erdoğan’ı AK Saray inşa ettirmeye iten neden ne? Güvenlik korkusu ve bunun örgütlediği paranoya. Devlet içindeki klikler savaşının -düzeyi düşse dedevam ettiği koşullarda statükocu rejimle özdeşleşmiş Çankaya, Erdoğan için hala güvenli bir yer değildir. İkincisi, Erdoğan’ın ideolojik olarak kavgalı olduğu Kemalist diktatörlükle anılan mekana taşınması, kişisel kaprisiyle çelişen bir durum yaratacaktı. O, daha yeni ve daha büyük bir saraya taşınarak, büyüklüğünü tüm dünyaya afişe etmekten fazlasıyla memnun.

Bununla birlikte, dünyanın lideri olma hevesi, imgesel bir merkez yaratmayı da beraberinde getirdi. ABD’nin Beyaz Saray’ına karşı AK Saray, manipülasyon için iyi kotarılmış bir isim. Adalet ve Kalkınma Partisi ile sembolikleşmiş “AK” kelimesi etrafında söylemsel dağarcığın yaygınlaştırılması da buna eklenebilir.

Durumun, rejim açısından bir yönelimi, gidişatı ifade ettiği de açık. Sarayın, daha proje aşamasında Başbakanlık’a tahsis edilmesi planlanmıştı. Ancak, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra bu pahalı kompleks, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na dönüştürüldü. Böylece lider-devlet özdeşleşmesi yönünde sürdürülen plan için bir adım daha atıldı. Genel olarak klasik parlamenter devlet modellerinde makamlar sabit, bu makamlara oturan kişiler değişkendir. Burada kişilerin sabit, makamların değişken olması durumu ile karşı karşıyayız. Literatürde bunun adı diktatörlüktür.

‘Tüm İmkanlar Milletindir’ Masalı

Oluşan tepkilerden sonra, “Tüm bu imkanların gerçek sahibi millettir” söylemleriyle, millet/halk iradesinin üzerine ipotek konulmaya çalışılmaktadır. Anıtsal yapıların (Erdoğan’ın sarayının ne kadar anıtsal bir yapı olduğu ayrı bir tartışma konusu) iktidar halk ilişkilerinde tarih boyunca oynadığı rolü yukarıda belirtmiştik. Bunun yanı sıra, bu tür yapıların “kolektif irade” ve “kolektif düşünce” oluşturma yönünde son derece işlevli unsurlar oldukları da biliniyor. Erdoğan, burada kolektif irade ve düşünceyi ifade ettiğini iddia etse de gerçek şu ki, iktidar arzusunu ve keyfiliğini gizleme dürtüsü her şeyin başındadır.

“Tüm imkanların millete ait olması” masalı da, sınıfsal bir göz boyamadan başka bir anlam taşımamaktadır. Millet/halk eşitlemesi, bu iki unsurun homojen olduğu fikrini işlemekte, toplumdaki başta sınıf farklılığı olmak üzere tüm ayrılıkları bir kenara itmekte; böylece de halkın geniş kesiminin “millet” denen büyük ailenin parçası olduğu vaaz edilmektedir. Bunun sonucu olarak “millet iradesi” olarak tecelli eden siyasi iktidarın da bütün halkın iradesi olduğu söylenebilmektedir. Aynı durum, başka devletlere karşı Türkiye’nin “itibarı” söylemleriyle de devam ettirilmektedir. Emek sömürüsü, dinsel baskılar, ulusal ve toplumsal cinsiyet gibi alanlardaki baskılar bu şekilde maskelenmektedir. Erdoğan’ın AK Saray’ı, bu anlamda sadece siyasal iktidarını değil, tüm toplumsal çelişkileri de maskeleme amacı taşımaktadır.

Sarayın, ne kadar anıtsal, ne kadar sanatsal değer taşıdığı bir yana, Erdoğan’ın siyasal yönelimini daha da açığa çıkarması açısından da veri sunmaktadır. Erdoğan, “Ankara, bir Selçuklu başkenti mesajı vermemiz lazımdı” diyerek, bu mesajı önceden vermişti. Yapının ne kadar Selçuklu, ne kadar Osmanlı, ne kadar Cumhuriyet dönemi mimarisinden esinlenerek yapıldığı ayrı bir konu. Ancak amaca bakıldığında, mimarinin bir “millet” kimliği oluşturmadaki rolüne vurgu yapılmak istenmektedir aslında. İttihat ve Terakki iktidarı ile birlikte şekillenen, Cumhuriyet rejimi ile birlikte doruğa çıkan “milli mimari” akımı, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ideolojik harcını oluşturanların elinde şekillendi.

Erdoğan’ın gidişatına bir de buradan bakmak gerek. Tek vatan, tek millet, tek din, tek dil, tek...

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi